Sayfalar

HOŞGELDİNİZ, ŞEREF VERDİNİZ...

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Korsanlar saldırıya hazırlanırken...



Hakan ALBAYRAK / YENİ ŞAFAK 31.05.2010

Allah'ın işleri... Geciken Avrupa gemileri yüzünden Kıbrıs açıklarında iki gün iki gece beklemek zorunda kalmamız hayırlara vesile oldu. Yola çıktığımızda "Gazze'ye Özgürlük Filosu" henüz kamuoyunun gündeminde yeteri kadar yer etmemişti. Medyanın ilgisi sınırlıydı. Fakat İsrail'in bu iki gün boyunca yaptığı 'sansasyonel' açıklamalar sayesinde büyük bir ilgi patlaması oldu. Cumartesi günü Mavi Marmara gemisinden yapılan canlı televizyon bağlantılarının sayısı 130'dan fazlaydı. Gazze'de "Nuh'un gemileri" diye anılan özgürlük filosu artık dünyanın en önemli gündem maddeleri arasında yer alıyor.

Gecikmenin bir faydası da şu oldu: Gemilerdeki Filistin dostları birbirlerine iyice kenetlendiler, birbirleriyle iyice kaynaştılar, hemhal oldular. İsrailli yetkililer 'Gemilere müdahale edeceğiz, eylemcileri kollarından tutup memleketlerine göndereceğiz, propaganda maksadıyla geldiklerini tespit ettiğimiz kişileri ise tutuklayacağız' deyip duruyorlar; fakat, cemaatle namaz ve niyazlarda, tadına doyulmaz sohbet meclislerinde, ilahi ve marş fasıllarında tek yürek olan bu toplulukla İsrail'in işi o kadar kolay olmayacak. Müdahaleye elimizden geldiğince direneceğiz ve olur da korsanların eline düşersek birbirimizi muhakkak kollayacağız, içimizden bir tek kişiyi bile feda etmeyeceğiz inşaallah.

Korsanlar, evet! İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman (Gazze'ye atom bombası atılmasını isteyen cani var ya, işte o) "İsrail'in egemenliğini ihlale asla izin vermeyiz" derken öyle saçmalıyor ki, bazı İsrailliler bile "Bu kadar da olmaz!" diyorlar. İngilizceniz varsa Haaretz gazetesinin internet sitesine girip Lieberman'ın açıklamasıyla ilgili haberin altındaki yorumlara bir bakın: "Gazze nere, İsrail'in egemenliği nere?" diye soruyor kafası çalışan İsrailliler. Gazze, İsrail değil. İsrail işgal bölgesi bile değil (2005 yılında Gazze'den def olup gitti İsrail ordusu. Giderken yanına "yerleşimci" diye anılan Siyonist milisleri de aldı). Gazze üzerinde İsrail'in hiçbir söz hakkı yok. Gazze'nin denizi üzerinde de söz hakkı yok. Uluslararası hukuka göre Gazze'ye deniz yoluyla insani yardım engellenemez, hatta Gazze'yle ticaret bile engellenemez. Şu da var ki İsrail basını bile Gazze açıkları için "İsrail karasuları" demiyor, "İsrail'in kontrol ettiği sular" diyor. Bir yeri kontrol etmeniz, sizin o yerde meşru bir egemenliğinizin olduğu anlamına gelemez. Gelseydi, Somalili korsanlar tarafından kontrol edilen sulara onlardan izinsiz girmek de uluslararası hukukun güvencesi altındaki egemenlik hakkını ihlal anlamına gelirdi. Hülasa: İsrail'in "Gazze'ye Özgürlük Filosu"na müdahalesi RESMEN korsanlık olacaktır. Yolcuların gözaltına alınması yahut tutuklanması da RESMEN adam kaçırma olacaktır. Yani İsrail, gemilerde vatandaşları bulunan bütün devletlere (başta Türkiye Cumhuriyeti) ve elbette uluslararası hukuka meydan okumaya hazırlanıyor. Gereği yapılır inşaallah.


* * *
"Gazze'ye Özgürlük Filosu"nda son durum:

Kıbrıs açıklarındaki buluşma yerine Türkiye bandıralı gemilerden sonra ilk gelen gemi Yunan gemisi oldu. Yunanistan ve İsrail hava kuvvetlerinin ortak askeri tatbikat yaptıkları bir dönemde "Biz İsrail'le değil Filistin'le beraber ve Filistin'le dayanışma yolunda Türklerle omuz omuza yürümeye hazırız" diyen Yunanları coşkulu alkışlarla karşıladık, onlar da bize layıkıyla mukabele ettiler. Türk-Yunan yakınlaşmasına Gazze katkısı...

Yunan gemisinden sonra İsveç gemisi geldi. İngiliz gemileri bazı aksaklıklar yüzünden filoya dahil olamadılar. O gemilerdeki yolcuların bir kısmı teknelerle gelip Mavi Marmara'ya çıktı. Avrupa Birliği ülkelerinin Filistin dostu parlamenterleri de, Kıbrıs Rum Yönetimi'nin çıkardığı sorun yüzünden iki günlük gecikmeyle, Mavi Marmara yolcuları arasına katıldılar.

Bu satırları 30 Mayıs 2010 Pazar günü saat 14:00 civarında yazıyorum. Kıbrıs açıklarındaki iki günlük bekleyişimiz sona eriyor. Birazdan yola çıkacağımız ve yeni bir mani çıkmazsa yarın Gazze açıklarında olacağımız söylendi. Bu arada, İsrail donanmasının –Gazze açıklarına girmemizi beklemeyip- bizi uluslararası sularda karşılamaya hazırlandığına dair bir haber aldık. Hayırlısı olsun. Duayla, niyazla, aşkla, şevkle, ileri!


* * *
Yarın ve sonraki günlerde başımıza nelerin geleceğini bilmiyorum. Ama yeni bir dünyanın şekillenmekte olduğunu ve "Gazze'ye Özgürlük Filosu"nun bu sürece önemli bir katkı teşkil ettiğini, Cenâb-ı Hakk'ın bizi büyük bir devrimde enstrüman olarak kullandığını iliklerime kadar hissediyorum. Filistin'in meşru başbakanı İsmail Heniye'nin dediği gibi: "Gemiler Gazze limanına ulaşsa da ulaşmasa da kazandık."

30 Mayıs 2010 Pazar

Genelkurmay 50 yıl sonra 27 Mayıs'tan memnun mu?



Murat YETKİN / RADİKAL 30.05.2010

Önce merhum Adnan Menderes ile başlayalım. Amerikan Time dergisi, 1958 yılı ocak ayında Türkiye’ye muhabirlerini göndermiş. 3 Şubat 1958 sayısının kapak konusu da Türkiye Başbakanı Adnan Menderes olmuş. Resmin fonunda Türk bayrağının yanı sıra tüfek ve kılıç olması ilginç.
Dergi, Türkiye’ye tam dört buçuk sayfa ayırmış; o zamanın yayıncılık standartlarına göre alışılmadık bir durum. Yazıda, Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne karşı verilen NATO mücadelesi içindeki rolünden övgüyle söz ediliyor. O dönemde Menderes’in bazı Avrupa ülkeleri topraklarına Amerikan nükleer başlıkları kabul etme konusunda ayak sürürken Menderes’in gönüllü olması, İncirlik üssünün ve Pirinçlik, Sinop ve diğer önemli radar üslerinin açılmasına izin vermiş olması gibi konular düşünüldüğünde bunda şaşılacak bir şey yok.
Keza, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı ardından çok partili sisteme geçmesiyle birlikte iktidarın İsmet İnönü liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi’nden, Kurtuluş Savaşı’nın sivil kahramanlarından Celal Bayar önderliğindeki Demokrat Parti’ye geçişi de iyi özetlenmiş. Menderes döneminde ekonomik dönüşümdeki başarıya da geniş yer ayrılmış.
Bununla birlikte Menderes’in bu ekonomik dönüşümü gerçekleştirirken plansız, frensiz gidişinin getirdiği başta aşırı borçlanma ve Türk lirasının değer kaybetmesi gibi ekonomik sorunlardan ve demokrasiyle iktidara gelen Menderes’in siyasi rakipleri ve basın üzerinde baskıcı yöntemler kurma eğilimine girmesinden de söz ediliyor.
Yazının sonlarına doğru Time şu değerlendirmeyi yapmış:
“Menderes’e iç muhalefet büyüyor ve sertleşiyor. Demokrat Parti’nin bazı emektar üyeleri bezginlik içinde istifa ediyorlar. Daha da kötüsü, Türkiye’nin şimdiye dek özenle siyaset dışı kalmış olan ordusundaki ilk hoşnutsuzluk işaretleri. Hükümet geçen hafta sekiz subayın ‘komplo’ suçlamasıyla tutuklandığını ve Savunma Bakanı Sami Ergin’in bu tutuklamaları protesto için istifa ettiğini kabul etti.”

27 Mayıs’a bakıştaki değişim
Time dergisinin 27 Mayıs 1960 darbesinden iki yıl önce gördüğü kötü işaretleri, belli ki iktidar sahipleri göremedi. Time dergisi bile, yorumunda Menderes’in Amerika’nın desteğine fazla güvendiğini ima ediyor.
Bu alıntının amacı kuşkusuz 27 Mayıs darbesini meşru göstermek değil. ‘Ama onlarda..’ diye başlayan bir cümle kurma gibi bir niyetle de yazılmadı. Halk oyuyla iktidara gelen bir hükümetin frensiz gitme eğiliminin yol açtığı tehlikenin o günlerde Menderes’in en büyük dış destekçisi ABD tarafından dahi görülmüş olduğunu bugün kayda geçmemiz önem taşıyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içinden çıkan bir cuntanın ülkenin yönetimine el koyması, o günkü -azgelişmiş- siyasi iklim ve anlayış içinde Demokrat Parti (DP) ve Bayar-Menderes muhaliflerini mutlu etmiştir. Daha acısı, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın idamını -belki daha az sayıda, ama sesi çok çıkan- bir grup tarafından alkışlanmış olmasıdır.
Cuntanın hazırladığı 1961 Anayasası’nın özgürlükçü unsurlar içermesi, olayın bir askerin seçilmiş yönetime el koyması olduğu gerçeğini perdelemiş bir devrim yanılsamasına yol açmıştır.
Gelinen noktada, yıllarca 27 Mayıs’ın arkasındaki itici güç olmakla suçlanan CHP’ye Genel Başkan seçilen Kemal Kılıçdaroğlu, ilk kapsamlı siyasi demecinde, 50 yıl sonra ‘27 Mayıs’ı yapanlar bugün utanıyor’ demiştir. Yalnızca askeri darbeleri kınamakla yetinmemiş, 28 Şubat ve 27 Nisan gibi psikolojik operasyonları da kınamış, askeri harcamaların şeffaf sivil denetime anmasını, askeri yüksek yargının kaldırılmasını istemiştir.
Bugün 27 Mayıs askeri dabesinin, ilerici bir devrim olduğunu savunanlar, sevindirici bir şekilde, toplumun gerçekten marjinal kesimleri kalmıştır.

Genelkurmay’da da değişim
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ güzel bir uygulama başlattı. Mustafa Kemal Atatürk’ten başlayarak, sırasıyla İnönü, Kazım Karabekir ve Fevzi Çakmak gibi Kurtuluş Savaşı kahramanları için anma toplantıları düzenletti.
Daha önce söz etmiştik, Karabekir yıllarca karalanan, unutturulmak istenen bir isimdi. Mareşal Çakmak da öyle...
19 Mayıs’ta da yine böyle bir tören düzenlendi. Törende bir kısmı ilk defa yayınlanan görüntüleri içeren bir elektronik disk medyaya dağıtıldı. Bu diskte önemli bir ayrıntı, güncel haber kovalamacası içindeki biz gazetecilerin dikkatinden kaçtı. Sonra izleyince fark ettim ki, görüntüler ağırlıkla Atatürk’ün Başbakanı Celal Bayar ile çıktığı yurt gazilerine aitti.
27 Mayıs’ın 50’inci yıldönümüne bir kaç gün kala Genelkurmay’ın böyle bir vurgu yapması tesadüf olamazdı.
O törendeki paneli yöneten değerli tarihçi Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in tavsiyesiyle Başbuğ’un yaptığı konuşmayı bir kez daha ve dikkatle okuyunca, önemli ayrıntıyı fark ettim.
Başbuğ’un konuşmasında, Atatürk’ün duygusal değil, akılcı karar veren bir lider olduğunu anlatırken Celal Bayar’ın bir sözünden alıntı yapıyor, “Üçüncü Cumhurbaşkanımız” saygı vurgusunu ihmal etmiyordu.
50 yıl önce üçüncü cumhurbaşkanını Çankaya’dan apar topar alıp, Yassıada’da idam cezasına çarptırılmasına yol açan, Başbuğ’un o dönemki selefi Cemal Gürsel idi.
Ama bu rastlantı değildi. Başbuğ, 25 Nisan’da, Mareşal Çakmak’ı anma töreni ardından gazetecilerin soruları üzerine açıklama yaparken de şunu söylemişti:
* “Türkiye elbette 1960’lardan beri benim jenerasyonum en azından benim de yaşadığım geçmiş dönemlerle ilgili elbette Türkiye’de bazı olaylar yaşandı. Ama biz diyoruz ki Silahlı Kuvvetler olarak, bugün artık bu olayların geride kaldığını biz değerlendiriyoruz. Ayrıca, bu süreçte yaşanan olaylardan bakın herkesin, kendi payına düşen bölümlerinden gerekli dersleri de çıkardığını düşünüyoruz.”
Başbuğ, bu konuşmasında, daha önce demokrasiye karşı olanların artık orduda “barındırılmayacağını” söylediğii de vurgulamış.
Yeter mi? Belki tam bir arınma için daha net ifadeler gerekiyor. Daha önemlisi, söylemde olduğu kadar eylemde de demokrasiye bağlı olmak, bağlı kalmak.
27 Mayıs 1960’da Harbiye’yi sokağa döken son sınıftaki ağabeylerinden yedisinin, beşi orgeneral, ikisi korgeneral rütbesiyle 2002 Ağustos ayında aktif görevde olması ve Kasım’da AK Parti’nin tek başına hükümet kurmasıyla belli ki depreşen darbe nostaljisinin, sivillerden de önce Gürsel’in bir başka halefi, Başbuğ’un bir başka selefi Hilmi Özkök tarafından engellenmiş olduğu inancı bugün yaygınlaşıyor.
Türkiye değişiyor. Ne var ki, değişim her kurumda, her alanda aynı viteste, aynı özelliklerde olamıyor; yine de asker-siyaset ilişkileri bu değişimden payını alıyor.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Dünyanın vicdanı gemilerle gidiyor



Fehmi KORU / YENİ ŞAFAK 29.05.2010

İsrail savaş kabinesi sürekli toplantı halinde... Hükümet sözcüleri günde birkaç kez tehdit mesajları yayınlıyor... Büyükelçiler de haraketli, limanların sahibi ülkelerin dışişleri bakanlıklarına protesto üstüne protesto yağdırıyorlar... En son bilgi şu: Gemiler İsrail karasularına girdiğinde operasyon başlayacak, ancak neler olup bittiğini dünya görmesin diye özel bir elektronik karartma mekanizması kullanılacakmış...

