Sayfalar

HOŞGELDİNİZ, ŞEREF VERDİNİZ...

31 Temmuz 2010 Cumartesi

Lala Paşa Önder Sav'ı ne yapacağız peki?

Ali BAYRAMOĞLU / YENİ ŞAFAK 31.07.2010

Türkiye garip ülke...

Siyasetin hafızasızlık, tutarsızlık üzerine kurulu olduğu bir ülke...

Kılıçdaroğlu'nu izleyin, bu garabeti anlayın...

İlk bakışta sanırsınız ki, bir politikadan, bir ilkeden yola çıkıyor. Ama gelin görün ki, bir süre sonra her çıkışının siyasi iktidara endeksli olduğu anlaşılıyor.

Yaptığı siyasi iktidara her fırsatta veriştirmek, siyasi iktidarın söylediğinin tersini söylemek, yaptığının tersini yapmak...

Bu yüzden yanıltıyor...

Çünkü böyle bir gün askerin karşısında duruyor, bir gün asker yanında... Bakıyorsunuz bir gün İç Hizmetler Kanunu'nun 35. Maddesi kalması gerek diyor Kılıçdaroğlu, ertesi gün Dörtyol'da yaşanan etnik ve siyasi gerginliğin faturasını siyasi iktidara çıkarıyor.

Son günlerde 27 Nisan muhtırasına sardı...

Söyledikleri ilk bakışta doğru: "27 Nisan muhtıraydı" diyor, "muhtıra vermek suçtur, Büyükanıt yargılanmalıdır" diyor...

Ama ikinci adımda baklayı ağzından çıkarıyor:

"Büyükanıt ile Erdoğan anlaştılar, AK Parti seçimleri kazansın diye muhtıra verildi" diyor...

Evet, meselesi muhtıra değil, muhtıranın AK Parti'ye sağladığı fayda...

Ama o zaman sormak gerekmez mi?

Kendi partisi o dönem ne yaptı?

Bu muhtıraya ne kadar karşı çıktı ya da ne kadar sahip çıktı?

Baykal sözleri unutuldu mu sanıyor?

Şöyle dememiş miydi Baykal:

"Türkiye'de belki ilk kez uzun süreden beri devletin Anayasal kurumları, ülkemizin geleceğiyle ilgili kaygılarını, şikayetlerini açıkça ifade etme ihtiyacı içine girmişlerdir..."

Baykal'ın "devletin anayasal kurumları" dediği, ordu değil miydi? "Şikayetleri dile getirmek" dediği, Kılıçdaroğlu'nun altını çizdiği muhtıra değil miydi?

Kılıçoğlu'nun mantığına göre Baykal'ın da Erdoğan-Büyükanıt tezgahının üçüncü ayağı olması gerekmez mi?

Bugünkü durumundan, AK Parti iktidarından Baykal'ın da sorumlu olması gerekmez mi?

Büyükanıt'ı yargılayacağını söyleyen Kılıçdaroğlu'nun bu durumda ve bu mantıkla Baykal'ı partiden ihraç etmesi gerekmez mi?

Muhtıra Anayasa Mahkemesi'ni karıştırmış ve bu etkiyle iki gün sonra 367 kararı çıkmıştı malum...

367 kararı için "Gözümüz aydın, Türkiye'nin gözü aydın" diyen Kılıçdaroğlu'nun Lala paşası Önder Sav'ı ne yapacağız peki?

Yıldıray Oğur sağolsun, Taraf'ta hafızaları tazelemiş...

Yukarıda açıklamalar yanında CHP milletvekili Nur Serter'in muhtıradan bir gün sonra Çağlayan'daki Cumhuriyet Mitingi'nde yaptığı konuşmayı hatırlatmış, örneğin:

"Genelkurmay Başkanı'na 'memur' diyen bir zihniyete karşı Türk Silahlı Kuvvetleri'nin önünde, şanlı ordumuzun önünde saygıyla eğiliyoruz. Türk ordusu çok yaşa..."

Kılıçdaroğlu her halde o dönemde pek farklı düşünmemiş ve partisinin bu durumdan istifade edeceğini düşünmüş olmalı...

Belki de Ertuğrul Özkök'ün şu görüşlerine rağbet etmiş ve kanmıştır:

"Demokrasi kaygısıyla, sadece askeri eleştirmek, ne adil, ne yararlı, ne de sonuç verici bir girişim olacaktır. Çünkü o bildiride savunulan görüşler, toplumun önemli bir bölümü tarafından paylaşılmaktadır."

Toplumun önemli bölümü kısmında yanılan Ertuğrul bugün ise ordunun önemli kısmıyla uğraşmakta, askere gözyaşları dolu asker mektupları yazmaktadır, farkında mı acep Kılıçdaroğlu...

Deli saçması deyip geçmeyin...

Onun bile bir iç tutarlılığı vardır...

Askerileşmenin failleri askerileşmeyi eleştirince ve bunu işledikleri cürümlerin pisliği içinden ve bu pisliği başkalarına bulaştırarak yapmak isteyince, ortaya çıkan sadece magazinsel bir durum olur...

29 Temmuz 2010 Perşembe

Kılıçdaroğlu'nun açmazı

Fehmi KORU / YENİ ŞAFAK 29.07.2010

Halkoylaması kampanyası hız aldıkça tarafların stratejileri de berraklık kazanıyor. Ak Parti, vatandaşları sandık başına götürebilmek için, anayasa değişikliği paketinin özgürlükçü içeriğini dikkatlere sunuyor; bunun için bulduğu formül de '12 Eylül ile hesaplaşma' temasını işlemek... BDP ile MHP'nin 'içerik' diye bir derdi yok; onlar bütün güçlerini Ak Parti'nin anayasa değişiklikleri konusundaki samimiyetini sorgulamaya harcıyor...

Ya CHP? CHP'nin ne dediği doğrusu tam anlaşılmıyor. Başkasının ağzından veya kaleminden çıksa 'komplo teorisi' diye damgalanacak görüşler seslendiriyor CHP'nin yeni genel başkanı ve bunların 'Hayır' oyunu tetikleyeceğini düşünüyor.

Dubai'de ABD'yle yıllar önce imzalanan, esasen hiçbir zaman uygulamaya konmamış, daha önceki tartışmalar sırasında da devlet arşivlerinden belgelerle gerçeğin farklı olduğu açıklanmış bir metin için "İhanet belgesi" diyor sözgelimi...

Şimdilerde üzerinde yoğunlaştığı 'komplo teorisi' daha basit CHP genel başkanının: Cumhurbaşkanı seçimi sürecine müdahale etmek üzere 27 Nisan (2007) tarihinde Genelkurmay Başkanlığı sitesine konulan 'e-muhtıra'nın Org. Yaşar Büyükanıt ile Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından birlikte tasarlandığı 'komplo teorisi'...

İsterseniz, kendisiyle görüşen bir meslektaşın dün köşesine taşıdığı soru cevaptan Kemal Kılıçdaroğlu'nun zihninin nasıl çalıştığına biraz yakından göz atalım. Önce soru geliyor: "27 Nisan bildirisiyle ilgili önemli bir iddia ortaya attınız. Başbakan Erdoğan'la dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt'ın bu bildiriye birlikte karar verdiklerini söylediniz. Bu iddianız bir bilgiye mi dayanıyor, yoksa sizin yorumunuz mu?"

Şimdi de cevabı okuyalım: "Bu benim yorumum. 27 Nisan bildirisi ikisinin de işine geldi. Başbakan bu bildiriden bir darbe mağduriyeti yarattı ve yüzde 47 oya ulaştı. Büyükanıt da kendini garanti altına aldı. Hakkında soruşturma açılmasını önlemiş oldu, güven aldı, ayrıca kendisine zırhlı bir araç alındı. Hakkında da soruşturma açılmadı. Çıkar işbirliği yaptılar."

Ne kadar güzel, değil mi? Güzel ve hoş.

Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin en tepe noktasına erişmiş bir subayın, emekli olduktan sonra altına çekilecek zırhlı bir araç için başında bulunduğu kurumun itibarını yerle bir edecek türden bir pazarlığa taraf olabileceği safsatasına inanmasına mı yanarsınız, yoksa asker-sivil ilişkilerindeki sıkıntıları gözardı edişteki akıl tutulmasına mı hayret dersiniz, artık size kalmış...

Ak Parti'nin 12 Eylül'le hesaplaşamayacağı iddiasında Kemal Kılıçdaroğlu; bu iddiasına verdiği sebep de şu: 12 Eylül darbesinden Ak Partililer mağdur olmamış... Eh, bu akıl yürütmeye bakarak, yine kendisinin iddiasına göre 12 Eylül'ün gadrine uğramış kişileri örgütünde toplayan CHP'nin darbeyle hesaplaşması beklenmez mi? Oysa Kılıçdaroğlu "Anayasa değişikliklerine hayır" mitingleriyle kitleleri tam da bundan mahrum etmenin peşinde.

12 Eylül'den CHP, MHP ve BDP mensupları kadar mağdur olmadığı ileri sürülen Ak Parti'nin bu anayasa değişiklikleriyle darbeden zarar görmüş herkese yargı yoluyla hakkını arama kapısını açmasına karşılık, "Esas mağdur biziz" diyenlerin açılmak istenen kapıyı sonuna kadar kapatmaya kalkışmasındaki ironiyi nasıl oluyor da fark etmiyor CHP genel başkanı?

Bugünler geçip ortalık yatıştıktan sonra şimdilerde izlediği politik çizgi yüzünden başarısız bulunduğunda da yeni bir 'komplo teorisi' ile tanıştırabilir bizleri Kılıçdaroğlu. "Esas adaylarını CHP'nin başına getirebilmek için referandum sürecinde bana yanlış yaptırdılar" diyebilir sözgelimi...

İş o noktaya gidiyor da...

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Okuduğunu anlamayan bir gariban

Mehmet ALTAN / STAR 28.07.2010

Babıâli’nin baş arzuhalcisi... Karışık zamanların en utanmaz kışkırtıcısı... Baktım gene bana saldırıyor. Ben de “muhatap” alınmaması gerektiğini düşünen çoğunluk gibi tereddütte kaldım, cevap vermeye değer mi?

Daha önce de söyledim, aslında değmez.

Ama sorun şu:

Bu yazmaz ki...

Buna yazdırırlar.

Nerden mi biliyorum?

“Kurucu Meclis” üyeliğinden başlayarak 28 Şubat “Andıç”ına kadar yaşamı ortada...

Üstelik “Andıç ulağı” olarak nasıl kullanıldığının da belgesi, bir sureti de bende olmak üzere ortada durmakta...

***

Yoksa...

Okuduğunu anlamadığını ben de biliyorum.

Geçenlerde “hükümetin Meclis’e sevk ettiği ‘657 sayılı yasa’ ile ilgili tasarının ‘devlet dairelerinde türbana izin vermeyi öngördüğünü’ ısrarla yazıp durmuyor muydu?

Sonra ne oldu?

Okuduğunu anlamaktan aciz olduğunu kendi de açıklamak zorunda kaldı:

“Devlet Bakanı Sayın Hayati Yazıcı dün aradı. Değerlendirmemizin ‘yanlış’ olduğunu söyledi. Bunun üzerine elimizdeki metinleri tekrar kontrol ettik.

Neticede hatanın bize ait olduğunu yani ‘Belirlenen kılık ve kıyafet hükümlerine aykırı davranma’nın ‘disiplin suçu’ olmaya devam edeceğini gördük.”

Okuduğunu anlayamayan bir gariban, benim yazımı nasıl anlasın?

***

Ama işin vahameti...

Anladığını sanması.

Söylemediğimi, “görevli” kimliğiyle bana söyletmeye kalkışması...

Acaba ellerinde adam kalmadığı için, iyice çaptan düşmesine rağmen yeni bir “Andıçı” gene ona mı gönderdiler diye de düşünmedim değil doğrusu...

***

Geçen günkü “Ulus-devlet’i Lahey’de vurdular” başlıklı yazımda, aslında, “sıra Türkiye’deki ulus-devletin de bölünmesine geldi” diyormuşum...

Zaten başlıktaki “Ulus-devlet’i vurdular” müjdesi de bunu haber veriyormuş.

Bunu yazıyı anlamadığı için böyle uyduruyor ise tam bir zavallı gariban...

Görevli olarak çarpıtmaya çalışıyor ise de tam bir alçak...

***

Neden mi?

Çünkü yazıda ne söylediğim çok açık...

Yeniden vurgulayayım da “gariban mı, alçak mı, ya da gariban bir alçak mı” siz karar verin...

Çağ değiştikçe, aynen feodaliteden meşruti monarşilere, ulus-devletten Avrupa Birliği’ne uzanan yolda görüldüğü gibi, toplumsal örgütlenme modellerinin değiştiğinin iyice altını çizmek için...

“Ulus-devlet”in Sanayi Dönemi’ndeki toplumsal örgütlenme biçimi olduğunu vurguladıktan sonra ne diyorum:

“Bugün ise...

Kapitalist dönemden sanayi sonrası döneme geçiyoruz. Burjuvazinin yerini “yaratıcı beyinler” almakta...

Para değil, buluş çağı...

Yerel pazarlara değil, yerkürenin tümünde ekonomik faaliyete ihtiyaç var. Örgütlenme modeli de değişiyor...

Ulus ölçeğinde değil, küresel düzeyde, ‘insan’ odaklı yeni bir çağ gelmekte...

Bunun ilk sinyali ‘ulus üstü’ bir örgütlenme olan Avrupa Birliği tarafından verildi.”

Önündeki metni anlayamayıp artık “memurlar türbanlı olacak” diye tutturan bir zavallıya konu fazla ağır, onun bilincindeyim de...

Neden haddini aşar, anlamadığım o...

***

Sonra da bu gariban arzuhalcinin hiç anlamadığı görüşleri şöyle seslendiriyorum:

“İspanya’dan Gürcistan’a kadar ayrılıkçı güçlerle mücadele eden pek çok ülke...

Ya da...

Uluslararası Adalet Divanı’ndaki görüşme süreçlerini yakından izleyen pek çok ayrılıkçı örgüt, çıkan kararın yasal bir içtihat oluşturup oluşturmayacağını tartışsa da...

Yaşanan çağın temel dinamikleri ve sosyolojik değişim, yeni ulus-devletlerin, ırkçılığın daha çoğalarak hayat bulmasını imkânlı kılmıyor...

Kosova kararının önemli yanı, ‘Kosova devletinin’ kurulmasından ziyade Sırbistan ‘devletinin’ bölünebilirliğini kabul etmesinde.

Ulus devlet, bir yandan ‘Kosova’ örneğinde olduğu gibi ‘küçülerek’, bir yandan da Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi ‘ulus üstü’ yapılarla ‘genişleyerek’ iki uçtan birden yokoluşa gidiyor.

Gelen, ‘insan odaklı’, ideolojisi ‘pan-hümanizm’ olan, ulus üstü bir örgütlenmeyi hayata geçiren yeni bir çağ... İnsanlık nimet ve külfetleriyle bu hedefe doğru yol alıyor...”

Buradan “sıra Türkiye’deki ulus-devletin de bölünmesine geldi” anlamını çıkarmak ve bir “müjde” olarak algılamak için, insanın Hürriyet Gazetesi’nin “andıççı” başyazarı olması gerek...

***

Personel kanunundan “türban”, Sanayi Sonrası Dönemi analizinden “müjdeli bölünme haberi” çıkartan bu zavallı güya Hürriyet’in “başyazarı”...

Yazı hayata değer katar...

Daha okuduğunu anlamaktan aciz ya da okuduğunu çarpıtan bir “görevlinin” yazıyla da, yazarlıkla da alakası olamayacağına göre...

Karşımızda gariban bir görevli var.

Bu yazıyı yazdım...

Çünkü...

Bu yazmaz, buna yazdırırlar...

Bu yazı da “ona” değil, bu yazıyı yazdıranlara cevap.

25 Temmuz 2010 Pazar

Hedonya Bağı'nın gülleri, şak şak öter bülbülleri

Ahmet TEZCAN / ZAMAN 25.07.2010

Ve Başbakan ağladı!
Partisinin grup toplantısında 12 Eylül darbecilerinin kuyumcu titizliğinde "bir sağdan bir soldan denge gözeterek" astığı gençleri anarak, onların annelerine, babalarına, nişanlılarına yazdığı veda mektuplarını okurken, boğazı düğümlendi, dili tutuldu ve ağladı!

Başbakan'ın gözyaşları, ölenlere rahmet olmuş mudur bilemem.

Fakat Başbakan'ın gözyaşları bizim Hedonya Bağı'nın güllerine can suyu olmuş ki, ertesi gün bu bağın bülbülleri şak şak ötmeye başladılar.

Lafı dolandırmaya hiç gerek yok!

Hedonya Bağı'ndan kastım, son 20 yıldır hazza dayalı pornografik bir yaşam tarzını gazetecilik olarak dayatan Doğan Grubu medyası.

Kısaca Hedonist Medya diyebilirsiniz!

Bir önceki cümlede geçen "pornografik" kelimesinden yola çıkarak, yanlış yorumlar yapacak olan hedonist andavallar için bir açıklama yapmalıyım.

Kastım onların hazdan uyuşmuş daracık zihinlerinin algılayabileceği basitlikte değildir.

Ayşe Arman'ın yazılarını kastetmiyorum mesela.

Şak şak öten bülbül korosunun şefi Ertuğrul Özkök'ün "tuhaf" Pazar fantezileri de değil.

Onların, kâğıt borçlarından dolayı gruba katılmak zorunda kalmış yan ürünlerindeki sonradan olma karbon kopyalarının yazıp çizdikleri yahut yapıp ettiklerini de kastetmiyorum.

Cümledeki kastım Pablo Picasso pornografisidir!

Peki nedir Pablo Picasso pornografisi?

Yok öyle üç kuruşa beş köfte!

Bu soruyu onlara Yaz Tatili Ödevi olarak veriyorum. Bavullarına bir yenisini daha eklesinler. İçine birkaç kitap koysunlar. Bagajlarındaki "Patron Şarapları" kasasının hemen yanına yerleştirsinler. Tadını kahveden ve sudan ayırt edemedikleri "şehit kanı" rengindeki şaraplarını yudumlarken okusun da düşünsünler.

Bütün gruba gerek yok. Bu Yaz Tatili Ödevi'nin sadece koro şefi Ertuğrul Özkök ile sayfa çeviricisi Ahmet Hakan yapsın yeter.

Şayet çözümleyebilirlerse, verecekleri cevap Hedonya Bağı'nın, hatta bütün Hedonya Şehri'nin ve dahi memleketin geleceğine dair endişelerimi ortadan kaldıracak, çünkü zihinleriyle beraber gözlerindeki bulanıklık da kalkacak, "bir metrekarelik kumaş parçası ve 70 cc'lik şarap şişesi" zannettikleri "Laiklik" kavramından başlayarak bütün siyasal, sosyal, düşünsel kavramları daha net algılayıp görebileceklerdir umudundayım!

Özkök'ten çok umutlu değilim. Zira kendisinin "bile bile lades" hazzını bütün hazlardan üstün tutan tam bir hedonist "inanlısı" olduğunu düşünüyorum. Verdiğim ödevin cevabını biliyor olması kuvvetle muhtemeldir ve bu yüzden "kaytarma hazzı" ile ödevi çırağının üstüne yıkmayı tercih edecektir.

Ülkemizin Twitter Oscar'ına sahip üç gazetecisinden biri Ahmet Hakan'a büyük bir ihtimalle üstünde kalacak bu ödevi hazırlarken, Silivri eski Müftüsü olan aksakallı babasının yüzü suyu hürmetine minik bir tüyo vereyim.