Yapar mı, yapar; İsrail bu...

'Gemiler' denilen, İsrail'in üç yıl boyunca üstünden kuş uçurtmadığı ambargo altındaki Gazze'ye âcil ihtiyaç duyulan gıda ve tıbbi malzeme taşıyan dokuz gemi... Aralarında İsrail ve Filistin uyrukluların da bulunduğu hemen her ülkeden barış gönüllüleri 'Özgürlük Filosu' adı verilen girişimin başarıya ulaşması için gemilerde bulunuyorlar.

Dünya, Gazze'de süregiden insanlık ayıbına karşı tek bir yumruk olmuş; ölümü göze alan gönüllüler dünyanın vicdanını temsil ediyor...

'Savaş kabinesi' eşliğinde İsrail'in tehditleri, gemi ufukta belirdiğinde saldırıya dönüşürse ne olacak? İsrail bu soruya, gemide bulunan herkese, "Ya ülkenize dönün, ya da hapse gireceksiniz" tercihinin sunulacağı cevabını veriyor. Bazı aklı evveller, gemilerle gelenler için, Gazze'den İsrail topraklarına fırlatılan füzelerin sergilenmesini ve dört yıl önce kaçırılan İsrail askeri Gilat Şalit'le ilgili bilgi verilmesini teklif ediyormuş...

İnsan dehşete kapılmadan edemiyor. Tek bir askerine karşılık 1,5 milyon insanı rehin tutan bir ülke İsrail; evlerde imal edilmiş uyduruk roketleri 'tehdit' olarak gösterebilecek kadar da yüzsüz... Dört bir yanı kuşatılmış bir alan Gazze ve orada yaşayanları, İsrail, en temel ihtiyaçlarını karşılayacak imkânlardan mahrum tutuyor.

Bütün dünyanın gözü önünde "En iyi Filistinli, ölü Filistinlidir" tezini devlet politikası olarak uyguluyor İsrail... Gıdasızlıktan veya tıbbi malzeme yoksunluğundan, hayatlarını kaybedenler için kefen bezi bulunamadığı oluyor.

Çeşitli ülkelerden insanlık onuruna düşkün kişilerin katıldığı 'Özgürlük Filosu'nun bugün Gazze'ye ulaşması bekleniyor. Gemilerin biri Türkiye'de İnsani Yardım Kuruluşu İHH tarafından temin edildi ve geziye katılanlar arasında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları da var. İsrail'in ültimatom verdiği ülkeler arasında Türkiye de bulunuyor.

Herkesin korktuğunu yapabilir mi İsrail, gemileri içindeki insanlarla birlikte hedef alan askeri bir harekâta girişebilir mi? İnsani yardımın Filistinlilere ulaşmasını engelleyebilir, yardımı getirenleri tutuklayabilir mi?

Sorular lüzumsuz bir tedirginliği değil, Benjamin Netanyahu ile Avigdor Liebermann ikilisinin başbakanlık ve başbakan yardımcılığı koltuklarında oturduğu bugünkü İsrail hükümetinin korkutucu özelliklere sahip olduğu bilgisini yansıtıyor. Netanyahu 'çözüme yakın' hale getirilmiş Filistin sorunu için bugüne kadar kat edilmiş mesafeyi önemsemiyor; 'iki devletli çözüm' görüşünü benimsemiyor. Lieberman ise Yahudi yerleşim merkezlerinin Filistin toprağı olarak ayrılmış bölgelerde inşasına devam için özel çaba gösteriyor.

Irak'ın işgali süreci, Netanyahu'nun önceki başbakanlığı döneminde kendisine danışmanlık yapmış Neo-Con Grubu'nun bir çalışmasına dayanıyordu... Netanyahu hükümeti Batılı ülkeleri İran'a daha sert davranmaları için teşvik edip duruyor; bazen "Yoksa ben tek başına yaparım" tehdidini de savurarak...

Türkiye başta olmak üzere 'Filistin sorunu'na çözümden yana yaklaşan ülkeler henüz seslerini çıkarmadılar 'Özgürlük Filosu' konusunda; oysa çıkarmalılar... Yalnızca eli tetikte bekleyen İsrail'i yanlıştan caydırmak için değil, bir grup vicdanlı insanın başlattığı bu girişimi Gazze'ye uzanan sürekli bir yardım eline dönüştürmek için de bu gerekli.

28 Mayıs 2010 Cuma

Bana ‘yandaş’ diyen dilber!



Ahmet KEKEÇ / STAR 28.05.2010

Biri, “Benim yolum onun yoludur” diyor... 2011’e kadar onun yolunu gözleyecekmiş... “CHP’ye genel başkan oldu, bakalım lider de olacak mı?” diyor ve ilk seçimde oyunu Kılıçdaroğlu’na vereceğini müjdeliyor.

Bir diğeri, “Kılıçdaroğlu’nu dinlerken kendimi tutamadım, ağladım” diyor.

Neye mi ağlamış?

Kemal bey’imiz, “Basın özgürlüğü, özgürlüklerin en mühimidir” gibilerden bir laf etmiş de... Ona ağlıyor.

Biri, köşesinde coşmuş, “Beni dinlerse, alır götürür bu Kemal” diyor.

Biri, “Coşkun bir ırmak gibiydi. Şimşek gibiydi. Gözlerimi kapatıp dinledim. Sessiz bir devrim gerçekleşiyordu. Tarihe tanıklık etmenin kıvancını yaşadım” mealinde laflar ediyor.

Bir diğeri, “Ahmet Kekeç niçin panikledi acaba?” diye soruyor. Muhtemeldir ki, o da tarihe tanıklık etmenin kıvancını yaşıyor...

Biri, “İşte benim liderim. Bilge, mütevazı, üzerine halk kokusu sinmiş” diyor.

Biri, “Recep Bey asıl şimdi korksun” diyor.

Bunlar bağımsız, bağlantısız, tarafsız gazeteciler...

Biri de, Kılıçdaroğlu konuşurken sandalyeye (bir rivayete göre masaya) çıkıp alkış yaparken yakalanmış... Basın piyasası iki gündür bu haberle çalkalanıyor.

Bir değil, iki kişi bunlar.

Nöbetleşe mi çıktılar sandalyeye? İtiştiler mi? Hiyerarşiye uygun mu davrandılar?

Biri (yaşlıca olanı), bir basın kuruluşunun başkanlığını yapıyor. Eski bir gazeteci. Derler ki, 27 Mayıs darbesine katkılarından dolayı MBK tarafından ödüllendirildi, Londra’ya “basın ataşesi” olarak atandı.

Hizmetinin karşılığını bugün de almaya devam ediyor: VIP’te seyahat ediyor. Gazetecilikten emekli olmasına rağmen, “milletvekili emekli maaşı” alıyor. Sayılıyor, seviliyor, itibar görüyor...

Bir ara, Kenan Evren’in “olur”uyla açılan SODEP’te siyaseti denedi, genel başkan yardımcılığına kadar yükseldi. Başarısız oldu. Siyasi hevesini başkanı bulunduğu basın kuruluşunda “siyasi yargılamalar” yaparak gideriyor. İyi bir adamdır... Benim de ahbabımdır...

Diğeri “alkışçı gazeteci” daha genç...

Doğu aksanıyla konuşuyor.

Daha doğrusu, doğu aksanıyla Nişantaşı Türkçesinden elde edilmiş tuhaf bir lehçeyi temellük etmiş durumda. Biraz militan bir arkadaşımız. İktidar partisinin yapıp ettiği her şeye karşı... Açılıma karşı, demokratikleşmeye karşı, AB’ye karşı, Recep Bey’e karşı, Abdullah Bey’e karşı.

Karşı olmadığı tek şey, “CHP taraftarlığı...”

Bir ara (Baykal döneminde) siyasete girer gibi oldu, tutturamadı.

Kendisine sorsanız, “tarafsızım” diyecek.

Fakat işte, ustasıyla birlikte, Kılıçdaroğlu’nun konuşmasını alkışlarken enselendi ve yandaşlığın kitabına “kapak” oldu.

Dün bir haber portalında beyanatını okudum. “Alkışlamadım” diyor.

Bir başka yayın portalında ise tersini söylüyor: “Alkışlamış olabilirim de, olmayabilirim de... Hatırlamıyorum...”

Kurultay’ı izleyen Elif Çakır da diyor ki (bu arada hoş gelmiş) “Tam önümdeydiler. Ayakkabılarını çıkarıp masanın üzerine fırlamış, Kılıçdaroğlu’nu alkışlıyorlardı. Tam da, ‘bir foto muhabiri yok mu bunları çeken, hani Anayasa oylaması esnasında milletvekillerinin pusulalarına kadar fotoğraf çeken Milliyet muhabirleri nerde’ diyecektim ki, bir anda kendilerini kaybettiklerinin farkına vardılar ve hemen toparlanıp yerlerine oturdular.”

Buyurun işte... “Yandaş” mı dersiniz, “candaş” mı dersiniz, “yoldaş” mı dersiniz, “partizan” mı dersiniz!

İşte size el değmemiş, gün yüzü görmemiş taptaze yandaşlık örnekleri.

Kılıçdaroğlu’yla kifayet etseler, öpüp başımıza koyacağız.

Darbe dönemlerinde de masadan inmiyor bunlar...

27 Mayıs 2010 Perşembe

Siyaset meydanımızda ‘kötülüklerin anası’ olarak 27 Mayıs darbesi...



Hasan CEMAL / MİLLİYET 27.05.2010

Bir askeri darbeden, 27 Mayıs’tan bu yana elli yıl geçti.
Yarım yüzyıl sonra bile 27 Mayıs’ı haklı ve meşru sayanlar var mı?
Evet var.
Bir başbakanı, bir dışişleri bakanını, bir maliye bakanını idam sehpasına gönderen, partilerini kapatan, üyelerini hapse atan, siyaset yasağı koyan bir darbe hâlâ savunuluyor mu?
Evet savunuluyor.
Gerekçe malûm:
“Demokrat Parti(DP) iktidarı 1960’da dikta rejimine gidiyordu, asker bir darbeyle yolunu kesti?..”
Biliniyor, DP iktidarı hak ve özgürlükler açısından sütten çıkmış kaşık değildi. Özellikle basın özgürlüğünün kolunu kanadını kırmış, muhaliflerini susturmak için de olmadık tertiplere yönelmişti.
Ama ne var ki, bunun karşılığı askerin darbe yapması değildi.
DP ile seçim sandığında hesaplaşılsa, CHP muhalefeti darbe yerine ‘millet iradesi’ni savunsa, Türkiye’de demokrasinin geleceği açısından çok daha isabetli olurdu.
Ama olmadı.
CHP darbeye destek verdi.
27 Mayıs, Türkiye’de siyasal kutuplaşma ve istikrarsızlığın tohumlarını attı. Askerin siyasete daha çok karışmasını mümkün kılan, sivil siyasetin alanını daraltan, böylece yeni darbelere kapı aralayan bir rejim yarattı.
27 Mayıs olmasaydı, Türkiye’de 12 Mart, 12 Eylül darbeleri de olmaz, bir 28 Şubat, bir 27 Nisan da yaşanmaz, 2000’lerdeki Balyoz, Sarıkız, Ayışığı gibi tertipler de sahneye çıkmazdı.
27 Mayıs’ın, son yarım yüzyılın siyaset meydanında ‘kötülüklerin anası’ olarak tarihe geçtiğini düşünüyorum.
27 Mayıs sonrası yaşanmış olan askeri darbe ve tertipler ise bu ülkenin ‘asker sorunu’na işaret eder.
Biliyorum, hemen akla şu soru geliyor:
Asker sorunu var da, sivil sorunu yok mu Türkiye’nin?..
Elbette var.
Askerin siyasete karışmasına çanak tutan, darbecilik zihniyetini bitirecek kurumsal düzenlemelere boş veren, demokrasinin gereği olan reformlara yan çizen, aş ve iş meselesini çözüm rayına bir türlü oturtamayan siyasetçiler de bu ülkenin ‘sivil sorunu’dur.
Ama bu sorunu çözmek askerin işi değildir.
Yine sivilin işidir.
Sorunları çözemeyen ‘sivil’ seçim sandığında gider, ‘öteki sivil’ halkın oyuyla iktidara gelir. Bu iş partilerin işidir, askerin değil.
Asker, demokrasilerde sivili bahane ederek siyasete karışamaz.
Asker, demokrasilerde seçim sandığından çıkan ‘sivil otorite’ye bağlıdır.
Asker, demokrasilerde siyasal parti gibi davranamaz.
Asker, demokrasilerde devlet içinde devlet konumunda olamaz.
Türkiye bu açılardan sorunlarını, 27 Mayıs’tan elli yıl sonra bile çözebilmiş değildir.
Hazin olan budur.
Ak Parti hükümetiyle Avrupa Birliği’ne uyum çerçevesinde, özellikle 2000’lerin ilk yarısında önemli adımlar atıldı, asker-siyaset ilişkileri konusunda.
CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülen son anayasa değişikliği paketi de -eksiği ve gediğine rağmen- bence bu çerçevede yer alıyor.
Ama daha yapılması gereken çok iş var.
Askeri gerçek demokrasilerdeki yerine koymak, bu ülkenin önünde duran ve yalnız iktidarın, Ak Parti’nin değil muhalefetin de, -tabii en başta CHP’nin- vereceği bir ‘demokrasi sınavı’dır.
Acıklı olana gelince:
27 Mayıs’ın üzerinden elli yıl geçti ama biz hâlâ ‘asker sorunu’nu tartışmaya devam ediyoruz.

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Kılıçdaroğlu Aydın Doğan’a, araziye imar sözü mü verdi



Rasim Ozan KÜTAHYALI / TARAF 26.05.2010

Kılıçdaroğlu yeni genel başkan oldu... Doğan Medyası Baykal’a kalleşçe komplo kurulduğundan beri “Kılıçdaroğlu basın bülteni” olarak çıkıyor. Genel başkan değişimi olunca CHP’nin iktidara geleceğine olan inançla coştukça coştular. Biliyorsunuz daha evvel Deniz Baykal bana “Kimi medya organları tavırlarıyla bu kalleş komplonun içinde olduğu izlenimi uyandırıyor” demişti...