Giderken yanına Komünist Doktor Hikmet Kıvılcımlı'nın "Esma'ül Hüsna Şerhi"ni de alsın!

Tatilde onu da okursa, Twitter ana sayfasında alakalı-alakasız patlattığı "Hüseyin-Mahir-Ulaş / Sonuna Kadar Savaş" naralarının içi boşluğunu belki anlayabilir; gerçek bir Komünist ile mukallit bir Hedonist arasındaki uçurumu çıplak gözle görüp, tevbe istiğfar ile slogan istismarcılığından vazgeçebilir.

Şayet bunu yapabilirse -ki umudumu son nefesime dek muhafaza edeceğim-; kendisinin geçtiğimiz perşembe günü Başbakan için yazdığı "Ağlayan Adama Mektup" yazısı ile şimdiki kankası Oray Eğin'in, birkaç yıl önce kendisi hakkında yazdığı "Çişini Tutamayan Çocuğa Mektup" yazısı arasındaki benzerliği de fark edecektir.

***

Neredeeeen nereye geldik!

***

Başbakan ağladı ve...

Hayatları boyunca kaç kez samimiyetle gözyaşı döktüğünü bilmediğim ve üstelik ağlarken hiç görmediğim ne kadar "Fırıldak Adam" varsa, hepsi mikropsikolog kesilip, gözyaşı tahlili yaparak, bir damla Başbakan gözyaşındaki samimiyet oranını tespite kalktılar.

Kendilerine bir tavsiyem olacak.

O gözyaşına bakarken yanına kendi ağızlarındaki salyadan bir damla koysunlar da öyle bakıversinler. Bunu yaparlarsa sadece Başbakan'ın gözyaşındaki "Samimiyet Oranı"nı değil, Başbakan ile kendileri arasındaki "İnsaniyet Farkı"nı da net bir şekilde görmüş olacaklardır.

Hadi bunu da bir ödev olarak Etibank Mağdurlarından Vatansever Güngör Mengi'ye vereyim!

Malum; Başbakan ağladı ve...

Hedonya Bağı'nın Bülbüller Korosu'nun arka sıralarındaki baritonlar arasında yerini alan Güngör Mengi, engin sanat bilgisini konuşturarak şunları yazdı:

"Başbakan'ın ağlaması samimi mi yoksa muhalefetin dediği gibi tiyatro muydu? Bence samimi olanlar, Başbakan'ı dinlerken ağlayanlardı. Çünkü o acıklı mektupları bazıları belki ilk kez duymuşlardı; uğradıkları şokla duygularının boşalması doğaldı. Ama Başbakan'ın durumu öyle mi? Erdoğan'ın konuşması, önceden kendisiyle ön görüşme yapan profesyonel bir ekip tarafından hazırlanıyor. 12 Eylül'ün darağacına gönderdiği gençlerin mektuplarını Başbakan referandum propagandası için işlemeye elbette onları okuduktan sonra karar vermiştir. Konuşma kaleme alınıp getirildiğinde tabii tekrar okumuştur. En az 3-4 kez üstünde tartıştığı metni kürsüde okurken ağlayabileceği yoğunlaşmayı sağlaması, her babayiğidin harcı değildir. Büyük bir hitabet becerisidir. Afife Jale Ödülü'ne aday gösterilmeyi hak etmiştir!"

Ahmet Hakan'a yaptığım kıyağı Güngör Mengi'ye de yapayım ve Gözyaşından Samimiyet-Salyadan İnsaniyet Tahlili yaparken yardımcı olacak bir mücerreb bilgi notu vereyim:

Başbakan Erdoğan; bugüne kadar hiçbir grup konuşmasını, kürsüye çıkmadan önce başından sonuna dek okuma fırsatı bulamamıştır.

Grup konuşma metinleri genellikle bir gece öncesinde hazırlanır ve sabaha karşı kartlara basılarak evinden çıkarken kendisine bir zarf içinde takdim edilir. Giderken de konuşma metnine son rütuşları yapmış olan Başdanışmanı, makam aracında konuşma içeriğiyle bilgili kısa bilgiler verir.

O kadar!

Delice bir tempoda çalışan Başbakan ve ekibinin, Güngör Mengi'nin binde biri kadar yan gelip yatacak vakti yoktur çünkü.

Adım kadar eminim ki Başbakan o metni ilk defa o kürsüde okuduğu için, Mustafa Pehlivanoğlu'nun veda mektubunda karşısına "nişanlısına veda" cümleleri çıkınca, o kadar zorlamasına rağmen gözyaşlarına hakim olamamıştır.

Güngör Mengi "Afife Jale Ödülü" verecek birini arıyorsa Başbakan'a değil, yastığının sol yanına baksın yeter!

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Altmış, yetmiş...

M.Nedim HAZAR / ZAMAN 24.07.2010

Her şeyi necip Türk matbuatından bekleyen sevgili halkımız müsait olsun/olmasın, münasebeti bulunsun/bulunmasın her alanda baskı yaparak bizlerden referandum ile ilgili tahminde bulunmamızı istiyorlar.

Kendimi Ali Kırca markajında kalmış deprem uzmanı gibi hissediyorum son bir/iki haftadır.

Başlarda 'Paketi tam olarak kavrayamadık, içinde ne var?' şeklindeki sorular giderek evrildi sevgili okur. Artık direkt olarak medyumluk talep ediliyor: 'Evet mi çıkar, hayır mı?'

Sonucu kesin bilsem yazarlıkla ne işim var, bir televizyona kapağı atar gece yarısından sonra 'yarınınız hayrolsun' diye program yapar, deve yüküyle para götürürüm!

Her ne kadar çok fazla zaman kalmamış olsa da, Türk milletinin bu tür durumlarda son güne kadar etki altında kaldığını çok iyi bilenlerdenim. Dolayısıyla anketlere filan hiç takılmayın. Ve hatta bizim aziz milletimizin çoğu zaman anketçilerle kafa bulmak için eğlencesine kanaat belirttiğini de çok iyi biliyorum. Onun "içündür ki" her akşam ve sabah televizyonda ve gazetede yayınlanan anketler boşunadır, yalandır, gerçekçi değildir. 'Netekim' gün aşırı yaşanan ve yüzde 30'lara ulaşan gelgitler de bunun ifadesidir.

Sağolsun başta Holding medyası olmak üzere necip Türk matbuatı bizi son yıllarda o kadar politize etti ki, herkes evinin balkonuna bir tribün kurmuş durumda. En olmadık konularda bile önce kim hangi tarafta diye kontrol ediyoruz. Eğer siyasi ve ideolojik olarak kendimize karşıt bulduklarımız savunuyorsa hemen öte tribüne yaklaşıyoruz. Siyasi kamplaşmalar belirliyor artık iyiyi ve kötüyü. Dünyanın en iyi kanununu bile çıkarsa bu iktidar, başta Ergenekon medyası ve CHP olmak üzere, toplumun bir kesimi ömür billah memnun olmaz bu uygulamadan. Aksi de geçerli tabii. En insaflı ve apolitik teklif bile iktidar ve onu destekleyenler tarafından şüpheyle karşılanıyor.

Tüm bu tantanalı ortamda en eğlenceli durum ise hiç şüphesiz önce kararı söyleyip sonra altını dolduracağım diye kırk dereden su getirmeye çabalayan zavallı amigoların durumu. 'Niye hayır diyorum' diye kendini maymun edeni mi istersiniz, 'Şunlardan dolayı evet diyorum' diye peşin fikirliliği başka şekilde sunanları mı?

Anayasa değişikliği paketi belki birkaç maddeden oluşuyor ama şahsen benim için çok anlam ifade ediyor. Birincisi bu oylama olumlu neticelenirse bir daha hiçbir densizin oturup yakın çevresiyle 'Darbe planlayalım, cunta işi yapalım, sivilleri tokatlayalım' şaklabanlığına kalkışabileceğini düşünmüyorum. İkincisi, kanunları babalarının malı gibi eğip büken yüksek yargı kadrolaşmasının artık kolay kolay tekrarlanmayacağını düşünüyorum. Gün aşırı alınan komik ötesi kararları görüyorsunuz işte. İdeoloji ön plana çıkınca bazıları için kanun, nizam, ahlak, insaf, vicdan hiç umursanmıyor maalesef. Şahsen bu referandumda çıkan her 'Evet' oyunun bu kadrolaşmaya atılan bir şamar olacağını düşünüyorum.

Öte yandan oluşturulmak istenilen yanlış bir algı daha var. Şimdi siz ortaya çıkıp 'Bu yargı yapısının değişmesini istiyorum' deseniz birileri karşınıza çıkıp, 'İyi de bu referandum ile çok ilgisi kalmadı yüksek yargının' diye konuşabiliyor. Oysa referandumu bir tür Tayyip Erdoğan oylamasına çevirmeye çabalayanların da aynı güruh olduğunu görmek lazım.

Şu farkın algılanması lazım: Bu referandum tamamen özgürlükler ve demokrasiyle ilgilidir. Tayyip Erdoğan iktidarından memnun olup olmamanın hesaplaşması için bir miktar daha bekleyip genel seçimde karar vermek gerekiyor. AKP'yi cezalandırmanın yolu referanduma tavır almaktan geçmez. 'Hayır'cı kitlenin bu illüzyonunu iyi görmek lazım. Sonra da eğlencenin tadını çıkarmaya bakmak. Ne şahane kıvırıyor bu 'Hayır' cephesi bir bilseniz!

23 Temmuz 2010 Cuma

Keşke ellerin kırılsaydı Mahsun Kırmızıgül!



Sevilay YÜKSELİR / SABAH 23.07.2010

Biz gazetecilerin kendi aralarında yaptığı sohbetler hayli ilginçtir. Eğer sohbete katılanlar gerçekten renkli kişiliklerse inanılmaz bir ortam yaşanır o anlarda. Çok hararetlidir ama bir o kadar da verimli geçer tartışmalarımız. İşte iki gece evvel de böyle bir an yaşadık bir grup gazeteci arkadaşımla. Rasim Ozan Kütahyalı'nın Kuruçeşme'deki evindeydik.