Kurultay sonrası malum medya organlarının tavrına baktıkça insan Baykal’a ister istemez hak veriyor. Baykal hedeflendiği gibi istifa ettirildi, Kılıçdaroğlu başa geldi, operasyon tamamlandı, Baykal Kılıçdaroğlu’ya desteğini açıkladı. Fakat malum medya hâlâ Deniz Baykal’a yönelik psikolojik harp yapmaya devam ediyor... Zamanında Ahmet Kaya’ya ve Orhan Pamuk’a nasıl sistematik psikolojik harp operasyonları yaptılarsa, şimdi bir benzerini Baykal’a yapma gayretindeler. Zamanında yaltaklandıkları Baykal’ı şimdi tamamen gömmek tek hedefleri... Baykal zihniyetine en muhalif olan bizlere de bugün Baykal’ın hakkını, hukukunu bu “eski yandaşlar”a karşı korumak düşüyor...

***

Baykal: Hem Hürriyet hem Habertürk yalan söylüyor!

Emniyet Kriminal İnceleme, malum alçak komplo kasetindeki kişilerin kimliğinin tesbit edilemediğini belirtiyor raporunda. Fakat Hürriyet gazetesi “Emniyet raporunu ele geçirdik” diyerek komplo kasetteki kişilerin Baykal ve Baytok olduğu yalanını manşete çekiyor. O raporu ele geçirdiyseniz orada öyle yazmadığını haber yaparsınız. Ya kasıtlı yalan yazıyorsunuz, ya da ele geçirmediniz yine yalan yazıyorsunuz... Olmayan haritaları Ahmet Kaya’yı karalamak amaçlı manşetlerinize koyduğunuz gibi, şimdi de olmayan Emniyet raporlarını Baykal’ı karalamak için manşete çekiyorsunuz... Yine yalan, yine psikolojik harp...

Zamanında Ahmet Kaya’ya ürettikleri yalan haberler üzerinden saldırmaktan çekinmemiş eski Hürriyet’çi Fatih Altaylı da Deniz Baykal’ın 340 bin dolara tekne aldığını yazdı dün. Aynı psikolojik harp haberleri gibi bu da külliyen yalan. Nitekim Deniz Baykal Fatih Altaylı’ya 24 saat süre verdi. Bu yazdığının baştan sona yalan olduğunu Altaylı açık açık köşesinde yazmazsa Deniz Baykal Fatih Altaylı ve Gazete Habertürk aleyhine okkalı bir dava açacak... Kendisi dün bana bunu bizzat söyledi...

***

CHP’lilerden “Aydın Doğan ile anlaşıldı” iddiası

Öte yandan özellikle Doğan Medyası’nın Kılıçdaroğlu’ya verdiği destekle ilgili iki CHP milletvekilinden duyduğum bir iddia var... Bu CHP’li isimler Kılıçdaroğlu-Sav ikilisiyle Aydın Doğan arasında bir sözlü anlaşma yapıldığını iddia ediyorlar. O sebeple kalleş komplonun olduğu ilk günden bu yana Baykal’ı bitirmeye yönelik bir politika izlenmiş, Kılıçdaroğlu bir kahraman gibi sunulmuş...

İddiaya göre bu operasyon sonunda CHP iktidar olacak. Bu yeni Kılıçdaroğlu iktidarı hem Aydın Doğan’ın vergi cezaları meselesini hal yoluna koyacak hem Doğan’ın Hilton arazisine yapmak istediği projelere de tam izin çıkacak, özellikle Önder Sav’ın bunun sözünü Kılıçdaroğlu’nun da onayıyla Aydın Doğan’a verdiğini söylüyor bu CHP’li vekiller...

Bunlar doğru mu bilmiyorum, Kılıçdaroğlu kamuoyunda böyle kirli pazarlıklar yapmayan birisi olarak sevildi, benimsendi... Doğru olduğuna inanmak istemiyorum, fakat ben Kılıçdaroğlu’nun nefret ettiği Önder Sav’la “iktidara ulaşmak için” böyle işbirliğine gireceğine de inanmak istemezdim. Önder Sav ile aynı MYK listesinde olmak istemeyen bizzat Kılıçdaroğlu idi. Önder Sav zihniyetinden nefret ettiğini özel konuşmalarında söyleyen Kılıçdaroğlu idi. Fakat Deniz Baykal’a göstere göstere ihanet eden, sabah “Delegelerin oyları cebimde, genel başkanımız Baykal olacak” deyip öğleyin “Baykal’la siyaseten yollarımız ayrıldı” diyebilen Önder Sav’la kirli bir ittifaka giren ve partiyi tamamen Sav’a teslim eden de Kılıçdaroğlu idi... Kılıçdaroğlu “daha fazla güce ulaşmak” uğruna inşallah daha fazla yolunu şaşırmaz, düzgün ve dürüst imajını lekelemez...

25 Mayıs 2010 Salı

Laiklik, yoksulluk, Ergenekon



Ahmet ALTAN / TARAF 25.05.2010

Şimdi, öyle laf kalabalığına, bağırıp çağırmaya hiç gerek yok, sakin sakin ve işi nete getirerek konuşalım.

Biz, ordunun “darbe planlarını”, hazırlıklarını, lahikalarını, fişlemelerini ortaya koyup eleştirdiğimizde, CHP’liler ve her nedense CHP’yi desteklemeyi çok onurlu bir iş sanan medya üyeleri ne diyordu?

“Laiklik tehlikede, bu tehlikeyi önleyecek tek güç ordudur, siz orduyu güçsüzleştirerek laikliği tehlikeye atıyor, laiklik düşmanlarına yardım ediyorsunuz” diyorlardı.

Peki, sonra ne oldu?

En fazla “laiklik” davası güden, laiklik üzerinden büyük gerginlik yaratan Deniz Baykal’ı, “laikçi” CHP’lilerle laikçi medya, elbirliğiyle parti başkanlığından uzaklaştırdı.

Baykal yüzünden CHP’nin ilerleyemediğini söylediler.

Yerine, Kemal Kılıçdaroğlu “büyük umut” olarak geldi.

Kurultay konuşmasında “laikliğin” tehlikede olduğundan hiç söz etmedi.

Ve, CHP’lilerle CHP’li medya bunu çok beğendi.

“Laiklik” diye tutturan Baykal’ın gitmesinin CHP’nin önünü açtığını, bu söylemle halka ulaşılamadığını söylediler.

Demek ki “laiklik” tehlikede değilmiş.

Dün Nabi Yağcı çok haklı olarak soruyordu:

“Madem laik cumhuriyet tehlikede değildi niye bizi, ülkeyi böylesine bir kardeş kavgası içine ittiniz?”

Niye böyle bir gerginlik ve kavga çıkardınız?

Çünkü orduyu siyasetin içinde tutmak için başka bir mazeretiniz yoktu.

Darbeleri, muhtıraları ve Ergenekon’u, “laikliği tehlikeye atan AKP’ye karşı başka çare yok” diye savunuyordunuz.

Şimdi anlaşılıyor ki derdiniz laiklik değilmiş, derdiniz “ordunun vesayetini” ve Ergenekon’u savunmakmış, laikliği bahane yapmışsınız.

Halk sandığınız kadar aptal olmadığı için bu oyununuz tutmadı, CHP geriledi, siz çok üzüldünüz ve “laiklik” üzerinden siyaset yapan Baykal’ı atıp yerine Kılıçdaroğlu’yu getirdiniz.

Ordu vesayetini, darbeyi, Ergenekon’u “laiklik peçesi” arkasına saklanarak savunmaktan vazgeçtiniz.

Kılıçdaroğlu ne dedi?

“Yoksulluk” dedi.

Kılıçdaroğlu kurultayda konuşurken arkasındaki ekrandan kimlerin görüntüsü geçiyordu?

Ergenekon sanıklarının.

Kılıçdaroğlu yönetime kimleri aldı?

Aralarındaki bir iki istisnayı saymazsak, 12 Eylül Anayasası’nı, Ergenekon’u, darbeleri savunanları aldı.

Orgeneral Başbuğ’a danışmanlık yaptığı söylenen ve orduyu “demokrasinin deniz feneri” olarak gören bir iletişimci de yönetime girdi.

Zaten Kılıçdaroğlu, konuşmasında 12 Eylül Anayasası’nı, Ergenekon’u savundu.

12 Eylül Anayasası, Ergenekon ve ordu vesayeti açısından baktığımızda Baykal ile Kılıçdaroğlu arasındaki fark ne?

Öyle bir fark yok.

İkisi de aynı şeyi savunuyor.

Biri “laiklik” deyip savunuyordu, biri “yoksulluk” deyip savunuyor.

Bizim için bir politikacının hangi “bahaneyi” kullandığının hiçbir önemi yok.

Biz, o politikacının neyi savunduğuna bakarız.

12 Eylül Anayasası’nı savunanlarla, darbeciliği destekleyenlerle, Genelkurmay’ı “demokrasinin deniz feneri” gibi görenlerle, Ergenekon’un “avukatlığını” üstlenenlerle bir yakınlığımız olamaz.

Bunları savunanlara her zaman karşıyız, “laiklik” deseler de karşıyız, “yoksulluk” deseler de karşıyız, onların “peçelerine” değil fikirlerine bakıyoruz.

Kılıçdaroğlu’yu alkışlamamızı mı istiyorsunuz?

12 Eylül Anayasası’nı değiştirmek istediği, “kaos” yaratmak için devlet olanaklarıyla örgütlenen Ergenekon’a karşı çıktığı, “ordu vesayetini” lanetlediği gün bütün gücümüzle alkışlarız.

Öyle bir gün gelirse, o gün de siz Kılıçdaroğlu’yu yuhalarsınız zaten.

Sizin “laiklikle” de, “yoksullukla” da alakanız yok, siz “halk iradesinin” güçlenmesinden nefret ediyorsunuz sadece, devleti elinizde tutup rantı paylaşmak istiyorsunuz, bunun için de “darbecilik ve Ergenekonculuk” hep var olsun diye parçalanıyorsunuz.

Siz nasıl bir anayasa, nasıl bir ülke, nasıl bir demokrasi istediğinizi, Baykal’ın ya da Kılıçdaroğlu’nun hangi sözleri ve vaatleriyle bu isteklerinizi karşıladığını açıkça söylesenize, söyleyebiliyorsanız.

Hadi söyleyin, söyleyin de duyalım.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Size tatsız bir haberim var...



Serdar AKİNAN / AKŞAM 24.05.2010

Adını koyalım... Bu sabah Türkiye'de gerginlik, umutsuzluk diye bir şey kalmadı. Sokak rahatladı... Artık çok ciddi bir kitlenin oylarının yuvası belli. Kılıçdaroğlu bu rahatlamayı sağladı. Teslim edelim.
'Son ana kadar inanamıyorum. Ama inşallah Kılıçdaroğlu seçilir' demiştim.
Seçildi ve sokak gerçekten rahatladı. Yüzler gülüyor.

Fakat gazetecinin işi goygoyculuk yapıp, hoşunuza gidecek şeyleri yazmak değildir.

Evet AKP heyetinin birçok politikasını beğenmiyorum. Kıyasıya eleştiriyorum. Yıllardır yaftalarla geziyorum. Birçoğu benden hiç hoşlanmaz.
Umurumda değil. İnandığımı söyledim. Söylerim. Söyleyeceğim.
Şimdi okkalı küfürler edeceklerini
bilerek aynı açık, net, samimi eleştirileri CHP'nin bu yeni heyetine yapacağım.

Sayın Kılıçdaroğlu partinin yeni patronu olarak daha ilk günden tam bir hayal kırıklığısınız.

Hazırladığınız liste, tam bir ahbap çavuş ilişkisini yansıtıyor.
Bu vitrin Türkiye'nin son derece dar bir zihinsel, coğrafi, siyasi hattını kapsamaktadır.

CHP'nin kamuoyuna liste diye sunduğu bu yeni vitrin, bir iki isim hariç, yeni döneme ilişkin son derece endişe verici bir fikir vermektedir.
Bu rüzgarla CHP iktidar ortağı hatta iktidar bile olabilir... Şüpheniz olmasın.
Ama AKP ile 'metazori' entegre olunan yeni düzene kapsamlı bir alternatif yanıt üretecek bir pırıltı görebiliyor musunuz?

Bu vasat başta CHP'ye sonra bize, Türkiye'ye ne kazandırır?
Bir düşünün...

Yakın süreçte yoksulluk ve yolsuzluk üzerinden derin bir edebiyat yürür... Allah var... Karşılık alınır.

Ama bölgesel dengelere, enerji, çevre politikalarına, Atlantik ötesi ilişkilere, AB'ye ve vesaireye karşı sözü olan tek bir isim görebiliyor musunuz?
Bu heyetin hangi temel sorunumuza; yapısal sorunlarımıza; kapsamlı, kavrayıcı, etkili, vizyoner bir yanıtı olabilir?

Eğitim, sağlık, adalet, güvenlik konularında hamaset dışında ne sözü olabilir bu vitrinin?

Sadece CHP değil, maalesef Türkiye kaybeder kalibre sorunu olan bu zihniyetle.

Şu anda Başbakan Erdoğan'ın yüzü gülüyor. Neden biliyor musunuz?
Ciddiye alınamayacak kadar tüy sıklet bir yapı, tesadüfen karşısına çıktı...
Baykal'a bu zaman ayarlı suikastı yapanlar neyi hesapladı bilmiyorum.
Şayet bunu hesapladılarsa gerçekten şapka çıkartıyorum.
Türkiye'nin önünü şimdi gerçekten kestiniz.

23 Mayıs 2010 Pazar

Bursasporlu bir babaya mektup



Yiğiter ULUĞ / SABAH PAZAR 23.05.2010

Hatırlıyor musun babacığım, o akşam eve geldiğinde gözlerinin içi gülüyordu. "Bugün sevinmek hakkın çünkü Bursaspor gerçekten çok iyi bir takımı eledi. Yine de abartma, mahalledeki Göztepeli arkadaşlarınla alay etme sakın," demiştin. 70'lerin hemen başıydı. İzmir'de oturuyorduk ve Bursaspor, bir yıl öncenin kupa galibi Göztepe'yi yarı finalde penaltılarla elemiş, Türkiye Kupası'nın finalinde Eskişehirspor'la buluşmuştu. Hafta sonlarımız Altay'ın, Göztepe'nin, bazen de Karşıyaka'nın maçlarında geçerdi ama sen Bursaspor'u tutar, bu arada Adnan Süvari'nin Göztepesi ile Abdullah Gegiç'in Eses'ine çok özel bir hayranlık beslerdin. O takımlar modern futbolu Türkiye'ye tanıtmaya çalışan devrimcilerdi, senin gözünde... Ama Yeşil-Beyaz'ın yeri ayrıydı. 'Işıklar Askeri Lisesi'nin kalecisi' olarak tanındığın Bursa'da, sonraları da amatörce futbol oynamış, 60'ların başlarında Akınspor, Acar İdmanyurdu, Demirçelikspor, İstiklâlspor ve Pınarspor adlı beş amatör kulübün bir araya gelerek oluşturduğu Bursaspor'un ilk heveskârları arasında Pınarspor'da yer almıştın. Sonradan okuyup öğrenince anladım ki, o devir, yani sizin Bursa'yı futbol alanında temsil edecek birliği kurduğunuz günler, bambaşka günlermiş. Hem dünyada hem Türkiye'de... Bugünkü AB standartlarını ta o zamanlarda gündelik yaşamın erişilebilir çıtası haline getirmeye çalışan 61 anayasasıyla özgürlük rüzgârları esmeye koyulmuş, Anadolu'da kendini daha iyi ifade edebilme ve haritanın üzerinde bir yerlere koyma gayreti içinde olanlar, sporda, tiyatroda, müzikte, folklorde bir araya gelmeye başlamışlardı. Sen de askeri liseden sivil hayata dümen kıranlardan biri olarak, tutkunu olduğun oyunun, yaşadığın kenti anlamlandıran, aidiyet duygusunu güçlendiren bir şey olmasını arzuluyordun. 'Şehirli' ve 'sporcu' bir gençlik ateşiymiş sizinki...