Bugün o gecede yaşananları anlatacağım sizlere.
Nereden geldik, nasıl geldik bilmiyorum ama bir ara konu Ahmet Kaya'ya ve lince maruz kaldığı Magazin Gazetecileri Derneği'nin düzenlediği o meşhur geceye geldi. Başladık tabii sorgulamaya... "Kim ne yaptı? Nasıl tepki gösterdi?" falan diye. Aramızda geceye tek tanıklık eden tek gazeteci Reha Muhtar'dı. Hatırlarsanız o dönem Show TV Haber'in başındaydı. Reytingleri olay yaratıyordu. Ayrıca o gecede, ödüle layık görülen "En iyilerden" biri de Reha'ydı. Ve maalesef linç girişimini başlatanlar arasında onun da adı geçiyordu. Epeyce dolmuş demek ki bu söylenenlere... Onun için uzun uzun anlatma ihtiyacı hissetti bizlere o gecede yaşananları. Sonra da, "Büyük haksızlık yapıldı bana!" dedi ve "Keşke o kaseti bulsak da izlesek ve siz de benim gerçekten ne yaptığımı görseydiniz!" diye ekledi.
Biz tam, "Tamam... Olur" falan derken Rasim salona gitti ve elinde bir DVD ile geri döndü! Ve "Hadi izleyelim" dedi. Yok yok adamda! Tam teşekküllü mübarek! Meğer o gecenin ham görüntüleri varmış elinde. Hiçbirimiz itiraz etmedik tabii... Geçtik televizyonun başına. Ve an be an, kare kare başladık hep beraber Ahmet Kaya'ya yapılan o alçakça saldırıların montajsız görüntülerini izlemeye.

Bir yandan izliyoruz bir yandan da şok üzerine şok yaşıyoruz. Tamam bugün gibi aklımda o gecenin görüntüleri ama hiç bu kadar detaylı olanı izlememiştim. Bir anda haysiyet celladı kesilen Serdar Ortaç'ın "Bu devirde kimse hükümdar değil, padişah değil" şarkısını söylerken Ahmet Kaya'nın oturduğu masaya dönüp, "Bu ülkeyi kimseye böldürtmeyiz! Teröre yem etmeyiz!" sözleri ile ne haltlar karıştırdığını biliyorduk ama onun buram buram provokasyon kokan şarkısını kimlerin ayakta alkışladığını bilmiyorduk mesela!

Kimler kimler... Saymakla bitmez ama biri vardı ki ben onu görünce beynimden vurulmuşa döndüm! Nutkum tutuldu sayın okurlar adeta! Sadece ben değildim tabii bu korkunç şaşkınlığı yaşayan. Nagehan Alçı dayanamayıp, "Olamaz ya! Bu Mahsun değil mi? Güneşi Gördüm diyen Mahsun! Ne yapıyor böyle?" diyerek ansızın fırladı ayağa...
İnanamadık. Defalarca Mahsun'un ayakta Serdar Ortaç'ı alkışlayan o sahnesini izledik.

Sonra işadamı Erdal Acar'ı gördük. Konuşmasını bitirdikten sonra protestolar arasında masasına doğru giderken Ahmet Kaya'yı durduruyor birden... Bir yandan bir şeyler söylüyor rahmetliye, diğer yandan da işaret parmağını sallıyor tehdit eder gibi! Küfür mü ediyor, "Bunun hesabını vereceksin mi?" diyor anlayamadık. Ama buna rağmen Ahmet Kaya gülüyor Erdal Acar'a. Hatta sarılıp omzunu okşuyor babacan bir tavırla! Sonra kısa ve küt saçlı bir kadın var görüntülerde. Tanıyamadık. Bas bas bağırıyor! Durmadan küfrediyor ve hakaret ediyor; "Atın bu vatan hainini dışarı!" diye. Bir başka kadın ise, Ahmet Kaya'ya dönüp; "Sünnetsiz pezevenkkkk!!!" diyor! Ben tanıyamadım o kadını ama Rasim, magazin gazetecisi Şenay Düdek olduğunu söylüyor. Tunca Yönder denen bir şahıs var ortamda. Dizi yönetmenimiymiş neymiş... Provokasyonun elebaşlarından. Savaş meydanındaymış gibi sloganlar atıyor. Hakaretler yağdırıyor. Sonra bir başka adam. Esmer, bıyıklı filan. Ahmet Kaya masada otururken eşi Gülten Kaya'yla oraya yönelip saldırmak istiyor ama bizim aslan parçası Savaş Ay araya girip püskürtüyor olası saldırıyı. Zaten Ahmet Kaya'ya ve eşi Güten Kaya'ya zarar gelmesin diye diplerinden ayrılmayanlardan tek gazeteci Savaş Ay! Diğeri de Mehmet Aslantuğ. Helal olsun! Durmadan insanları yatıştırmaya gayret ediyorlar salonda. Neyse. O gecede insafsızlık yaptığı için yazılıp çizilmesi gereken onlarca adam var ama ben haklı olarak en çok Mahsun Kırmızıgül'e takıldım. Ne diyecek çok merak ediyorum. "Ellerim kırılsaydı keşke!" falan mı diyecek acaba? Yoksa, "Dün dündür, bugün bugündür" mü? İyi ama o zaman dönüp sormazları mı bu adama? "Son dönemde özellikle Kürt Meselesinden esinlenerek daha doğrusu beslenerek çektiğin gişe hasılatları kıran o muhteşem filmlerinin hesabını nasıl vereceksin?" diye... Demezler mi; "Eyyy Mahsun... O gece o linç yaşanırken senin Serdar Ortaç'ı alkışlamak yerine Ahmet Kaya'nın yanında durman lazımdı. Durabilseydin. Korkaklık yapmayıp, bugünkü gibi, 'Kürdüm ulan bende!' diyebilseydin, Ahmet Baba'ya kalkan olabilseydin, belki de o hâlâ aramızda yaşıyor olacaktı. İki kere özür borçlusun sen şimdi. Biri, korkaklık yaptığın için! Diğeri de Ahmet Kaya'nın canıyla ödediği bedelin üzerinden bugün gişe rekorları kırarak cukkanı doldurduğun için!"

22 Temmuz 2010 Perşembe

Ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz

Yıldıray OĞUR / TARAF 22.07.2010

Necip Fazıl o gaddar, yüzü gülmeyen, merhamet için “ağızların iğrenç sakızı” diyen Reis Bey’e söyletmişti bu sözü.

Suçsuzken astığı çocuğun mahkemede “Buz çöllerinde yol alıyorsunuz” diye bağırdığı Reis Bey’e.

Başbakan Erdoğan’ın 12 Eylül’ün astığı gençler için ağlamasıyla dalga geçenlerin insanlığını ise nereye kadar ilerletebiliriz bilemiyorum.

Türk filmlerindeki en kötü karakterler bile mesela bir Suzan Avcı bile gözyaşlarına hâkim olamayıp ağlayan birine “Aslında ağlamıyorsun, sahtekâr seni” diye bağırmamıştır.

Ruandalı bir Hutu lider, öldürdükleri Tutsiler için 30 yıl sonra ağlasa, herhalde Tutsiler bile “Bunlar timsah gözyaşları” demezdi.

Demek ki bu adamlar Yahudi olsa, 27 yıl sonra binlerce Yahudi’nin öldürüldüğü Varşova Gettosu’na gidip soykırım anıtının önünde diz çöken Willy Brandt’ı sopayla kovalayacaktı..

Ne biçim bir kötülüktür bu. “Çek elini devrimci/ülkücü şehitlerimizin üstünden” diye bağrışan okumuş-yazmış insanların bu kabile ideolojisiyle nereye gidilebilir?

“Bunların ağababaları Kanlı Pazar’da satırlarla solculara saldırmışlardı” diye hatırlatan okumuş-yazmışların, “Kanımız yerde mi kalsın oğul” diyen töre meclislerindeki Aliye Ronalardan ne farkı var?

Hadi diyelim bu kan davalılar “Sizden bir tane asmadan yüreğimiz hafiflemez” gibi bir duygu içindeler. Düşmanlarının iyiliği onlarda maraz doğurdu.

Ya peki 30 yıl önce bu gençler asılırken Kenan Evren’in postallarını temizlemekten bitap düşmüş, o gençlerin cellâtlarına yelpaze tutmuş Türk medyasından çıkan “Timsah gözyaşları bunlar” sesleri.

“Yakışık almadı” diye başlık attığı yazısında Başbakan’ın ağlaması için “Oscar’lık bir gösteri” diyen Güngör Mengi, 12 Eylül sonrasında yazdığı en iyi yardımcı darbeci rolü bile alamayacak pespaye Kenan Evren gazlamalarından da mı utanmıyor?

“12 Eylül’de Kenan Evren, Erdal Eren’i astırırken Türkiye’nin sağcıları, imam-hatip açsın diye Evren’le iş tutuyorlardı” diye twitleyen Ahmet Hakan, 12 Eylül’de Kenan Evren, Erdal Eren’i astırırken Emin Çölaşan’a işkence tarihine geçen Mamak Cezaevi’nden “Herkes çok mutlu herkes çok pişman” yazı dizileri yaptıran Milliyet’in patronu Aydın Doğan’ın kimle iş tuttuğunu da 140 karaktere sığdırabilir mi?

Yoksa o kadar karakterlik yeri kalmadı mı?

Utanmak da ağlamak da erdemdir beyler ve hanımlar. Utanç içinde devletin yanlışlarıyla yüzleşirken ağlayan bir başbakanla dalga geçmek ise utanmazlıktır.

Ağlayabilen bir başbakana sahip olmak iyidir. Ama gözyaşlarıyla dalga geçen kanaat önderlerine sahip olmak tehlikelidir.