ÜÇ BÜYÜKLERE İÇERLERDİN
Kurulmasının ardından, Bursaspor'un ikinci ligde geçirdiği sezonların sayısı bir elin parmaklarını bile bulmadı zaten... Mesut'lu, Ersel'li, Ahmet Tuna'lı ve çubuklu formalı takım kısa sürede birinci ligin de renkli ekiplerinden biri oluverdi. Sen en çok Mesut'a hayrandın, Mesut Şen'e... Onun çizgi üzerinde attığı çalımlara, yürür gibi adam geçişine, kalenin içine falsolu gönderdiği toplara... Milli Takım'ın bir İrlanda deplasmanında Mesut'un, bozuk parayı önce kösele ayakkabısının üzerinde sektirip, sonra da cebine sokması ve adamların aklını başından alması, en favori öykülerinden biriydi. Onun, futbol yaşamının sonbaharında Beşiktaş'a transfer olması, nasıl da üzmüştü seni, hatırlıyor musun? Üç Büyükler'in hemen hiç oyuncu yetiştirmeden, büyük bir açgözlülükle genç yetenekleri Anadolu kulüplerinin elinden koparıp almasına, sonra da onları büyük hoyratlıkla futbol tarihimizin çöp tenekesine göndermesine müthiş içerlerdin. Yetiştirenlere, kendi toprağından fışkıranlara, kısıtlı olanaklara karşın derleyip, toparlayıp takım edebilmişlere büyük saygın vardı. Bunun içindir ki Trabzonspor, şampiyonluk kupasını ilk kez İstanbul dışına kaçırdığında pek keyiflenmiştin. Ve durup durup, "Bir gün Trabzon'un arkasından başkaları da gelecek," derdin. Kimi kastettiğini anlar ama pek üstüne varmaz, ağzından Bursa'nın B'sini bile almaya çalışmazdım. İddialı bir adam değildin çünkü...

KAZANMAK DEĞİL, ADAM GİBİ OYNAMAK ÖNEMLİYDİ
Herkes doğup büyüdüğü toprağın takımını tutmalı, sokağından, mahallesinden çıkan adamları gidip alkışlamalıydı sana göre... Kazanmak değil, oynamak, ama adam gibi oynamak önemliydi. Ter dökmek, bedenin sınırlarını, dayanışmanın insana getirdiği olanakları sonuna kadar zorlamak ve tüm bunlara rağmen yine de başaramıyorsa kendisinden daha üstün olanın elini sıkmak, sporun alfabesinde ilk harfti. Senden hiçbir şeyi öğrenemediysem de, bunu öğrendim babacığım; yenilmeyi... Her seferinde daha iyi, daha güzel yenilip, yendiğim gün yenilenin halinden anlamayı... Senin ve 1971'de İzmir'de yapılan Akdeniz Oyunları'nın sayesinde sporun sadece futbol olmadığını çok erken bir yaşta öğrendim. Beni elimden tutup voleybol, basketbol maçlarına, atletizm yarışmalarına götürmüştün. Tabii bir de kule ve tramplen atlamaya... Klaus Dibiasi'yi gösterip, "Bak, bu adama dikkat et. Olimpiyat şampiyonu. Sırf o başarılı olabilsin, olimpiyatlarda madalya alabilsin diye İtalyan hükümeti onun yaşadığı küçük kasabaya kapalı yüzme ve atlama havuzu yapmış," diye çocukluk yıllarımın inci tanesi öykülerinden birini bir çırpıda anlatıvermiştin bana... İtalya'da Bolzano diye bir yer olduğunu ve oradan çıkan Dibiasi'nin, 1968'den 76'ya kadar olimpiyatlardan zengin bir madalya koleksiyonu yaptığını böyle öğrenmiştim. Onun heykelsi vücudunu, kuleden atlayıp bir zıpkın gibi suya gömülüşünü hayretle izlerken... Belki de bu yüzden, mıh gibi kaldı aklımda...

FUTBOLUN KISIR GÜNLERİ
Bursaspor'un Avrupa Kupaları'ndaki ilk ve en unutulmaz macerayı yaşadığı 1974-75 sezonunda, memleketi Kıbrıs'ta esir düşen kaleci Osman Uçaner'in yerine oynayan Rasim Kara ile yarattığı küçük çaplı mucizeler, koskoca Andy Gray'in takımı Dundee United'ı Deli Vahit'in inanılmaz füzesiyle geçmesi, ardından dönemin bileği bükülmez markası Dinamo Kiev karşısında ezilmeden top oynaması, 'İngiliz' diye bilinen Kemal'in döktürdüğü Avrupa Kupa Galipleri maçları, "İşte bak oldu. Bizim temelini attığımız takım, çıktı Türkiye'yi dışarıda temsil etti. Turlar geçti, devlerle başa baş oynadı," dedirtti sana... Sonra Sedat III ile kıvanç duydun, İzmir Atatürk Stadı'nın milli maçlara ev sahipliği yaptığı dönemde, Bursa'dan milli takıma çağrılan her futbolcuyla birlikte heyecanlanıp, kafanda "Acaba Coşkun Özarı falancayı oynatacak mı?" sorusuyla tribünlere koştun... Türk futbolunun kısır günleriydi. Sevinecek, gururlanacak pek az şey vardı. Bursaspor da ligde başaltı takım sayılmanın dışında bir şey üretemiyordu. O yüzden seninle şöyle doyasıya sevindiğimiz, havalara uçtuğumuz bir kare bulamıyorum. Bir Büyük Mehmet'in son dakikalarda gelen golüyle İzmir'de İsviçre'yi devirişimiz var, o kadar... 'Yemyeşil' kente Nejat Biyediç'in getirdiği heyecana, Musisi'nin başlattığı timsah yürüyüşüne, toprağı bol olsun, Macar Tulipan'ın golüyle kazanılan kupaya tanık olamadın. Ne tuhaf, ben çocukluk sevgilim Bursaspor'u tam da o kupayı kaldırdığı gün bıraktım babacığım, biliyor musun? Kupanın finali tarafsız bir saha yerine Bursa'da oynanınca... Seyirci avantajı yetmezmiş gibi, o dönemin başkanı Cavit Çağlar maçı acayip bir şova çevirince... Başlama vuruşundan önce sahanın ortasına helikopterle Bursalı maliye bakanı inince... Ruhumun kirlendiğini hissettim ve "Babam olsa o da bunları kaldıramazdı," dedim. Dört yıl kadar önce bir gün hasbelkader Saracoğlu Stadı'nda bir locadan maç izledim. Fenerbahçe ağırlıklı bir gruptu haliyle... Bir sezon önce Denizli'de, son maçta kaçan şampiyonluğu tartışıyorlardı. Memleketin anlı şanlı, çok saygın, artık usta mertebesine erişmiş reklamcılarından biri, purosunun dumanını savurarak "Onu bunu anlamam arkadaş," dedi: "Suç bizimkilerde. Maç 16 dakika uzatılmış, o arada o maçı satın alamayan yönetime ben yönetim demem."

BİLİRSİN HİÇ İÇMEM ASLINDA...
"Peki öyle alınmış maça, öyle kazanılmış şampiyonluğa utanmadan sevinebilecek miydiniz?" diye sormadım. Bana kulak vermeyeceği besbelliydi. İnsanların, hatta takımların dakikalar içinde kiloyla alınıp satıldığı bir dünyadan geliyordu üstat... Ve onun gözünde sahada canını dişine takarak ter dökenlerin birer böcekten farkı yoktu aslında... Ağzında purolarla localarda oturanları eğlendiren, onları muktedir kılan zavallı gladyatörler... Sen bana böyle anlatmamıştın babacığım... Muhtemelen senin arkadaşların da böyle anlatmadılar çocuklarına... Onun için Bülent Ortaçgil'in dediği gibi "Biz hiç kaybetmedik desem yalan..." Ama güzel kaybettik be babacığım, adam gibi kaybettik. Sonunda geçen pazar, 16 Mayıs gecesi, ruhun yukarıda, bulutların üzerinde bir yerlerde bayram ederken, belki de çok sevdiğin Vedat Okyar'la kadeh tokuştururken, sessiz bir çığlıkla sevindim ben de... Senin Bursaspor'un, Trabzon'dan sonra -ama çeyrek asır sonra- şampiyonluğu İstanbul'dan kapan Anadolu takımı olarak tarihe geçmişti artık. Etrafımdaki Fenerli dostları, en çok da saf bir sarı-lacivert aşkı babasından miras almış yol arkadaşımı üzmemek için, bağırmadan, çağırmadan, abartmadan bir selam göndermek istedim sana... Vaktin gece yarısını geçtiği dakikalarda, el ayak çekilince bir kadeh şarabın yanında bir sigara yaktım -bilirsin hiç içmem aslında. Günün anlam ve önemine uysun diye bir Bafra bulabilseydim keşke... Yoktu. Filtresiz bulmak çok zor artık. Derin bir nefesle kutladım seni babacığım.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

CHP madenlere inecek mi?



Mehmet ALTAN / STAR 22.05.2010

Sabah uyandığımda iki işçinin cesedi hala madendeydi... Çıkarılanlarında üçünün kimliği belirlenememişti...

Siyasallaşan ama insan ölümlerine aldırmayan Türkiye’de...

... izleyebildiğim kadarıyla muhalefetten hiç kimse Zonguldak’taki dramın peşine gitmemişti...

CHP’de “parti içi iktidar” olmak her şeyden önemliydi... Hâlbuki “emekten yana” olduğunu iddia eden bir partinin tüm varlığıyla Zonguldak’a yığılması ve bu cinayetlerin önlenmesi için sonuç alıncaya kadar demokratik bir isyana kalkışması gerekmez miydi?

Madendeki insanlarımız neden boş yere ölüp duruyorlar?

“Uluslararası Çalışma Örgütü”nün 176 sayılı “Madenlerde İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Sözleşmesi”ni imzalamadığımız için...

Bunu imzalayıp, etkin bir şekilde uygulasak kimse ölmeyecekti...

Önlem almak yerine insan öldürmeyi daha “ekonomik” bulan ve buna siyaseten göz yuman herkesi “seri katil” olarak ilan etmek gerekir...

Bugünkü CHP Kurultayı “madenlere inen” bir CHP yaratabilecek mi acaba?

***

Dün de yazdım...

Üretim çok düşük...

Maliyet de çok yüksek...

Can güvenliği de yok...

Gereğini yapmayacak isek, buraları “seri cinayetler” için mi açık tutuyoruz?

***

Baktım çok erken saatlerden itibaren posta kutum dolmaya başladı.

“Mehmet Bey, ben de ocakların kapatılmasına farklı açıdan baktım, size katılıyorum.”

Başlıklı ilk mesajda şunlar yazılıydı:

“Tam 12 bin çalışan. Verimlilik, üretkenlik kimsenin derdi değil.

Çıkartılan kömür miktarı düşüşte ve kalitesiz. Bir zamanlar 4-5 milyon ton üretim varken, geçen yıl 2 milyon ton bile değil.

Kömür fiyatları 2007’de tonu 105 TL’den, 2009’da 200 TL’ye çıkmış, neredeyse ikiye katlanmış. Sattığı malın fiyatı ikiye katlanan bir işletme 2009’da 400 milyon TL zarar etmiş. Bu zarar da halkın cebinden vergilerle karşılanmış. Son 10 yılda yaklaşık 4 milyar TL zarar.

Sn. İshak Alaton’un birkaç yıl önce bir hesabı vardı. Zonguldak’ta işçilerimiz o madene hiç inmese, evlerinde otursa ve her ay maaşlarını evlerine göndersek ve çıkarttıkları o kömürün daha kalitelisini ithal etsek, Türk milletinin milyonları cebinde kalacak. Dün kendisi ile konuştum. Bu şartlar hala geçerli.

Bu ocaklar açık kalacak diye ısrar edip, halkın vergileri ile zararı karşılamak, sadece

kapanmasın diye pahalı marketten bile bile alışverişe devam edip kazıklanmaktan farklı değil maalesef.

Artık sağduyu ve mantık galip gelsin. İnsanımızı istihdam ediyoruz masalı ile ölüme gönderiyoruz. Yazıktır. Hem paramızı hem emekçimizi gömdüğümüz o kara delik Zonguldak kömür madenini kapatmayı düşünmeye başlayalım.

Cem Toker,

Liberal Demokrat Parti Genel Başkanı.”

***

Arkasından bir ikincisi:

“Sevgili dostum,

Dün akşam CNN-Türk’te, dört günden beri Zonguldak’ta yas tutan Enerji Bakanı’nı izledim.

Aklımda kalan üç rakam:

15 bin kişi çalışıyor (TTK ve taşeronlar dâhil).

350 milyon lira harcıyoruz?

Röportajda yer alan muhabir, laf arası, ortalama 800 lira aylık için çalıştıklarını söyledi.

Benim bildiğim, her sene TTK 450 ila 500 milyon dolar zarar ediyor. Benim, senin, bizim cebimizden sokağa atılan 700 milyon lira...

Anladım, adamların ‘çalışan gibi’ yaparak, ‘para alır’ gibi hayatlarını karanlık tünellerde harcamalarını önleyemiyoruz.

Bari kafadan bir çarpma-bölme yapsak?

Bu adamları yeraltına indirmesek...

Her ay sonu, evlerine 800’er lira yollasak... Ve onları yeni meslekler için eğitsek...

Eğitmen parasını da buldum:

700 milyon zarar eksi 144 milyon dağıtılan aylıklar eşittir 556 milyon...

Zonguldak iki senede İstanbul olur!

Biraz devekuşu olmaktan vazgeçsek!

Sevgilerimle,

İshak Alaton”

***

Biliyorum herkes kurultay ile ilgili...

Siyaset insanların göz göre göre ölmesini önlemedikten sonra ne işe yarar ki?

Ve sorum şu, kurultay ertesi CHP madenlere inecek mi?

Şayet bu cinayet ekonomisi nedeniyle yaşanan ölümlere “dur” denmeyecek, yüksek ve kaliteli üretim, düşük maliyet söz konusu olmayacak ise, biz bu ocakları acaba neden kapatmıyoruz?