Sizden, size benzemeyenler için gözyaşı dökmenizi beklemiyoruz.

1915’te öldürülen Ermeniler, 12 Eylül öncesi öldürülen İslamcı Metin Yüksel, 28 Şubat’ta başörtüsü yüzünden hastane kapılarında ölüme sürüklenen Medine Bircan, Ahmet Kaya, Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol için ağlamanızı istemiyoruz.

Krem sürün, soğan doğrayın, maaşlarınızın bu ay yatmayacağını düşünün, CHP’nin bir dahaki seçimlerde yine iktidar olmayacağını aklınıza getirin ve ağlayın. Yalancıktan da olsa ağlayın.

Ağlayamazsanız, anlayamayacaksınız çünkü.

Eğer gözyaşlarınız kuruduysa Reis Bey’e kulak verin:

“Ben diyorum ki; her fert başucuna, ‘Suçlu benim! Herkes suçsuz!’ levhasını asmalıdır! Ben diyorum ki; yegâne kurtuluşumuz, herkesin herkesi affetmesindedir! Daha ötesi kanunların sorumluluğuna girer. Ama görüyorum ki anlatamıyorum... Hissediyorum ama anlatamıyorum! Çocuk ‘Ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz!’ dedi. Ağladıkça anlıyorum. Ağladıkça anlıyorum!

Artık bütün mantık hesaplarımı kaybettim! Hem de öylesine kaybettim ki, Amerika’da bir cinayet işlense de dünya çapında bir ses sorsa, ‘Katil kim?’... ‘Benim!’ diye haykırabilirim!

Soğuk kış geceleri köprü altında yatan çocukların vebali benim boynumda!

Ben ne yaptım! Uykuda, baygınlıkta, annemin karnında, babamın kanında hangi cinayeti işledim! Hangi mukaddesi kirlettim ki, kendimi gelmiş gelecek bütün fenalıkların tek sorumlusu biliyorum! Dışımda ne arıyorlar! İçime doğru suçluyum ben! Bir de kalkmış, belki kendimden birine, ondan öbürüne geçer, bir merhamet yangını çıkar, bütün ülkeyi sarar diye tımarhanelik bir hayalin peşine düşmüş gidiyorum...”

18 Temmuz 2010 Pazar

ELEKTRİK

Candaş Tolga IŞIK / POSTA 18.07.2010

Benjamin Franklin elektriği icat etti: 1752
Karl Linde buzdolabını icat etti: 1877
Thomas Edison ampul icat etti: 1879
Josephin Cochran bulaşık makinasını icat etti: 1889
Hubert Booth elektrik süpürgesini icat etti: 1901
Ala Fischer çamaşır makinasını icat etti: 1906
John Logie Baird televizyonu icat etti: 1924

*

Zafer Kızılaslan elektrikle tanıştı: 2010

*

Zafer Kızılaslan ve Manisa’nın Selendi İlçesi’ne bağlı Kazıklı Köyü Kayabaşı Mahallesi’nin diğer sakinleri henüz televizyon, bulaşık makinesi, çamaşır makinesi ve elektrik süpürgesi kullanmaya başlamadı: 2010

*

Elektrikle 250 yıl sonra ancak tanışabilmiş insanların yaşadığı bir ülkede demokrasiyle tanışmak için nereden baksan 500 yılımız daha var...
Temiz

Srebrenica'daki insanlık soykırımının izleri



Ahmet TEZCAN / ZAMAN 18.07.2010

Hiç uzak değil. Dün kadar yakın. Gün kadar gerçek.
Yugoslavya'nın dağılma sürecince Bosna-Hersek'te dünyanın gözleri önünde, televizyon kameralarının geniş açılarında, kahvaltı sofralarında açık televizyon ekranlarında seyredilen, evet sadece seyredilen Srebrenica katliamından söz ediyorum.

Sırpların vahşet, şiddet ve dehşetin her türünü en alçakça olanıyla uyguladıkları bu soykırımın üzerinden sadece 15 yıl geçti.

Geçen hafta o soykırımın 15. yıldönümüydü.

11 Temmuz 1995 yılında gerçekleştirilen bu katliamın insanı insanlığından utandıran detaylarına girmeyeceğim.

Pek çok ülkede, çok sayıda araştırmacı, gazeteci Srebrenica katliamının detaylarını sebep-sonuç analizleriyle birlikte kaleme alıp yazdı.

Ancak Türkiye'de bu yapılmadı.

Türkiye'de kendilerine "gazeteci-yazar" denilen en üst tepeleri işgal ederek kendi toplumundan başlamak üzere insana dair ne varsa değer adına yamultarak, kendi pespaye yaşam biçimlerini "laiklik-özgürlük-ilericilik-çağdaşlık" kisveleriyle dayatan Hedonizm guruları, Srebrenica katliamı konusunda da 3 maymunu oynadılar.

Patronları için arabalarının bagajlarında taşıdıkları şarap şişeleri, Bosna'da Srebrenica'da paramparça edilen insanlardan daha değerliydi onlar için.

Avrupa'nın tam ortasında yaşanan bu vahşeti haberleştirmek için çırpınan bir avuç Türk muhabir dışında, kimse ilgilenmedi. O muhabirlerden kaçı görevde bugün bir düşünün. Hemen hepsi zaman içinde kullanıldılar, sonra itildiler, kakıldılar ve hatta suçlandılar, mesleğin dışına itilerek unutturuldular.

Srebrenica'da yaşananlarla ilgili Türkçe yazılmış tek kitap yoktu bu yüzden.

Görülmedi, unutuldu, unutturuldu.

15 yıllık körlük bugüne kadar sürdürüldü.

Bu da soykırımın gazetecilik boyutundaki uzantısıydı. O kırımı gerçekleştiren Hedonizm tapınıcısı gazete yöneticileri bugün Tuhaf hikâyelerle piyasa edebiyatına katkıda bulunuyorlar.

***

Srebrenica'da yaşanan soykırımı izleyen, zaman içinde meslek dışına itilse de 15 yıl önce yakaladığı haberin peşini bırakmayan gazeteci Mehmet Koçak, insanlık tarihine kara bir leke olarak geçen bu soykırımla ilgili Türkçe kaleme alınmış ilk kitabı hazırladı.

Bosna-Hersek'teki soykırımı yakından izlemiş, haberleştirmiş, gazetecilik yapamadığı günlerde dahi, Bosna'yı mesken tutarak mazlumların ve onların katillerinin peşini bırakmayan mesleki ve insani onur duygusuyla bilgi ve belge toplayarak, yaşananların perde arkasındaki politik oyunları da deşifre eden bir kitabı kaleme aldı ve nihayet kendi imkânlarıyla yayımlatabildi.

"İnsanlık Tarihinde Bir Kara Leke" üstbaşlığıyla "Srebrenica Soykırımı" adıyla çıkan bu kitap yarın (19 Temmuz Pazartesi), bir tanıtım toplantısıyla soykırımın 15. yıldönümü anısına kitap piyasasına çıkmış olacak.

Gazeteci Mehmet Koçak'ın Srebrenica Katliamı'nı okuyun.

Bu kitabı okurken eminim bir nebze vicdan varsa titreyecektir yüreğiniz. Bir cimcik akıl varsa donacaktır. Bir parça iz'an sahibiyseniz başka katliamları, Abhazya'yı, Çeçenistan'ı, Karadağ'ı, Karabağ'ı, Somali'yi, Batı Şeria'yı, Gazze'yi, en son uluslararası karasularda pişkinlikle işlenen Mavi Marmara katliamını hatırlayacaksınız.

Lütfen okuyun!

Ertuğrul Özkök'ün gazete köşelerinde yaldızlanan Tuhaf'ı eminim size daha bir tuhaf gelecektir.

Fakat yine eminim ki Tuhaf kadar ilgi görmeyecektir Mehmet Koçak'ın anlattığı gerçekler.

"Hedonya şehrinin sakinleri, yani biz, gazeteciler" yine duyarsız, duygusuz, ilgisiz kalarak insanlık kavramının dışında bir yerlere/kesimlere ilişmeye devam edeceğiz.

Belki birkaç söyleşi, bir iki değinme dokunma ile geçiştirilecek bu kitap.

***

Mehmet Koçak kitabın ilk prova baskısını getirip de "Bunu nasıl duyurabiliriz, hangi köşe yazarları bu kitapla ilgilenir de okurlarına duyurur?" diye sorduğunda avuçlarıma baktım.

Avuçlarımda parmaklarımın sayısı azalıverdi.

Yemin ederim ki Srebrenica'da yaşanan acılardan daha büyük bir acı, "7 bin torba kemik"ten daha korkunç bir sonuçtur bu.

Srebrenica'da 15 yıl önce yaşanan katliamdan çok daha alçakçası, son 20 yılda "gazetecilik katliamı" olarak yaşandı bu ülkede ve yaşanmaya da devam ediyor.

11 Temmuz'da Türkiye Başbakanı, Sırp devlet başkanı dahil dünyadan birkaç lider, politikacı ve gazeteci ile Srebrenica'da idi.

Bununla ilgili birkaç haber ve vefalı kalp sahibi yazarlardan birkaç yazı...

O kadar... Sonra yine unutulacak... Unutturulacak...

İşte bu yüzden nehir kenarında yazılmış tuhaf hedonist hikâyeler kadar yer bulmayacak Mehmet Koçak'ın Srebrenica kitabı.

"Bu tarih; her yıl dünya insanlığı Srebrenica kurbanlarını rahmetle anarken, katliamcı Sırpları ve onlara fırsat veren, işbirlikçilerin lanetlediği tarihtir. İçimizdeki dinmeyen acının adı; Srebrenica.. Seni unutmadık, unutmayacağız ve unutturmayacağız" sözleriyle bitirmiş kitabını Mehmet Koçak.

Ben o kadar ümitli değilim hafızamız, vefamız ve vicdanımız adına.

Tuhaf hikâyelerle bunatılmış gazetecilik hafızamız 15 yılı değil, 15 ayı değil, 15 günü değil, hatta 15 saati değil, bir televizyon haberinin süresi olan 1,5 dakika ile sınırlı ne yazık ki!

Gerçek katliam, soykırım, her ne ise o, işte budur!

16 Temmuz 2010 Cuma

Senin baban bir melekti!


Candaş Tolga IŞIK / POSTA 16.07.2010

Bak oğlum,

Bir kere şunu bilmelisin ki; senin baban bu ülkenin başına gelmiş en büyük felaketlerden biriydi...

***

“Bu düzen değişecek... Kanlı mı olacak kansız mı olacak?” diyen de...

“Bizim partiye hizmet etmezsen hiçbir ibadetin kabul olmaz. Çünkü başka türlü Müslümanlık olmaz. Bizimle çalışmazsan patates dinindensin” diyen de senin babandan başkası değildi.

***

Belli ki sen hiç babanı tanımamışsın oğlum...

Senin baban,

Kaddafi’nin çadırında onurumuzu 5 paralık eden adamdı.

Örümcek kafalı adamları Ankara’nın göbeğinde şeriat çığlıkları atarken sırtlarını sıvazlayan adamdı.

Başbakanlık’ı tarikat liderlerinin ayak yoluna çeviren adamdı.

***

Senin baban,

Vatandaşın vergisiyle toplanan 1 trilyonu “kaybeden”...

‘Özel belgede sahtecilik’ yaptığı yani yüz kızartıcı bir suç işlediği için siyaset yapması yasaklanan...

Tekerlekli sandalyede fotoğraf çektirip “Yaşlıyım, hastayım...” diye af isteyen...

Affedildikten 24 saat sonra Allah’ın hikmetiyle bir anda ayaklanıp yeniden yandan yandan siyaset yapmaya başlayan...

Son olarak da enkaza çevirdiği siyasi hareket tam kendine gelmek üzereyken yine bir fitne fesatla ortalığı karıştırmaya çalışan adamdır.

***

Bak oğlum,

Bu millet babandan çok çekti.

Belli ki senden de çekeceğimiz var!

Ama madem “Babama yamuk yaptılar. Hepsi gidecek...” diye sağa sola ayar vermeye, hesap sormaya başladın.

Şunu bil ki senin baban bu ülkeye yamuğun kralını yapan adamdır!

Hesap soracaksan önce babandan başla!

Bahar havası mı? Keşke...



Fehmi KORU / YENİ ŞAFAK 16.07.2010

Siyasiler aslında bilmeleri gereken bir gerçekten nedense habersiz görünüyorlar: Aynı görüşleri paylaşmamaları, ayrı saflarda bulunmaları, hatta siyasi rekabetleri birbirlerine husumet beslemelerini gerektirmiyor. Rakip olup ilişkileri uygarca sürdürmek neden mümkün olmasın?

İşte dün bu gerçeği bir kez daha yaşayarak öğrendiler: Başbakan Tayyip Erdoğan CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'yla görüştü; 1,5 saat süren görüşme sonrasında yaptığı konuşmada -meslektaşlarımızın hesabına göre- Tayyip Erdoğan'dan tam 26 kez "Sayın Başbakan' diye söz etti Kemal Kılıçdaroğlu...

"Recep" diye değil, "Sayın Başbakan" diye...

Birbirini tanımayan insanların arkasından "Recep" diye konuşmak, birilerinin kulağına fısıldadığı çoğu anlamsız bazısı iftira söylentileri 'gerçek' imiş gibi gündeme taşımak kolaydır; iletişim kanalları açık, ara sıra da olsa rastlaşıp konuşan kişiler ağızlarından çıkana dikkat ederler.

Bugün geldiğimiz noktada toplumun talebi de bu yönde. İnsanlar, asgari nezaket kurallarına uyularak sürdürülen bir siyasi mücadele arzuluyor; her konuyu kısa sürede çatışmaya dönüştüren, her ihtilâftan bir 'dünya savaşı' çıkartan ucuz politika döneminin sona ermesi lâzım.

Anayasa Mahkemesi'nden büyük çapta onay alarak halkoylamasına sunulan anayasa değişikliği paketine bir de bu gözle bakalım: CHP'nin 1982 Anayasası'nın mevcut metninde görmek/görmemek istediği bütün maddeleri kapsamıyor halkoyuna sunulacak paket; milletvekili dokunulmazlığının sınırlandırılmasını da isterdi CHP, belki YÖK'ün yapısının değiştirilmesini de... Ancak mevcut paketin içinde de, halktan onay aldığı taktirde, ülkeyi bugünden daha ileri noktaya taşıyacak hayli madde var.

CHP'nin yargı bürokrasisinden uyarılar üzerine itiraz ettiği birkaç maddeyi Anayasa Mahkemesi iptale değer bulmadı; yargının kendisinden daha fazla yargı için kavga verecek değil ya CHP? Anayasa Mahkemesi'nin genel hatlarıyla karşı çıkmadığı anayasa değişikliği paketini, üzerinde biraz düşünürse, CHP de desteğe değer bulabilir.

Yargıyı dış etkilere kapatmak ve tarafsızlığını pekiştirmek üzere hazırladığı anayasa değişikliği paketinin yürürlüğe girmesinden sonra, bugüne kadar şiddetle karşı çıkan Ak Parti de, dokunulmazlıkların sınırlandırılmasına olumlu yaklaşabilir.

YÖK'ün yeniden yapılanması gibi zamanı gelmiş değişikliklerle ilgili gelişmeler de beklenebilir Ak Parti ile CHP'nin liderleri arasında boy atacak bahar havasından...

Kolay değil böyle bir gelişme, hiç kolay değil. Bizde siyasi ortamın çekişme ve çatışma üzerine oturmasından yararlanan güç odakları ve çıkar grupları var. Yakın geçmişte, bunlar, koalisyon hükümetlerinde yer alan partiler arasındaki çekişmeleri körükleyerek çıkar elde ederlerdi, şimdilerde rakip partileri birbirlerine karşı kızıştırarak aynı sonucu almaya çalışıyorlar.

Kalıcı bir bahar havası bir onları üzecektir, bir de uğraş alanlarını göz çıkarmak ve iftira atmak bilen siyaset esnafını...

Ülkenin bütünü bu yeni havadan memnun ve mutlu olur, varolan sorunların daha kolay çözüleceğine inanç yaygınlaşır, sorun çözmede bütün partilerin ellerini taşın altına koymakta yarışmaları seçmenlerin daha sağlıklı tercihler yapmasını sağlar. (Bkz. Siyasilerin birbirinin gözünü oymadığı bütün demokratik ülkeler...)

Tayyip Erdoğan'la 1,5 saatlik görüşmesi sonrasında Kemal Kılıçdaroğlu'nun olağanüstü saygılı bir üslupla kamuoyu karşısına çıkması bütün tabloyu değiştirmez elbette; bir çiçekle bahar gelmiyor. Ancak insan yine de umutlanıyor işte.

Bir gün öyle bir ülkede yaşıyacağız. O gün ne kadar çabuk gelirse o kadar iyi.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Albay Dursun Çiçek intihara zorlanıyor



Mümtaz'er TÜRKÖNE / ZAMAN 15.07.2010

Belki de o şerefli üniformayı taşımanın bir bedeli olduğunu düşünmüştü. Boğazına kadar siyasete batmış bir karargâhta görev yapıyordu.

Askerlik, dış düşmanlara karşı sınırları korumaktan çok ülkeyi yönetmek demekti. Yönetimin dizginlerini elde tutmak için ise karargâh harıl harıl çalışmalıydı. Meslek askerlik olunca plansız hareket edilir mi?

"İrtica İle Mücadele Eylem Planı"nı hazırlayan Albay Dursun Çiçek'e -yaptığı işe duyduğum öfke bir yana- ıslak imza tartışmalarının başından itibaren sebebini tarif etmekte zorlandığım bir sempati duydum. Belki biraz bizden biri gibi olmasından. Mahkemede "kız kardeşlerimin başı kapalı" diye kendini savunduğunu okurken, bu duyguya bir gerekçe bulmuştum. Yüzde yüz eminim ki, taburunun başında geri dönülmesi imkansız bir göreve gözünü kırpmadan gider. Asker, verilen emri yerine getirir. Verilen emir vatandaşa komplo kurmak olunca?!..

Albay Dursun Çiçek, temel görevi siyaseti tanzim etmek olan Genelkurmay Karargâhı'nın bir parçasıydı. Verilen emri, bir asker olduğu için yerine getirdi. Kendi milletine karşı suç işledi. Şimdi ona bu emri verenler, onu kurban ediyor. İşte bu yüzden şimdi Albay Dursun Çiçek'in başına örülen çorabı elbirliğiyle çözmeliyiz. Bu askerin meslek onuruna sahip çıkmalıyız.

Savaşı kazanmak için kendi birliklerinizden bazılarını feda edebilirsiniz. Hatta düşmanla boğaz boğaza süngü savaşına girmiş bir birliği, savaşın kaderini değiştirecekse düşmanla birlikte kendi top ateşiniz ile imha edebilirsiniz. Askerin mantığı böyle işler ve bu mantık savaş için doğrudur. Ya savaş siyasî alanda yürütülüyorsa? Şimdi asker yürüttüğü siyasî savaşta şerefli bir albayını feda ediyor. Üstü örtülemeyen bütün suçları bu albayın üzerine yıkıyor ve güya bu sayede saplandığı bataklıktan çıkmayı, komutanları kurtarmayı umuyor.

İki ihtimal var: Birincisi Dursun Çiçek'in bu fedailiği kendisinin üstlenmesi veya bu konuda ikna edilmesi. Suçu kendi iradesi ile üstlenmiş ve içinde yer aldığı kurumu temize çıkartmış olacak. İkinci ihtimal, Dursun Çiçek'in yine bir karargâh planı ile kurban edilmesi. "Ben emri yerine getirdim" diyecek, ama amirleri böyle bir emir vermediklerini söyleyip onu yalancı durumuna düşürecekler.