İnsanlar ölsün ve ülke fakirleşsin diye mi?

21 Mayıs 2010 Cuma

Büyük oyuncusun Baykal! Tebrik ederim!



Sevilay YÜKSELİR / SABAH 21.05.2010

Madem, o kasetteki sen ve Ankara milletvekilin Nesrin Baytok değildi.
Madem bu görüntülerdeki kişiler yan yana getirilmiş başka başka insanlardı.
Madem bu kaset tamamen düzmece resimlerden oluşturulmuş uydurma bir filmdi.
O zaman niye ilk gün Baytok'u da yanına alıp, basının karşısına çıkıp, "Eyyy ahali. Vallahi yalan! Billahi yalan! Külliyen yalan!" demedin?
Neden, kaset internete düştükten sonra 3 gün 3 gece bekleyip, ondan sonra istifa ettin?
Neden istifa konuşmanda sadece ve sadece, "Bu bir komplo" demekle yetindin?
Neyi düşündün?
Kasetteki kişinin gerçekten kendin olup olmadığını mı?
Yoksa kendi kendine; "Yav acaba bu ben miyim? Ben böyle bir şey yapmış olabilir miyim?" filan deyip, hafızanda gelgitler mi yaşadın?
Hadi senin dilin tutuldu. Nutkun tutuldu, bir şey diyemedin.
Eee peki, Nesrin Baytok hanımefendi niye, "En büyük sınavı eşim Can Baytok veriyor! Ailece atlatmaya çalışıyoruz bu travmayı!" demekle yetindi.
Niye kocası Bay Baytok er meydanına çıkıp, "Kim ulan benim karımın namusuyla ilgili böyle düzmece kaset hazırladı? Yakarım lan ortalığı" demedi de, sadece belediyelere sattığı bilgisayar fiyatlarının doğrularını açıklamak durumunda kaldı?
Nasıl yani Sayın Baykal, nasıl?
Sen şimdi uyduruk, kimin kim olduğu belli olmayan, düzmece bir filme mi kurban gittin?
Yani Türkiye'nin koskoca ana muhalefet partisinin genel başkanı olan koskoca sen, böyle bir ilişki yaşamamış olmana, böyle bir görüntün olmamasına rağmen mi istifa ettin?
Ne yaptın yahu? Nasıl yaptın böyle bir hatayı? Kim sana ne akıl verdi? Kim sana ne dedi de, sen gaza gelip bütün siyasi hayatını böyle sansasyonel bir jübile ile sonlanmasına izin verdin?
Anlat bize lütfen. Bütün gerçekleri anlat! Çünkü çok heyecanlı oluyor!

20 Mayıs 2010 Perşembe

Kılıçdaroğlu'nun bir fıkra olarak portresi



Salih TUNA / YENİ ŞAFAK 20.05.2010

Hem komplolar CHP'ye engel olamayacak diyor, hem de ilk çıkan "komploya" binip genel başkanlığa doğru yelken açıyor!

Gerçekten de enteresan bir adam...

Aday olmadan birkaç gün evvel de, "Genel başkanlık adaylığım söz konusu değil..." demişti.

Gerçi bu huyu yeni edinmiş değil: Onur Öymen'in Dersim konuşmasını Meclis'te alkışlamış, dışarıda isyan etmişti.

Daha sonra da, alkışlayan ve ardından alkışladığına isyan eden kendisi değilmiş gibi yapmıştı.

Türk siyasetine getirdiği en büyük yenilik de görebildiğim kadarıyla budur: Hiç yapmamış gibi yapmak!

Baykal'ın cumhurbaşkanı olmasından gurur duyacaklarını, bunun için de elinden gelen her şeyi yapacaklarını söylemesi de, aslında bu tuhaf halin tezahürü.

Yoksa...

Cumhurbaşkanı olmasından gurur duyacağını söylediği adamın, genel başkanlık koltuğuna göz dikmezdi.

Belki yine göz dikerdi, de, biraz utanır, ne bileyim biraz sıkılırdı. Bu, maşallah, gayet rahat!

Hayır yani, kaset olayını genel başkanlığa engel görüyorsa, Cumhurbaşkanlığına neden engel görmüyor?

Cumhurbaşkanlığını geniş meşrep bir makam mı sanıyor, nedir?

Madem kaset olayını komplo olarak değerlendiriyorsun, müstafi genel başkanının mezarını kazanlara yardımcı olacağına yanında yer alsana!

Dedim ya, özelliği bu: hiç yapmamış gibi yapmak. Hem satışın kralını yapıyor, hem de hiç yapmamış gibi.

Halbuki...

Bu öyle bir satış ki, Ertuğrul Beyciğim bile "bu proje tutar" hesabı, nehir kenarından ayrılarak, anında "Gandi Kemal"in trenine atlıyor.

Baksanıza ne diyor: "27 Mayıs'ın küllerinden Süleyman Demirel'i çıkarır. / 12 Mart'ın küllerinden Karaoğlan efsanesi doğar. / 12 Eylül, Turgut Özal gibi tarihi bir lideri yaratır. / 28 Şubat'ın külleri Tayyip Erdoğan'a yolu açar. / Bu dönemin haksızlıklarından ve korkularından da, işte böyle bir Gandi Kemal doğar. Yani kural değişmiyor: / Her otoriter dönem, her baskıcı yönetim, yeni bir lideri ortaya çıkarıyor..."

Bakmayın siz Demirel'i, Özal'ı, Erdoğan'ı "ortaya çıkaran" koşulların arasına kaynatıp yedirmeye çalışmasına. En az bizim kadar o da bilir ki, Kılıçdaroğlu, "otoriter yönetim" veya "baskıcı yönetim"in değil, mahut bir kasetin ürünüdür!

Bir de, "Gandi Kemal"i halk takmış demiyorlar mı? Yahu halk Gandi'yi nerden bilsin de taksın?

İlle benzetecekseniz "İsmet İnönü"ye daha çok benziyor. (Üstelik eski genel başkanı.)

Ecevit'in "Karaoğlan" olduğu döneme benzetenlere ya ne demeli?

Hitabeti, entelektüel birikimi, nerden bakarsanız bakın, zerre miskali alakası yok.

Tamam, ezkaza iktidara gelirse, "Enkaz devraldık" diyecek gibi bir hali var.

Tamam, yağ ve gaz kuyrukları döneminin Ecevit'ini bi ufaktan çağrıştırıyor. Ama bu "Karaoğlanlık" bittiğinde tebarüz eden bir hal...

Hepsi bir yana da, madem Karaoğlan'a benzetiyorsunuz, neden "Gandi Kemal" diyorsunuz; "Karaoğlan Kemal" desenize!

Uzun geliyorsa, "Kara Kemal" diye kısaltın.

Kara Kemal, İttihatçıların İaşe Nazırını hatırlatıyorsa, daha da kısaltın. Karaoğlan'ın "ka"sıyla, Kemal'in "ka"sını alıp sentez yapın: "Kaka" olsun.

"Umudumuz Kaka..."

"Halkçı Kaka..."

Bakın böyle oluyor. (Lakin "Kaka Kemal" denilmesin, o yakışık almaz.)

Canım yeter ki Brezilyalı ünlü futbolcuyu hatırlatsın, ziyanı yok. Zaten bir siyasetçiden çok, bir futbolcu gibi "ezbere" konuşuyor.

Mesela, bir gazetecinin, "Gerekirse Baykal'la yarışır mısınız?.." sorusuna, "Niye olmasın. Sonuçta adayız. Adaylık süreci içerisinde delegelerin verdiği oylara saygı duyacağız. Bu bir yarıştır. Bir galibi bir kaybedeni oluyor. Saygı göstermek zorundayız..." cevabını vermiş.

Bu ifadeler size, "Puan ya da puanlar almak istiyoruz... Lig uzun bir maraton...Çıkıp maçımızı oynayacağız... Kazanmak istiyoruz... Yenilmek de var yenmek de, futbolun güzelliği burada..." lakırdılarını çağrıştırmıyor mu?

Aslında bugün "Kılıçdaroğlu fıkralarını" başlatmayı düşünüyordum, ama dünkü yazımızdan biliyorsunuz, hiç keyfim yok.

Şimdilik Kılıçdaroğlu'nun portresiyle idare edin, ileride fıkralarına da bakarız.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Fenlenmiş Amigolar



Engin ARDIÇ / SABAH 19.05.2010

Ne diye bir tarafınızı yırtıyorsunuz? Kılıçdaroğlu seçimi kazanamaz ki!
Hafta sonu bozkırın ortasında kopacak olan küçük insanlar kavgasını kastetmiyorum, genel seçimi kazanamaz.
Baykal'a atılan aşağılık kazığı hiç utanmadan pek güzel kullandınız ama iş orada bitmiyor.
İçinizde en azgın, en saldırgan, en yüreği kararmış amigo bile "kazanır" diyemiyor zaten, beklentinizin üst çıtası en fazla yüzde 30...
Bu oyla da hükümet kurmak mümkün değil.
İstanbul belediye seçimlerinde yenildiğinde onu kazanmış gibi pazarlamak daha kolaydı, bu sefer işiniz zor. Gerçi sizde yüz surat mahkeme duvarıdır ama "oyları yükseltti ya" deyip sıyrılmak size hiçbir yarar sağlamaz. "Belediye seçimlerini genel seçimde ölçü almamak gerektiği" gibi her siyaset bilimi öğrencisinin okul sıralarında öğrendiği temel gerçek sizi etkilemez ama sonuç da değişmez.
Bu yarışta "oynayabildiğiniz" en umut verici küheylan, bir CHP-MHP koalisyonu... (Sarıgül'ü iyot gibi ne çabuk terkettiniz yahu? Size güvenmenin cezasını çekiyor adam...)
Aranızda sıkı solcu geçinen bazı serseriler MHP ile koalisyon yapmaktan utanmayacaklarsa, size birşeycikler demem.
Fakat merak ederim: Kılıçdaroğlu partinize genel başkan olursa, seçime kadar acaba "ne gibi solculuklar" edecektir?
Ev kadınlarına yüzer lira dağıtmak gibi dahiyane projeleri vardı...
Partinizin oy oranının yüzde 20'den yüzde 30'a "gayrımemnun AKP seçmeni" sayesinde çıkmasını bekliyorsunuz... Böyle bir kitle olduğunu bol keseden varsayarak tabii... Sizin Kılıçdaroğlu bunların önüne ne gibi bir sosyal havuç asabilecektir?
Dış politikayı mı tersine çevirecektir? İran gene düşman mı edilecek, Rusya ile Suriye'ye vize mi konulacak, Atina'da Tike ile Güllüoğlu'ndan sonra İskender kebapçısı, Mado dondurmacısı ve Simit Sarayı açılması mı engellenecektir?
Peki, "üçüncü sayfa ağızları" yapmayalım, akademik soralım: Emekli memur Kılıçdaroğlu bürokrasinin partisini halkın partisi yapabilecek midir? CHP'nin değişmesi mümkün müdür?
En fazla Ecevit'in "çakma solculuğu" kadar...
Çünkü "MHP ile koalisyon" umudu, hiçbirinizin solla molla ilgisi olmadığını kabak gibi gösteriyor. Ne sizin, ne de parti kodamanlarınızın.
Sizin derdiniz başka. Onu da biz biliyoruz.
Fenlenmiş amigolar... Zafer'e de, Aydın Bey'e de benden selam söyleyin, yıllardır bekledikleri "inşaat izinleri" hiç de çantada keklik değil.
Şimdiden yazalım da, sonra gene "morarma" durumları ortaya çıkmasın, bu iş Fenerbahçe'nin şampiyonluğuna dönmesin. Ama siz alıştınız artık "acıların çocuğu" olmaya...

18 Mayıs 2010 Salı

Locayı basanlar “Nerede o o....” diye bağırıyordu



Can DÜNDAR / MİLLİYET 18.05.2010

Fenerbahçe-Trabzonspor maçının hemen sonrası...
Taraftar, şampiyonluk sevinciyle sahaya fırlamış, oyuncularını kucaklamış; ancak ardından gelen “Şampiyon başkasıymış” açıklamasıyla elinden oyuncağı alınmış çocuk gibi yıkılmış.
Heyecanın birkaç saniye içinde hüsrana dönüştüğü anlar...
Zaferin yerini bozgunun almasıyla karnaval havası da birden hiddet dalgası şeklinde kabarıyor.
Derin hayal kırıklığı hızla şiddetli bir öfkeye evriliyor.
Önce stadın koltukları kırılıp devriliyor.
“Mücadelenizle hayata direniyoruz” diyen pankartlar ateşe veriliyor.
Şimdi kale arkasında, yukarıdan yağan sandalyelere karşı baraj oluşturmuş polisler var; bir de itfaiye araçları... Yanan tribünlere su sıkılıyor.
Kara bir duman, sarı lacivert balonların asılı durduğu kapalı tavanına üşüşüyor hızla...
Zafer tacı olarak hazırlanmış konfetiler alev alıyor.
Saat 23.00 olmuş; maç biteli 1 saati geçmiş.
Az önce “En büyük başkan” olarak selamlanan adam, şimdi öfkenin hedefinde...
Çılgın kalabalık, nefretini yöneltecek hedef arıyor.
Çıkış tünelinin körüğünü tekmeleyerek;
“En büyük taraftar/ yönetici sahtekar” diye bağırıyorlar.
O sırada 1907 locasından bir genç kız, aşağıda isyan bayrağı açanlara “Nankörler”diye bağırıyor.
Bağıran, Fenerbahçe yöneticilerinden birinin kızı...
5 dakika sonra 15-20 kişilik bir erkek grubu, (belki de öğlen Develi’de söz Cimbom’dan açılınca “Fenerbahçe büyüktür/küfretmez” diye sus işareti yapanlar) ağızlarında en gariz küfürlerle locayı basıyor: “Nerede o o...u” diyerek genç kızı arıyorlar.
Genç kız, yan kapıdan zor bela kaçırılıyor. Bir linç, kılpayı önleniyor.
Dayağı, kızı korumaya çalışan koruma yiyor. Sessiz koruma, kalabalık taraftar karşısında çaresiz, hırpalanıyor. Olay yerine gelen polise “Siz karışmayın, bu iç işimiz” deniliyor.
Polis gözetiminde tokatlar, yumruklar havada uçuşuyor.
Az sonra, stadı bir yangın yeri gibi bırakarak dağılan kalabalık, önce basın toplantısının yapılacağı konferans odasının kapısını tekmeliyor.
Yeniçeri ayaklanmasını hatırlatırcasına “kelle istiyor”. “Onları bize verin” diye haykırıyor.
Kimseyi bulamayınca stadın üst katlarına çıkan duvarlarda asılı fotoğraflardan alıyor hıncını...
Aziz Yıldırım’ın ve futbolcuların gülümseyen dev fotoğrafları birer birer devriliyor, yırtılıyor, tekmeleniyor.
Bir halk ihtilali havası var.
Kapıdakiler “Dışarı çıkmayın, orası daha kötü” diyor.
Kadıköy sokakları bir iç savaş görüntüsü yansıtıyor.
Polis, itfaiye, ambulans, özel güvenlikçiler oraya buraya koşturup isyanı bastırmaya çalışıyorlar.
Futbolcular ve yöneticiler içerde; kaçmanın, canlarını kurtarmanın bir yolunu arıyorlar.
Yerler kırılmış bira şişeleri, indirilmiş camlar, yırtılmış bayrak ve pankartlar, sönmüş balonlarla kaplı...
Sağda solda hıncını alamamış çubuk formalı Fenerliler ağlıyor.
Kör öfke, az sonra polisi de hedef alıyor.
Onların üzerine de bira şişeleri yağıyor.
“Bir spor müsabakası”ndan geceyarısı “Canımızı kurtardık, şükür” diye ayrılıyoruz.
İnsanoğlunun yenilmeyi sindiremeden yenmeyi öğrenemeyeceği gerçeğini bir kez daha acıyla idrak ediyoruz.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

2000... 2006... 2010...



Cem KUREL / LİGTV.COM.TR 17.05.2010


17 MAYIS 2000
Spor gazetecisi olmanın en kötü yanı duygularla mantığın, içinizden geçenle dışarıda olanın arasında kalmaktır...

Yıllarca parçası olduğunuz renklerin başarısına koşullanmış bir taraftardan, bilinçli bir spor insanına dönüşmeniz lazımdır ki; bu dönüşümün derecesi sizin spor adamlığındaki kalitenizi belirler...

Aynı durum, vatandaşlık bilinci için de geçerlidir...

Takıma fayda-ülkeye fayda arasında kalırsınız kimi zaman...

Tıpkı benim, 17 Mayıs 2000'de, tam 10 sene önce yaşadığım gibi...

Spor gazeteciliğine mola verdiğim, bir eğlence programınının yönetmenliğini yaptığım günlerde gelen UEFA şampiyonluğunda...

Fenerbahçeliliğimle Türklüğüm, kalbimle aklım arasında gidip gelen dakikalar, sarı-kırmızıyı Avrupa'nın tepesinde görmekten duyacağım rahatsızlığı bilmekle Avrupa'ya bir Türk takımının ders verişinin vereceği gurura özlem arasında bocalanış...



Ve tüm bu duygu gidip-gelişlerinin ardından kendimi, elinde Fenerbahçe bayrağı, Fenerbahçe'nin kalesi Bağdat Caddesi'nde tur atıyorken bulmam...

Her ne kadar hala Galatasaraylı dostlarımızla atışırken karşılığını bulamadığımız bir argüman olsa da; bize o günleri yaşatanlara şükranlarımızı sunup, aktüeliteye dönelim...


16 MAYIS 2010
16 Mayıs, düne kadar, biricik annemin doğum günüydü benim için... Eğer ki dün Fenerbahçe şampiyon olsa öyle kalmaya devam edecekti... Ama artık farklı...

16 Mayıs herşeyden önce 16'dır!
Bursa'dır... Şampiyondur!

16 Mayıs, Türk futbolunun ufkunun açıldığı gündür...
5. şampiyon, 6., 7., 8. şampiyonun müjdecisidir...

16 Mayıs, "Bizi şampiyon yapmazlar" diyerek işin kolaycılığına kaçan vizyonsuzları tarihe gömmüştür...
Bundan sonra Kayserilisi, Gazianteplisi, Eskişehirlisi ve diğerleri bu lafla uyutulamayacaktır!

16 Mayıs, çapsız yorumlarıyla ortalığı dedikoduya, şüpheye, çirkefliğe bulayan komplo teorisyenlerinin reziiiiiillll olduğu gündür...
Gazetecisinden siyasetçisine, taraftarından yöneticisine kadar; ya reyting için, ya belirli kesimlere sevimli görünmek için ya da sırf başkalarının başarısına saygı duyma erdemine yoksunluktan insanların onuruyla oynayanlar; topluma sundukları komplo teorisinin komedyaya dönüşmesiyle "boş beleş konuşan bir kaç adam" sınıfına girmişlerdir.

İçinde bulunduğu siyasi ortamın çirkinliğine bakmadan atıp tutan siyasetçi bir de şimdi konuşmalıdır...

Geçmişinde yaptığı hataları unutan hakem ve futbolcu eskileri bir de şimdi konuşmalıdır...

Daha bu sene ortaya çıkan skandalı göstermelik istifalarla geçiştirenler, bir de şimdi konuşmalıdır...

Kendi takımının lehine olan her şeyi "temiz" rakipleri lehine olan herşeyi "kirli" göstermeyi taraftarlarlık zannedenler bir de şimdi konuşmalıdır...

Komplo teorileri fos çıkmıştır... Kimi yerde "Tek adam", kimi yerde "3 büyükler" yönetiyor denilen lig, Anadolu'nun cesur ama mütevazı kulübünün zaferiyle bitmiştir...

16 Mayıs, Türkiye'de yaşanan her kötü olayı tek bir insana bağlayarak, herşeyi onun yönettiğini öne sürerek, farkında olmadan o insanı olduğundan daha büyük ve daha güçlü gösteren "Aziz Yıldırım Takıltılıları" bir kez daha komik duruma düşürmüştür...

Ve tabii ki 16 Mayıs, yıllarca unutulmayacak bir skandalın tarihe düşüşüdür...

Başkanından taraftarına, futbolcusundan teknik heyetine kadar koca bir camianın her ferdi alay konusu olmuştur...

Yaşanan bu rezalet, kaçan onlarca şampiyonluktan, rakibinizin UEFA'yı almasından, herşeyden ama herşeyden vahimdir...

17 kez şampiyonluk tacını giyen, ekonomik yapıda rakiplerine tur bindiren, öyle ya da böyle onlarca başarısı ya da başarısızlığı olan bu kulüp, tarihinin hiçbir gününde böylesine bir komedyayı sahneye koymamıştır...

Hesabı verilmelidir!


14 MAYIS 2006-16 MAYIS 2010
"Tekrarlanamayan başarı tesadüftür" sözü, Denizli'de kaçan şampiyonluğun tesadüf olmadığını da gösteriyor olsa gerek...

Ama Fenerbahçe'de verilmesi gereken hesap, son maçta kaçan şampiyonluk üzerinden yazılmamalı...

Dev bir rakibi sahasına hapseden futbolcuların, 90 dakikaya sığan becerisizliklik ya da rakip kalecinin başarısı yüzünden çizgiyi geçmeyen vuruşları, kelle koparmamalı...

Sorgulanan, zihniyet olmalı...

Tek hedefin lig oluşu sorgulanmalı... "Atletico Madrid ya da Fulham'dan kulüp olarak neyimiz eksik?" diyerekten...

Avrupa'da başarıyı sadece rakiplerinden izlemeye alışkın bir camiaya Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynatmanın ödülünü uçak biletiyle alan Zico'nun gönderilişi tartışılmalı...

"Ben Beşiktaş'ta oynamak istiyorum" diyen bir futbolcuyu ısrarla isteyip, ayağına gidip alan; ama -bence- kendi camiasının büyüklüğünü uçakta unutan ihtiras sorgulanmalı...

Altyapıdan tek bir futbolcu çıkaramayan, genç futbolcu transfer edip Anadolu takımlarına kiralamaktan öteye gidemeyen "Rent-A-Player" zihniyet masaya yatırılmalı...

Meslek onuru, peşinizden koşan milyonlarca insanın mutluluğu, her sene aldığı minik servetin karşılığını vermek gibi "haysiyet" meselesi olan kavramları umursamadan; "Büyük patron ofisi basınca" aklı başına gelip çalışmaya başlayan ama geçmişin kayıplarını kapayamayan yan-gel-yat rehavetçilik sorgulanmalı...

Eğer ki bunlar sorgulanmazsa, aktörler, "2006'yı 2007 ile kapattık, bunu da 2011 ile kaparız" diyeceklerdir ki; bu en büyük yanılgı olur..

Şöyle ki;
2006, 2 sene üstüste elde edilen şampiyonluğun ardından gelmiştir...
2010, 2 sene kaçan şampiyonluğun...

2006, ezeli rakibin 100. yılında elde edilen şampiyonluktan sonra ve kendi 100. yılından önce gelmiştir...
2010, 2 yılın sabırsızlığının ardından ve 2006 kabusu unutulmadan...

2006, yabancı bir sahada, can pazarındaki bir rakip karşısında, sindire sindire kaçmıştır...
2010, Kadıköy'de 55.000 çubuklunun gözü önünde, ununu elemiş bir rakip karşısında...

2006'da kaçan şampiyonluk bir tokat gibi vurmuştur...
2010, önce sahada timsah yürüyüşleri yaptırmış, ardından ağlatmış, cümle aleme rezil etmiştir...

2006 bir sportif olaydır...
2010 ise skandal!


BURSASPORUM.COM'A AÇIK MEKTUP
Açık ve net:

Başkan İbrahim Yazıcı haricindeki her Bursasporlu adına en az onlar kadar mutluyum... Sayın başkan tarihe geçmiştir evet, çok da başarılıdır ve alkışlanmalıdır; ama meslektaşıma atılan o tokat, hafızamdan asla silinmeyecektir...

Ama bu, benim Bursaspor'a duyduğum sevgiyi, hayranlığı zedeleyemeyecektir...

Ertuğrul Sağlam'dan başlayarak her futbolcu, her hoca, her masör, her temizlik görevlisi...
"Yeşil Beyaz"a emek veren her insan, 70 milyonca ayakta akışlanmalıdır...

Ama en fazla, taraftar alkışlanmalıdır...

Çünkü onlar, başarıya ve iktidara tapanlar arasına katılmamıştır...

Onlar başarıya değil renklere aşık olmuşlardır...

Onlar; Moda'da gezmeden Fenerbahçeli, Florya'da deniz kenarında çay içmeden Galatasaraylı, Dolmabahçe'ye arabayı çekmeden Beşiktaşlı olan; şehrinin takımını ise "Canım onu da tutuyorum tabii" yalanıyla öylesine destekleyenler listesine girmemiştir...

Ne dedim? Bursasporum.com...

Sevgili Numan, Cengiz, Ahmet, Aydın ve diğerleri...

Bakın buradan söylüyorum:

5 yıldır beni gece gece Bursa'ya çağırıp, salonlar tutup, organizasyonlar düzenleyip, nasıl şampiyon olacağınızı anlatıp, bir hayali kutladınız...

Buna beni de inandırdınız...

2 yıldır "Sivas şampiyon olsun" dedim diye bana kızdınız...

Eee, şimdi olmuşu kutlamazsanız, beni de oraya çağırmazsanız, iki elim yakanızdadır ona göre...


OLMAYACAK DUAYA AMİN
Dilerim seneye herkes, kendisi için istediği adaleti, saygıyı ve takdiri; başkalarına sunmaktan çekinmez...

16 Mayıs 2010 Pazar

Hayat ölü ele geçirilirken ne yapmıştın usta!


Umur TALU / HABERTÜRK 16.05.2010


HABERTÜRK’te Şükran Özçakmak iki gün üst üste “gaipten haberler” verdi! 10 yıl önceden. “İdam mahkûmu” olmadan, devletin cezaevinde “infaz ettikleri”nden. Kimi, mahkûm bile değil, sadece “emaneten” tutuklu iken.

MÜSTAHAK KÜLTÜRÜ

Önce 1999 sonunda Ankara Ulucanlar’ı, yani “Devlet Cezaevi”ni “ölü olarak ele geçirmişti” devlet. Oradan, medyanın üstüne bastığı 10 ceset çıktı! 2000 sonunda, tarihin en adi isimlerinden biriyle, “Hayata Dönüş” diye, devlete emanet canları “Ölüye Dönüştürme” operasyonu başladı.

12’si Bayrampaşa’da, 28 kişi de “hayata dönüşte ölü ele geçirildi”. Birisi “yasadışı sol örgüt üyeliğinden mahkûm” diye... Hatta tutuklu, hatta sadece sanık, o anda sadece zanlı olsa bile... “Ölümü hak etmiştir” diyen bir kültürde bunları sorgulamak kolay değildi ki...

BİLGİ, BELGE

“Zamanaşımı” girdabında; hükümet ve Jandarma’da “üst sorumlular”ı değil, o zaman 20’li yaşlardaki 39 eri “kasten adam öldürmek” ten sorumlu tutan iddianame bile 10 yıl sonra çıkabildi. Burası “demokratik hukuk devleti” ya... Hukuk “operasyondakilerin isimleri”ni talep etmiş; valilik üç kez soruşturma izni vermemiş, operasyondaki Ankara Jandarma Komando Özel Asayiş Komutanlığı ise “bilgi ve belgeye rastlanmadı” diye tersleyebilmişti. Bilgisiz, belgesiz korsan devletti sanki! İdare Mahkemesi kararıyla “bilgi ve belge” bulunabildi.

SUÇ ORTAKLIĞI

O günlerde birazcık aklıselim, devletin “adam öldürmek” suçuna nasıl battığını anlamaya yeterdi oysa. Savcılar için de, özellikle gazeteciler için de.

“Ceset fotoları”ndaki kanlı izlerin tuhaflığı bile yeterdi. 10 yıl sonra, “Kurşun yaraları bıçakla genişletilmiş” tespiti yapılıyordu. Ulucanlar’daki “kesik kulak,
çivili sopayla delik deşik bedenler” iddiaları nasıl hiç dikkate alınmadıysa, bunlar da hiç görülmedi. Çünkü, ülkenin büyük gazeteciliği katliamın yalakalığını yapıyordu!

CILIZ VE KORKAK

Hakikaten vicdan, insanı kovalar!

M. Y. E. Ö. Z. M.; Açın bakın attığınız başlıklara, çıkardığınız spotlara, yazdığınız haberlere, döktürdüğünüz köşelere.

10 yıl geciken mahcup ve titrek bir iddianame kadar bile yüreğiniz yok mu!

Hani, “Sahte oruç, kanlı iftar” başlığı atmıştın... Hani, onca cesedin çıktığı yere,“Ölüm orucu yaptığı sanılan birçok mahkûmun turp gibi olduğu görüldü” diye spot yazmıştın... Hani, “Mahkûmlar Kalaşnikof’la ateş açtılar... Örgüt liderleri mahkûmlara benzin döküp kibriti çaktı... Örgüt yaktı, jandarma kurtardı...” diye haberler çakmıştınız... Hani, “Hiç insana kendini yak emri verilir mi, diyecek bir sesi arıyorum. Cılız ve korkak bile olsa bu sesi arıyorum” diye döktürmüştün... Hani hiç utanmadan, ölümlerin üstüne “Hayat güzeldir” manşeti döşemiştin!

10 yıl geçti işte...