Bir asker gibi düşünemeyenler, Dursun Çiçek'in ruh halini kavramakta zorlananlar kendilerini onun çocukları yerine koysun: General olamadım diye koskoca ordunun itibarını iki paralık etmek için oturup şerefsizce komplolar planlayan ve bunları icra eden biri olmak veya onun çocukları sıfatını taşımak, sizce nasıl bir duygu? Kızı, babasının yüksek askerî niteliklerinden özellikle de askerlikte çok önemli olan verilen emre itaat alışkanlığından bahsediyor. Benim de en küçük şüphem yok. Bir Türk subayı, emir almadan böyle bir işe kalkışmaz. Suç işleyip sonra da kendi kendini ihbar etmez. Neden kendini suçlu duruma düşürsün? Daha ötesi, bir tek subayın terfi alamadığı için kâğıttan kaplan gibi yere serebileceği bir orduyla, bu kadar çaresiz bir ordu ile ülke savunulur mu?

"İrtica İle Mücadele Eylem Planı" Genelkurmay'ın sıralı emir-komuta zinciri dışında hazırlanmış olamaz. Albay Dursun Çiçek'i, askerî savcılıkça isnat edilen "komplo kurma" suçundan temize çıkartacak çok sağlam deliller var. Bu planın benzeri olan ve daha önce tartışılan Taraf gazetesinin yayımladığı "lahika"lar. Dursun Çiçek'in hazırladığı planı öncekilerden farklı kılan, Erzincan'da somut olarak uygulanmış olması. Askerî savcı, Erzincan sanıklarını temize çıkartırken ve bütün suçu Dursun Çiçek'e yıkarken daha önceki benzer "lahikalar"ı nereye koyacak?

Askerî savcılık bir iddianame değil, bir senaryo hazırlamış. Bu "intikam senaryosu"nun hizmet ettiği tek amaç var. Ağustos Şûrası'nın üzerine inen Ergenekon gölgesini kaldırmak. Saldıray Berk gibi "sanıklar"ı Şûra'da korumak. Ne pahasına? Albay Dursun Çiçek'in yok edilmesi pahasına.

Dursun Çiçek meslekî bir intihara sürükleniyor. Askerlik şerefi adına ve belki daha önemlisi hukukun üstünlüğü adına Dursun Çiçek'in yok edilmesini engellemek gerekiyor. O artık bizim Dreyfüs'ümüz..

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Askeri savcı da asimetrik savaş yanlısı çıktı!



Ergun BABAHAN / STAR 14.07.2010

Düdük makarnaları yine şişti. Siyaseti dizayn etme, AK Parti’yi tasfiye ve Cemaati karalama belgesi gerçek çıktı.

Kim mi diyor?

Askeri savcılık...

Ne diyor?

- İmza Dursun Çiçek’e ait, ıslak imza makinesi ürünü değil.

- Dursun Çiçek görevi kötüye kullanmış, alt-üst ilişkilerini zedelemiştir.

- Silahlı Kuvvetler’den ihracı gerekir.

“Kağıt parçası belge, boru Law silahı çıktı.”

Televizyon ekranlarından esip gürleyen, asimetrik savaş masalları anlatan, mahkemelere müdahaleye çalışan Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Albay Dursun Çiçek’i feda etmek zorunda kaldı.

Tercih noktasında 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk ile Erzincan Başsavcısı Cihaner’i tercih etti.

“Ver-kurtul” mantığı Çiçek aleyhine işledi ve Çiçek’in kellesi tepsi içinde sunuldu.

Adama bir de bir sürü suç
yüklendi.

Ne de olsa o terfi alamamış bir albay, öbürü koskoca orgeneral.

Rütbe konuşur bu işlerde.

Terfi alamamış kızmış, komutanlarını karalamak için bu belgeyi tek başına hazırlamış ve Taraf’a
sızdırmış.

Ya savcılar yanlış biliyor ya da Genelkurmay Başkanı.

Çok yıldızlı komutan “Belgeyi Taraf’a polis sızdırmış” dememiş miydi?

Şimdi İlker Başbuğ’a, Uğur Dündar’ı karşısına alıp “Kendi kurumuna böyle bir iftira atan kurmay subay Türk kanı taşıyor mu?” diye sormak yakışır.

Ama hukuka saygılı olduğu, sadece sivil mahkemelere müdahale hakkını kendinde gördüğü, askeri mahkemeleri bağımsız, yansız, tarafsız gördüğü için yargılamanın sonunu bekler herhalde.

Ya da savunma hazırlayacağız derken iyice çarşafa dolanıyorlar.

O zaman adama sormazlar mı, adamcağız tek başına hazırlamışsa, karargah, bilgisayar kayıtlarını 7 kez silmek için niye seferber oldu diye?

Ya da siz kurmaylarınızı böyle mi yetiştiriyorsunuz, acaba kızdığında daha gizli bilgi belgeleri daha kritik noktalara sızdıranlar da var mı?

Ya da koskoca Silahlı Kuvvetleri
bu duruma düşürmeye kimin

hakkı var?

Şimdi dımdızlak ortaya bırakılan Çiçek ne yapacak, o önemli?
İttihat Terakki’nin fedaileri gibi susup kellesini mi verecek, yoksa “anca beraber, kanca beraber” diye başlayıp “yakarım, karargahı da yakarım mı?”

Konuşalım, anlatalım, rahatlayalım beyler.

Bir de Harvardlı Profesör Dani Rodrik (Böyle yazınca etkisi daha büyük oluyor. Hem Harvardlı, hem de profesör) ve Dursun Çiçek’in kızının açtığı bloklar nedeniyle başta Ergenekon olmak üzere tüm davaları, iddianameleri çürüten Amiral gemisinin “en baş” yazarı Ertuğrul Özkök ne yazacak?

Vurun kahpeye misali Çiçek’e sallarlar herhalde ama başta Ergenekon olmak üzere darbeciler aleyhine açılmış davalara sallama özgürlükleri olmaz herhalde.

Çünkü askeri savcılığın bu iddianamesi aslında tüm davaların anası olmuştur.

Asker içinde en azından yanlış yapanlar olduğu kabullenilmiştir.

Bir de Dursun Çiçek durmaz ve konuşursa, seyredin gümbürtüyü.

Siz hala yüksek yargının şeffaflaşıp tarafsızlaşmasına direnin.

Sizi darbe şakşakçıları sizi.

13 Temmuz 2010 Salı

Yeniköy kasabı



Candaş Tolga IŞIK / POSTA 13.07.2010

Birincinin hocası Beşiktaş’tan...

İkincinin ikinci hocası Galatasaray’dan...

Üçüncünün hocası da Fener’den kovuldu.

***

Dünya Kupası’nın özeti budur.

***

Löw’ün, De Boer’in yaşadığı Türkiye şartlarında vaka-ı adiyedir...

Ama Allah aşkına söyleyin Del Bosque’ye yapılan neydi?

“Bu adam futboldan anlamıyor.”

“Onun yaptığı teknik direktörlüğü babam da yapar.”

“Kendi ülkesinde mahalle takımını bile emanet etmezler.” Zaten Real Madrid’i de kazara çalıştırdı.”

“Bu kadar beceriksiz bir adamı daha havaalanına iner inmez geri göndereceksin.”

Yetmedi...

Tipine taktılar; ne bıyığı kaldı ne göbeği!

Yetmedi...

“Yeniköy Kasabı” diye isim koydular.

Yetmedi...

Sözleşmesi devam ederken kovuldu!

Yetmedi...

Tazminatının üstüne yattılar.

Mahkemelik oldu; yıllarca uğraştı; sonunda kazandı.

Hem parasını aldı çatır çatır, hem de “Yeniköy Kasabı”nı FIFA kayıtlarına geçirip rezil etti Türkiye’yi...

***

Önceki akşam maç sonrası mikrofonu uzattılar Del Bosque’ye...

3 buçuk milyar insan onu dinliyordu...

Ödüm koptu! Allahı var, efendi adammış...

“Bu kupa vaktiyle bana her türlü hakareti layık gören Türk futbol kamuoyuna kapak olsun” demedi!

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Ayşe Albayrak'ın Srebrenitsa şiiri



Hakan ALBAYARAK / YENİ ŞAFAK 12.07.2010

Ratko Mladiç komutasındaki Sırp ordusunun BM tarafından GÜVENLİ BÖLGE ilan edilen Srebrenitsa'da 8 binden fazla Boşnak erkeğini Hollandalı askerlerin yardımıyla katledişinin üzerinden 15 sene geçti.

Bosna-Hersek'in Sırp bölgesinin dört bir yanında 60'tan fazla toplu mezara gömüldüğü tahmin edilen soykırım kurbanı Srebrenitsalıların tamamının cenazeleri –daha doğrusu kemikleri- henüz bulunmuş değil.

Bulunan cenazelerin tamamının kimlikleri de henüz tesbit edilmiş değil.

Kimlikleri tesbit edilen cenazeler, peyderpey, Srebrenitsa soykırımının yıldönümlerinde, Srebrenitsa'ya götürülüp toprağa veriliyor.

Geçen Cuma günü de 775 cenaze hüzünlü bir törenle Saraybosna'dan Srebrenitsa'ya uğurlandı.

Kızlarım Ayşe ve Fatma da anneleriyle beraber o törendeydiler (Dün de Srebrenitsa'daki cenaze törenine katıldılar).

Ayşe'm o atmosferde dokunaklı bir şiir yazmış.

Telefonda bana ağlayarak okudu.

Sizinle paylaşmak için bana e-posta ile göndermesini istedim; gönderdi.

İşte o şiir...