İçeriden ateş açılmadığı, silahlı direniş olmadığı, tavanda delikten gaz bombası atıldığı, ölümlerin bir kısmının 100 metreden ateş edilerek vuku bulduğu... hatta kurşun yaralarının (neden?) bıçakla genişletildiği hukuk raporlarına girdi... Sizin umurunuzda bile değil! İsimleriyle sanık 39 erin 28 ölüye dair vicdani muhasebesini dahi yapmayacak, erlere emir veren sivil ve asker büyüklerle birlikte hep arazi mi olacaksınız? Hiç utanmadan mı hep itibarlı kalacaksınız?

Cılız ve korkak olsa bile...

Bir sesiniz çıkmayacak mı!

Not: Bir tiksinti veren de şuydu: Sadece devletin ölümüne operasyonunu sorgusuz, kuşkusuz ve yalanla desteklemediniz; hükümetle menfaat ilişkisi içinde olduğunuz için de, katliamda bile “yandaşlık” yaptınız. Çok ayıp ettiniz!

ALAKASIZ NOT: Ertuğrul Günay ile Başbakan, “kaset” üstüne neler demeye
başladıklarının farkındalar mı? Eşleri onları “kadın duyarlılığıyla” uyarmaz mı?

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Bıraktım demek bu kadar mı zor?

İsmet BERKAN / RADİKAL 15.05.2010


Pek çok kişi aynı örneği verdi, ben de dayanamayıp vereceğim. Britanya’da İşçi Partisi lideri ve Başbakan Gordon Brown, seçimi kaybettikten sonra partisinin liderliğinden istifa etti.
Brown, İşçi Partisi’ne tam 13 yıllık bir iktidar dönemini açan ‘New Labour’ hareketinin önde gelen üyelerindendi. Partinin yeni teorilerini geliştirme ve hayata geçirme konusunda, bir önceki başbakan ve lider olan Tony Blair’den daha önemsiz biri değildi, her zaman ikinci adamdı, yaşanan ekonomik başarının arkasındaki entelektüel güçtü, ‘shareholder society’ politikalarının mucitlerindendi ve uygulayıcısıydı.
Ama Brown, ‘Şimdi İngiltere’nin en önemli ikinci işini bırakıp bir numaralı işi yapmaya, aileme gidiyorum’ dedi, arkasına bakmadı bile, İskoçya’ya, kendi seçim bölgesindeki aile evine döndü.
Orada da Bronw’ın arkasından ağlayanlar, ‘Bırakma’ diyenler var ama o bıraktı. Partisinden ona da gelip gitmek isteyenler var, ondan yerine geçecek yeni lideri işaret etmesini, birilerini desteklemesini isteyenler var ama o kimseyle görüşmüyor, partisinin seçimine karışmıyor, en azından şimdilik.
Bir de bize bakın... ‘Benim özel hayatımla ilgili tartışmalar nedeniyle partim zarar görmesin’ diyerek Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanlığı’ndan istifa eden Deniz Baykal, daha partisinin merdivenlerinden inmeden geri dönmenin hesaplarını yapmaya başladı; kapıyı özellikle açık bırakıyor.
Baykal geri dönüş için kapıyı aralık bırakmasa bile partisinin geleceğinde, kendi yerine gelecek ismin belirlenmesinde söz sahibi olacağını neredeyse her gün açık açık söylüyor.
Gordon Brown’ın tam tersi bir örnek yani.
***
Türk siyasetinde krizli-çıkmazlı durumlarda sık sık akla gelen bir söz ve tam da bu sözün gerektirdiği bir davranış biçimi var: Neyin olacağını görmek için neyin olmayacağını görmek...
Şimdi bazı yorumcular, Baykal için bu sözü kullanıyorlar. Yani, Baykal’ın olası bütün alternatif isimlerin olmazlığını bir bir gösterip sonra kendisini yeniden genel başkanlığa getirecek, hem de daha güçlü biçimde getirecek, deniyor.
Bilmiyorum Baykal’ın kafasından neler geçiyor ama benim görüşüm farklı. Bence gerek Deniz Baykal’ın kendisi ve gerekse partisinde her gün onu göreve davet edenler, sonunda Baykal’ın geri dönmesinin olanaksızlığını görecekler ve ancak ondan sonra yerine yeni isim arayışları, hatta belki parti içinde serbest bir yarışma başlayacak gibi geliyor.
Baykal’ın geri dönüşü bana göre olanaksız; daha doğrusu elbette olanaklı da, bu hem Baykal’ın hem de partisinin siyasi intiharı anlamına gelebilir.
Zaten Baykal bunu gördüğü için genel başkanlıktan ayrıldı, üç-beş köşe yazarı
‘ayrıl’ dediği için değil. Bundan beş gün önce Baykal’ı istifa ettiren gerçekler ortadan kalkmadı veya değişmedi ki Baykal sekiz gün sonra genel başkan olsun?
Fakat CHP, diğer bütün siyasi partilerimiz gibi ‘clientelist’ bir parti. Delegelerden tutun da her düzeydeki yönetim kademelerine kadar görevli herkes şu veya bu biçimde, şu veya bu kadar genel merkeze ve liderine bağlı, bağımlı, hatta çıkar ilişkisi içinde.
O eski müşteri-dükkân sahibi mekanizmalarıyla oluşturulmuş koca bir düzen var. Bu düzenin Baykal’a göre ve bizzat Baykal tarafından kurulduğunu da biliyoruz. (Aynısı Ak Parti’de Erdoğan’a göre ve Erdoğan tarafından kurulduğu gibi, MHP’de Bahçeli’ye göre ve Bahçeli tarafından kurulduğu gibi...)
İşte bu koca mekanizmanın, tabir caizse ‘tedarik ağı’nın Baykal’dan vazgeçmesi, onsuz bir hayata intibak etmesi kolay değil.
O yüzden Baykal’ın geri çağırılmasından daha doğal bir şey yok.
Ama yine de bu işte doğaya aykırı bir istek de yok değil: Baykal’ın gitmesine neden olan şartlar hâlâ yerinde duruyor.
Önce Baykal, gittiğini, bittiğini kabul edecek, ancak ondan sonra CHP’de adaydan, adaylardan söz etmeye başlayabileceğiz.

14 Mayıs 2010 Cuma

Haşim Kılıç’ın koruması artırılmalı


Şamil TAYYAR / STAR 14.10.2010


Yüksek Seçim Kurulu, dün yeni referandum takvimini açıkladı: 12 Eylül 2010. Kaderin cilvesine bakın, 12 Eylül Anayasası’na en ciddi darbeyi indiren değişiklik paketi, 12 Eylül darbesinin 30. yıldönümünde halkoyuna sunuluyor.

Burada tartışılması gereken asıl tartışma başlığı, YSK’nın referandum süresini 60 güne indiren yasal düzenleme yerine süreyi 120 gün olarak belirleyen eski yasaya göre karar almasıdır.

Malum, süreyi kısaltan yasa çıkarılırken CHP, referandum yasasında yapılacak değişikliğin seçim kanunlarında yapılacak değişiklik esaslarına tabi olduğunu belirterek, seçimlere 1 yıl kala bu yasa hükümlerinin uygulanamayacağını savunuyordu.

CHP’nin tezi ağırlıklı olarak, 2007 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in referandum süresini kısaltan yasa değişikliğini seçim yasasının parçası olarak değerlendirip veto etmesine dayanıyordu.

AK Parti ise bu teze şiddetle karşı çıkarken, yeni bir 367 oyunuyla karşı karşıya oldukları iddiasını dile getirmişti.

Hatta TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya’nın şu sözleri dikkat çekiciydi: “Atıf hukuku ile seçim hukukunu birbirine karıştırıyorsunuz. Seçim ile referandum kurumsal ve yapı olarak aynı mı? Hayır ayrı. Bu yorumun dinlenebilir dayanağı yoktur. Analojiden ayniyet üretirseniz hukukun başlangıcında kalırsınız.”

Dün YSK bu tartışmaya son noktayı koydu, CHP’nin dediği oldu.

Anayasa değişikliği paketini engelleme girişimlerinin sadece parlamentoyla sınırlı kalmayacağı, bu sürecin YSK ve Anayasa Mahkemesi ayaklarının olacağı iddiasını defalarca dile getirdik. Nitekim, YSK, uzun süredir kuşatma altındaydı, görüşme trafiği artmıştı, gelenlerin gidenlerin haddi hesabı yoktu.

YSK’nın bu kararı, maksadı aşan yorumla alınmış Sezer Patentli yeni bir 367 kararıdır.

İlk rauntta parlamentoda kaybedenler YSK’nın bu kararıyla ikinci raundu kazandılar.

Üçüncü raunt, Anayasa Mahkemesi’nde...

CHP, YSK’nın bu kararıyla, iptal başvurusunun referandumdan önce 60 gün içinde karara bağlanmama ihtimaline karşı ilave 60 gün daha kazandı.

Böylece, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın paketle ilgili görüşme takvimini referandum sonrasına bırakma ihtimalinin önüne geçilmek isteniyor. Oyun kurucular, Kılıç’ın 4 ay gündemi oyalamayacağını ve
iptal kararının referandumdan önce verileceğini varsayıyorlar.

Gerçi, referandumdan önce yürürlüğe girmemiş anayasa hükümlerinin iptaline ilişkin dava açılamaz ama büyük mütefekkir Sabih Kanadoğlu ve müritleri fetvayı verdiler bile.

Velhasıl oyun devam ediyor.

Şu anda referandum sandığının tek güvencesi Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç olarak gözüküyor. Paketi 4 ay içinde gündeme alırsa, iptali yüzde yüzdür. Ne yapıp edip sandığın önünü açacak.

Bu ağır sorumluluğu nedeniyle provokatif eylemler de gündeme gelebilir. Haşim Kılıç’ın şu andan itibaren güvenliği daha üst düzeyde sağlanmalıdır.

Anayasa değişikliğini ve demokratik açılımları akamete uğratmak isteyenler, sistemi kullanarak çözüm üretemediklerinde her yola başvurabilirler.

Son Kaos Planı, en somut örneğidir.

13 Mayıs 2010 Perşembe

Ankara'da üç tayyare


Akif BEKİ / RADİKAL 13.05.2010


Bir tayyare, Kemal Kılıçdaroğlu’nu uçurdu.
Pilot kabininde Mustafa Özyürek ile yardımcı pilot Gürsel Tekin oturuyor.
Alıp havalandırdılar onu.
Şöyle oldu;
Mustafa Özyürek yaptı kalkışı...
Halef olarak Baykal’ın aklından Kılıçdaroğlu’nun geçtiğini ima etti.
İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin de, yemeden içmeden balıklama daldı mevzuya.
Genel başkanları münasip gördükten sonra, işaret buyurulan adayın arkasında kenetleneceklerini söyledi.
Kılıçdaroğlu’nu hedef menziline soktular, ardından peş peşe zıpkınlar geldi.
Özyürek, yalanlamak zorunda kaldı kendisine atfedilen sözleri.
Seri bir hareketle müdahale eden Baykal da koltuğuna sulananlara çıkıştı.
“Aklımda bir isim yok, olursa bizzat ben söylerim” dedi, ağzı olup konuşanlara ayar verdi.
Ve, Kemal Kılıçdaroğlu’nu yemek için uçurulduğu anlaşıldı bu tayyarenin.
Baykal’ın gedikli kurmayları, ‘kısa pantolonlu’ muamelesi çekmiş oldu Kılıçdaroğlu’na.
O da toyluğuna kurban gitti.
Rastgelen ilk boş havuza atlayacaktı neredeyse.
Ani bir manevrayla, Baykal’ı ziyaretinden önce bağlılığını yineledi.
Kılıçdaroğlu, bir kez daha ‘adaylığının söz konusu olmadığını’ bildirdi.
Ee, icazet almak için,
devireceğin adamın ağzının içine
bakarsan böyle olur.
Kurtlar sofrasında yer açmak
kolay mı öyle?...
***
İkinci tayyare ise, şeyhi uçurdu.
Zamane müritleri, Baykal’ın evinin önünde çadır kurmuş, lideri kutsama ayinleri düzenliyor.
Genel merkez, her söz ve eyleminde bir hikmet arıyor Baykal’ın.
Yasadışı yollarla elde edildiği için, o mahrem görüntülerin içeriği sorgulanmıyor, tamam.
Olaydaki ahlaki sorun tartışılmıyor, o da tamam.
Yani, mahreminin teşhir edilmesine karşı koruyucu bir anlayış gösteriliyor.
Fakat, bu demek değil ki
ortada iftihar edilecek, övünülecek bir başarı var.
Toplumsal terbiyeyi zorlamak yerine, kıymetini bilmek gerekmez mi?
Skandalı yok saymak, öyle bir şey hiç vaki olmamış gibi davranmak mümkün mü?
Siyasi mistifikasyonla bu tablodan bir ulu lider çıkarmak, tavşan çıkarmaktan daha zordur şapkadan.
Baykal’ın başına getirilen talihsizlikten bir ‘ulviyet’, bir ‘ruhaniyet’ peydah olmaz, ne yaparsanız yapın.
Lideri ululaştırma projesi, çakılmayla son bulan trajik bir ‘şeyh uçurma’ ritüeline dönüşmesin sonra!
Endişem o ki, mistik bir demokrasi kahramanı çıkaralım derken, CHP harcanacak.
Baykal’ı kurtarmak için, koca partiyi feda edecekler.
CHP’ye siyasi bir tarikat görüntüsü veriliyor, çok yazık...
***
Üçüncü tayyareye gelince; uçtu, uçtu, kuş uçtu...
Baykal, 4 gün inzivada bekledikten sonra, bazı yüksek hakikatleri ilan etmek için konuşmaya karar verdi.
CHP’ye cismaniyet kazandıran ulu şahsiyetine yönelik komplonun, iktidarın bilgisi ve onayıyla yürürlüğe konduğunu söyledi.
Ve sustu, başka da bir şey demedi.
Siyasi iktidarı töhmet altında bırakan çok ağır bir suçlamaydı.
Aynı zamanda hukuki sonuçları olması gereken bir suç duyurusu...
Çelik çomak oyunu değil yani,
sorumsuzluğa tahammülü olmayan ciddi bir durum!
Bakın, 3 gün geçti aradan, ne bir bilgi, ne bir belge sunuldu kamuoyuna.
Savcılar, harekete geçmek için sayın Baykal’dan gelecek haberleri bekliyor olmalı.
O ise, Angora’daki villasına
çekildi, konunun unutulup
kapanmasını umuyor gibi.
Tavana bakıp ıslık çalarak geçiştirilebilir mi bu itham?
Baykal’a yapılan, çok vahim bir suçtur ve mutlaka amacıyla, failleriyle aydınlatılmalı.
Ama adaleti geciktirmek de, fuzuli yere meşgul etmek de, yanıltmak da birer büyük suç değil mi?
Suç isnadının takipçisi
olacak, iftiraysa hesabını soracak
savcılar da o tayyareye binip
kuş gibi uçtu mu yoksa?
Neden kimse Baykal’ı davet edip bilgisine başvurmuyor hâlâ?

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Seni asla unutmayacağız Baykal!..


Hikmet GENÇ /STAR 12.05.2010


Ben gelmiş geçmiş en pişkin siyasetçinin Demirel olduğunu sanırdım..

Değilmiş..

Meğer beteri varmış..

Baykal’ın istifa ettiği o konuşmayı dinlerken bu hisse kapıldım..

İnanılmaz bir mağdur profili çizdi.. Sanırsınız ki, Baykal tecavüze uğramış!..

Bir daha söyleyelim de yalnış anlaşılmasın; bu alçakça, çirkefçe hazırlanmış bir tuzak..

Bir insanın yatak odasına (velev ki kendi yatak odası olmasın!) kamera koymak çok alçakça..

Tamam da hırsızın hiç mi kabahati yok kardeşim!..

Bilmem kaç yıllık siyasetçisin..

Bilmem kaç yaşındasın..

Bilmem kaç yıllık evli adamsın..

Ve evli olan sekreterinle aşk yaşıyorsun, onu milletvekili yaparak da aşkını taçlandırıyorsun!.. (Baykal’ın parti içi demokrasiden anladığı bu herhalde, parti içi iyi ilişkiler!!..)

Sonra alçakça pusuya düşürülüp, yakayı ele veriyorsun..

Ardından “komplo kurbanıyım, mağdurum, istifa ediyorum ama kaçmıyorum burdayım ‘hodri meydan’..” diyeceksin..

Yavuz hırsız evsahibi bastırırmış!..

Her şey bir yana, istifa ediyorsun, bari bir özür dile.. O da yok..

Bu ne pişkinliktir yahu..

Seks kasetinin ortaya çıkmasından hemen sonra Baykal’a daha önce planlanmış bir suikast girişimi olduğu açıklanıyor.. Zamanlama ilginç..

Azmettirici belliymiş; Mustafa Sarıgül!.. CHP tetikçiye kaç para ödediği dahi biliyor!..

Yalnızca belaltı görüntüleriyle Baykal’a belden aşağı vurmak isteyen yokmuş..

Aynı zamanda belden aşağı sıkmak isteyenler de varmış!..

Gelen vuruyor, giden vuruyor!..

Ama o, en azından seks kaseti komplosunun kim tarafından hazırlandığını çok iyi biliyor!..

Bittabi ki, iktidar..

Ama bir dakika burda bir mantık hatası var..

Demedi mi Erdoğan; ‘böyle muhalefete can kurban!..?

Neden kendi topuğuna sıksın ki o zaman!..

Tanıdığımız Baykal bu, huyu kurusun!..

Önce ‘laiklik elden gidiyor, irtica hortluyor..’ propagandası..,

Sonra sivil dikta tehlikesi, yargıyı ele geçiriyorlar iddiası!..

CHP lideri Baykal (x lider!) bunu hep yaptı..

Korku ve kaygılar üzerinden siyaset.. Sürekli komplo teorileri üretmek..

Giderayak yaptığı da bu.. Kendisine kurulan komployu başka bir komplo üreterek savuşturmak..

Sorumlunun iktidar olduğunu ispatlar bir bilgi var mı?.. Neye dayanarak söylüyor bunu Baykal diye düşündüm.. Konuşmasında bununla ilgili bir ipucu vermiş;

“Meskene tecavüz ve ileri teknoloji kullanımı yoluyla tezgahlanan, bu komplonun iktidar gücü ve olanakları seferber edilmeden, bir muhalefet partisi genel başkanına karşı bu kadar fütursuzca icra edilebilmesi mümkün değildir...”

Meskene tecavüz etmek yani bir eve girmek ileri teknoloji ile mümkün demek ki!.. Eve girecek kadar ileri teknolojiye de bir tek iktidar sahip.. Dolayısıyla meskene iktidar tecavüz etmiştir!!..

Hele bir odaya kamera yerleştirmek o kadann(!) ileri teknoloji gerektirir ki, Amerikan desteği olmadan mümkün değildir!!..

Yahu o adam ben değilim.. Ya da o kadın benim kardeşim desene.. Yok.. Mağdur ve masum rolü oynamaya devam..

Meskene tecavüz, ileri teknoloji, süper kamera..vs,

Neyse bu kadar delil yeter.. Nasıl olsa millet bunu da yer!..

Neticede Baykal istifa etti.. Vatana millete ve Baykal’a hayırlı olsun!..

Seni hiç unutmayacağız Baykal..

Ne irticai uyarılarını, ne 367 numaranı..

Ne rozet taktığın o çarşafı, ne de yırtılanları!..

Ne 411’e karşı verdiğin o onurlu savaşı..

Ne de nöbet tuttuğun o mahkeme kapısını..

Seni asla unutmayacağız Baykal..

Nasıl da şefkatliydin,

Nasıl da severdin Silivri’deki dava arkadaşlarını!..

Asla unutmayız, unutturmayız Ergenekon avukatlığını..

Sonuna kadar savaştın, yedirmedin kimseye cunta anayasanı..

Ve biz seni hep muhalefette sanmıştık..

İstifa etmek zorunda kaldın belki amma,

Sonunda gösterdin, ‘iktidar’ını!!!..

11 Mayıs 2010 Salı

Baykal'ın istifa şifrelerinin çözümü...


Cengiz ÇANDAR / RADİKAL 11.05.2010


Deniz Baykal’ın CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa ettiğini açıklamasının ardından gazetelerin internet sitelerini dolaşmaya başladım. İlk tepkilerin ne olduğunu merak etmiştim. Hürriyet internet sitesinin manşetine yerleşen değerlendirme dikkatimi çekti: ‘Bir tarih sona erdi’!
Hürriyet, Deniz Baykal’ın defterini şimdiden dürüvermişti.
Şaşıracak bir yan olmasa gerekti, zira ‘kaset skandalı’nın patlak vermesinin hemen ertesi günü özellikle Hürriyet, CHP yanlısı yazarlarıyla birlikte konuyu öne çıkarmakta, büyük göstermekte ve Baykal’ın istifa etmesi gerektiğini vurgulamakta ön almıştı.
Deniz Baykal ile ilgili kasete ilişkin medyada başlıklar ve köşe yazarı yorumlarındaki ‘ahlâksızlık’tan ötürü sert kınama cümleleriyle dolu, diş kirası niteliğindeki girizgâhlardan sonra ‘istifa etmelidir’ çağrıları dikkat çekiciydi. ‘Komployu kınama’ Baykal’ın içine düşürüldüğü durumdan ötürü akıtılan ‘timsah gözyaşları’ndan başka bir şey değildi.
Nitekim Baykal’ın istifa açıklaması üzerine, aynı çevreler televizyon ekranlarına fırlayıp Baykal’ın kararını ‘örnek’ ve ‘onurlu’ bulduklarına dair övgü dolu açıklamalar yapmaya başladılar.
İki hafta sonra CHP Kurultayı var. CHP yetkilileri Deniz Baykal’ın Kurultay’a katılmayacağını açıkladılar ama Baykal’ın geri dönme ihtimali hiç mi yok?
Parti Sözcüsü Mustafa Özyürek ile bir dönem Baykal’ın en yakınındaki İstanbul Milletvekili Mehmet Sevigen’in açıklamalarını ardı arda koyarsanız, var. Mustafa Özyürek, Baykal’ın CHP ile CHP’nin de Baykal ile özdeşleştiğini ve ayırmanın mümkün olmadığını söyledi ve ‘Bundan sonraki karar partiye aittir’ dedi. Mustafa Sevigen ise ‘Örgütümüz kendisini aday gösterirse Sayın Baykal’ın gelmeme şansı yoktur’ diye konuştu.
Yani?
Baykal, CHP Genel Başkanlığına ‘tabanın büyük arzusu ve baskısı’ ve ‘Kurultay kararı’ ile dönebilir mi?
Tümüyle ihtimal dışı değil.
Öyleyse niçin sıcağı sıcağına ‘bir tarih sona erdi’ hükmü verilerek, Deniz Baykal dünden itibaren tarihe havale edildi?
Bilmiyorum. Ama ‘kaset’in bir ‘işaret fişeği’ olduğu, Baykal istifa etmediği takdirde arkasının geleceği ‘mesajını’ içerdiği anlaşılıyor.
Bu kaseti kim çekmiş ve kim ortaya çıkartmışsa, bunu yapanların Deniz Baykal’ın
istifasını ve ‘tarihe gönderilmesini’ istediklerine kuşku yok.
Dolayısıyla, Baykal’a istifadan başka yol bırakılmadı.
***
Deniz Baykal, dünkü istifa konuşmasında ‘adres’ gösterdi. “Ana muhalefet liderine yönelik bu kadar kaba kanunsuzluk, bu kadar kaba ahlâksızlık, bugünlerin ortamında iktidarın bilgisi ve onayı olmadan gerçekleştirilemez, piyasaya sürülemez. Komployu ayıplar gibi yapanlar aslında bizzat ayıbı işleyenlerdir. Bu çerçevede başka bir sorumlu arayışına çıkacaklara yardımcı olmak üzere, ABD’den Pennsylvania’dan aldığım üzüntü ve destek mesajlarının samimiyetine inandığımı da belirtmek isterim” dedi.
Baykal, Türk siyaset sahnesinin en tecrübeli siyaset adamı olarak kabul ediliyor. ‘Şifreler’le konuşmayı ondan daha iyi bilen de yoktur. Bu sözlerinden şu sonuçlar ‘şifre çözmek’ için özel gayret gerekmeden çıkıyor:
1. ‘Komplo’yla ilgili olarak hükümeti sorumlu tutuyorum;
2. Amerika’da Pennsylvania eyaletinde yaşayan Fethullah Gülen’in cemaatinin bu ‘komplo’ ile hiçbir ilişkisi yoktur.
Ne var ki, Deniz Baykal’ın bu ‘değerlendirmesi’nin isabeti kuşkulu. Fethullah Gülen’i ‘komplo’dan ayırması adil bir davranış olabilir ama buradaki ‘siyasi hesabı’nı ölçmek zor. Çünkü bu ‘komplo’nun ardında hükümetin, bir başka deyimle Ak Parti’nin bulunduğuna inanmak aynı ölçüde zor. Günlük siyasetin itiş-kakışındaki görüntüler ne olursa olsun, bu hükümetin ve Ak Parti’nin ana muhalefet lideri olarak Deniz Baykal’dan hoşnut olduğunu düşünmek için sayısız neden bulunuyor.
Dahası bu bir ‘bilgi’. Deniz Baykal, ana muhalefet lideri kaldıkça, Ak Parti’nin oy oranın
asgari yüzde 35, ortalama yüzde 40 ve üzerinde, buna karşılık CHP’nin oy oranının ise yüzde 20’ler dolayında seyrettiği ve özel konuşmalarda Ak Partililerin bu ‘olgu’ya belirli bir özgüvenle işaret ettiklerini biliyoruz.
Bu ‘komplo’nun ardında hükümet ve Ak Parti’nin çıkarını tayin etmekte zorlanıyoruz.
Bir de Baykal’ın şu sözlerine dikkat: “Komployu ayıplar gibi davrananlar aslında bizzat ayıbı işleyenlerdir.”
Kim bunlar?
Cumartesi ve pazar günü yayımlanan tüm gazeteleri masanın üzerine serin ve sayfalarını teker teker çevirin, bunların kim olduklarını anlamak o kadar zor olmayacaktır.
Deniz Baykal şu sözleriyle onlara hitap ediyor zaten:
“Hukuksuz ve ahlâksız komploları temel alan, ‘çok ayıp ama’ diye başlayan yorumlarla hesap sormaya, siyaset düzenlemeye çalışanlara da söyleyecek bir sözüm var; ahlâksız ve hukuksuz komplolara itibar ederek ne ahlâkı ne hukuku ne de siyaseti savunamazsınız. Komplo yapanlar zaten işlerini size güvenerek yapıyorlar. Komploculuğa hayat alanı açanlar ‘çok ayıp ama’ diyenlerdir...”
Baykal, bir yandan hükümeti ve diğer yandan da Ak Parti’den kurtulmak hesabıyla kendisinden kurtulmayı tasarlayan ‘genişletilmiş CHP camiası’nı suçluyor.
Şunları da söyledi:
“Bu komplo bugünkü siyasi konjonktürün eseridir, yıllardır bekletilen bir kaset yoktur. Bir kaset ele geçirilmiş değildir. Bir komplo imal edilmiştir, taze iki haftalık bir komplo vardır. Bu komplonun hedefi bir kişi değildir, onun çok ötesinde yürüttüğü, Cumhuriyet’i, demokrasiye, hukukun üstünlüğüne sahip çıkan sivil darbeye, sivil dikta rejimlerine karşı vermekte olduğu mücadelesidir. Bu komplo CHP’nin Anayasa ve rejim kavgası vermekte olduğu bu son iki hafta içinde düzenlenmiş ve piyasaya sürülmüştür. Komplo tezgâhı malzemeleriyle, çekimleriyle, günceldir, tazedir.”
Yani ne diyor?
1. Bu kaset kimilerinin, iddia ettiği gibi 8 yıl öncesine ait değildir dolayısıyla kasete ilişkin ‘uluslararası komplo’ spekülasyonları yerinde değildir.
2. Kaset iki hafta öncesine aittir, tazedir. İki hafta içinde ben (ve partim CHP) bir yandan da anayasa değişiklik paketine karşı koymaktaydık. Kaset, dolayısıyla, ‘sivil darbeye karşı rejim mücadelemin’ önünü kesmek amacıyla ilgilidir.
İşin bu bölümü, itiraf edelim, ustaca. Deniz Baykal, kaseti unutturacak bir ‘mağduriyet’ durumunun üzerine yükselerek, konuyu bir ‘rejim mücadelesi’ne dönüştürme hamlesi yapmış oluyor.
‘Statüko’nun direnişe etkili biçimde devamı için yeterli olur mu?
Çok zor.
***
Şurası bir gerçek ki, Deniz Baykal’ın ‘dramatik’ istifasıyla ana muhalefet partisi ‘başı kesilmiş bir tavuk’ durumuna düşmüştür. Genel Başkanı’na göre dizayn edilmiş herhangi bir partinin düşeceği zor durumdan CHP de nasibini alıyor. Gelişmelerin süratine bakın; iki gün önce, kasetin ortaya çıkması üzerine ‘Baykal’a suikast girişimi’ iddiasını birdenbire ortaya atan ve bundan ötürü Mustafa Sarıgül’ü suçlayan bir CHP’den, 48 saat içinde, ‘kendi kellesini kendisi alan’ Genel Başkan’larının olan-bitenden Ak Parti’yi suçladığı bir CHP’ye geçiş yaptık.
Baykal’ın istifa kararından sonra CHP Genel Merkezi’nden ayrılırken, CHP’lilerin kendisine yaptığı tezahürat da bu manzarayı yansıtıyor. ‘İnadına Baykal, inadına sol’!
Ve ‘Türkiye seninle gurur duyuyor’!
Şaşkınlık ve şokun CHP’deki şiddetinin yansıması olmalı.