YARALI KUŞ

Sen bir yaralı kuşsun

Uçamazsın konamazsın şakıyamazsın

Uçamazsın çünkü binlerce zavallının

cesedini tutarsın

Uçamazsın çünkü onca gözü yaşlı bağrı

yanık ana barındırırsın

Uçamazsın çünkü bu yükü taşıyamazsın


Nasıl uçasın gitmek için neden mi var yer mi var

Yok yaralı kuşum benim yok


Konamazsın çünkü üstüne basacağın

dalların tükendi

Konamazsın çünkü fidanların kesildi

Konamazsın çünkü tomurcukların çiçek

açamadan gitti


Nasıl konasın konacak yer mi var

Yok yaralı kuşum benim yok


Şakıyamazsın çünkü şakıyacak sesin kalmadı

Şakıyamazsın çünkü şakıyacak kişi kalmadı

Şakıyamazsın çünkü o gücü yavrularını

toprağa gömerken kullanacaksın


Nasıl şakıyasın şakıyacak neşe mi var kişi mi var

Yok yaralı kuşum benim yok


Biliyorum kanadın kırıldı

Biliyorum onurun kırıldı

Ah kuşum benim biliyorum kalbin kırıldı

Dayan yaralı kuşum benim

Anaların şehitlerin için

Dayan yaralı kuşum benim

Bosna için Bosna için dayan

11 Temmuz 2010 Pazar

Referandum hikâyeleri



Hasan Celal GÜZEL / RADİKAL 11.07.2010

Sevgili okuyucular, bu Pazar sohbetinde sizlere ‘referandum’dan bahsedeceğim. Malûm ya,
Anayasa Mahkemesi, antidemokratik ve millî iradeye aykırı burnunu Anayasa değişikliği paketine sokmuş olsa da lûtfedip tamamını iptal etmediği için ‘Anayasa Reformu’ 12 Eylül 2010 tarihinde referanduma sunuluyor.

‘Hayır’da hayır yoktur
Efendim, Türkiye’deki ilk referandum, -Dr. Mustafa Çalık dostumun kulakları çınlasın- ‘Vak’a-yı şerriye’den (27 Mayıs Darbesi) sonra cuntacıların postalseverlere hazırlattığı ‘1961 Anayasası’ için yapıldı. Yeni Anayasa silâhların gölgesinde 9 Temmuz 1961 tarihinde referanduma sunuldu.
Cuntacılarla CHP’lilerin elele yürüttüğü referandum kampanyasında, Anayasa’ya evet oyu verilirse demokrasiye geçiş vaadinde bulunuldu. Kampanya esnasında eski Demokrat Partililer ve onların devamı olan AP’liler, ‘Hayır’da hayır vardır’ sloganını kullandılar. Slogan tesirli oldu ama tehdit
ve şantaj altındaki halkımız, cuntacılar bir an evvel gitsinler diye ‘Evet’ oyu kullanmayı tercih etti ve 1961 Anayasası yüzde 61,7 oranındaki evet oyuyla kabul edildi.
Sizin anlayacağınız, ‘Hayır’da hayır var’ sloganı bugünün lâikçi Kılıçdaroğlu’na ve CHP’lilere değil, yarım asır
öncesinin DP/AP’lilere ait bir slogandır.

‘Tak tak’ tutmadı
Efendim, gözünü sevdiğimin memleketinde darbeciler hiç rahat durmadılar ki... Bu defa da büyük nü ressamımız Evren Paşa beşi bir yerdesiyle birlikte borazanı öttürdü. Gene, postal tiryakisi hukuk hokkabazlarına hazırlattığı ‘1982 Anayasası’nın referanduma sunulması için kollar sıvandı. Evren, o her zamanki ‘zarif’ ifadesiyle, ‘sivillerin pisletmeyeceği bir kazan’ imali peşindeydi. Anayasa oylamasıyla bir taşta birkaç kuş vuruyor; bir yandan, ne yazık ki hâlen yürürlükte bulunan antidemokratik darbe anayasasını oylatırken, diğer taraftan da hem kendini Cumhurbaşkanı seçtiriyor, hem de yüzkarası geçici 15. maddeyle ömür boyu dokunulmazlık ve sorumsuzluk zırhına bürünüyordu.
7 Kasım 1982 tarihinde, 1982 Anayasası’nın referanduma sunulduğu gün Demirel ile beraberdik. Ekrem Ceyhun da bizimle birlikteydi. Demirel, eski AP teşkilâtlarına ve taraftarlarına haber ulaştırarak ‘Hayır’ oyu kullanılması veya ‘tak tak’ yapılıp geçersiz oy verilmesi konusunda gayret göstermişti. Sonuçtan ümitliydi. Bana, neticeyi nasıl tahmin ettiğimi sordu; ‘Yüzde 70 gibi evet oyuyla kabul edilir’ dedim. Aslında onu kırmamak için daha fazla tahmin ettiğim hâlde, az söylemiştim. Cevabıma çok kızdı; ‘1961 Anayasası bile yüzde 61,7 oy alabilmişti’ dedi. Ekrem beye tahminini sordu; Demirel’e çok bağlı olan Ekrem Ceyhun, ‘Herhalde yüzde 60 filân olur’ diye cevap verdi. Bu cevap da Demirel ’in hoşuna gitmemişti. ‘Siz ne söylüyorsunuz beyler?!..’ diye gürledi. ‘Göreceksiniz ya reddedilecek ya da kıl payı ile alabilecekler...’
Referandum, yüzde 91,7 evet oyu ile sonuçlandı. Bunun başlıca iki sebebi vardı. Birincisi, referandumun gene silâhların gölgesinde zor kullanılarak yapılmasıydı. İçi görünen oy zarfları, militan görevliler ve 1946 Seçimlerine benzer şekilde, ‘açık oy, gizli sayım’ kepazeliğiyle her şey bir kurgu gibiydi. İkinci olarak, özellikle kulislerdeki ‘Hayır oyu çıkarsa demokrasiye geçilmez’ şantajı etkili oldu.
Kısaca, her iki anayasa oylamasında da halkımız, darbecilerin defolup gitmeleri ve demokrasiye geçilmesi
için kabul oyu kullanmıştır.

‘No no’ da tutmadı
Efendim, bugüne kadar yapılan referandumların sonucunda hep ‘Evet’ oyları daha fazla çıkmıştır. Bunda halkımızın olaylara olumlu bakışının da tesiri vardır.
Üçüncü referandum rahmetli Özal’ın zamanında 6 Eylül 1987 tarihinde yapıldı. Aslında, ilk iki anayasa oylamasından sonraki bu referandum, Türkiye’de demokratik kurallara uygun olarak yapılan ilk referandumdur. Bu referandumun yapılabilmesi için, önce 17.5.1987 tarihinde 1982 Anayasası tâdil edilmiştir (175. madde).
Özal, evvelâ 12 Eylül Anayasası’ndaki siyasî yasakları samimiyetle kaldırmaktan yanaydı. DYP Genel Başkanı Cindoruk’la görüşerek DYP temsilcisi Mehmet Dülger ile ANAP temsilcisi olarak benim siyasî yasakların kaldırılması için bir anayasa değişiklik teklifi hazırlamamızı istedi. Yakın dostum olan Dülger’le bizim evde bir araya gelerek taslağı hazırladık. Ertesi gün metni götürünce şaşırdı ve Cumhurbaşkanı Evren’in değişikliğe karşı çıktığını söyledi. Ben o sıra Devlet Bakanı ve Hükûmet Sözcüsü idim. Hemen Evren’den randevu alıp görüştüm. Evren, değişikliğe karşı olduğu iddiasına kızdı ve ‘Çıkarıp getirin, derhal imzalayayım’ dedi. Benim Evren ile görüşeceğimi tahmin etmeyen Özal’ın bu cevaba canı sıkıldı ve bu konudaki görüşünü değiştirdiğini söyledi. Sebebini sorduğumda, beni çok üzen ve düşündüren şu cevabı vermişti: ‘Demirel Demokratların yasağını kaldırmamak için 13 yıl direndi. Ne diye siyasî rakibimize kendi elimizle imkân verelim?’
Sonradan, zamanın Ticaret Bakanı Cahit Aral ile ANAP Teşkilât Başkanı Mehmet Keçeciler’in ona bu telkinde bulunduğunu öğrendim. Söyledikleri belki siyaseten doğru olabilirdi, lâkin ne yazık ki, Türkiye siyasetindeki oportünizm, Özal gibi demokrat ve ileri görüşlü bir devlet adamını dahi kötü etkileyebilmişti.
Bunun üzerine Özal’a istifamı verdim fakat kabul etmedi. Ancak, Güneş Taner turuncu renkli ‘No, no’ tişörtleriyle dolaşırken ben ‘evet’ten yana oldum. Sonuç olarak halk yüzde 50,16 oranında evet oyuyla siyasîlerin affını kabul etti. Halkın irfanı her zaman olduğu gibi tecellî etmiş ve bu sonuç ile her iki taraf da dersini almıştı.

Halk daima değişimden yanadır
Efendim, özetle ifade edersek, dördüncü (bir bakıma ikinci) referandum da Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi konusunda yapıldı. AK Parti’nin bu istikametteki teklifi 21 Ekim 2007 tarihinde referanduma sunuldu ve yüzde 68,95 oranındaki evet oyuyla kabul edildi. Halkımız, bir defa daha ne kadar basiretli olduğunu göstermişti.
Şimdi, 12 Eylül 2010 tarihinde yani iki ay sonra Türk demokrasisinin en önemli referandumu yapılacak. Bu referandumun neticesinde ‘evet’ oyları çok çıkar da ‘Anayasa Reformu’ kabul edilirse, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve modernleşmesi yönünde çok önemli bir merhale katedilmiş olunacak.
Şu hususu altını çizerek belirtelim ki, bizim milletimiz daima değişimden yana olmuştur. 12 Eylül Darbesi’ni tasfiye eden bir Anayasa Reformu’nun karşısına çıkanlara pirim vermeyecektir.
Son referandumda da halkın cevabı gene ‘EVET’ olacaktır.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Çok merak ediyorum, yüksek hakimler gerekçeyi yazarken nasıl kıvıracaklar?



Nuh GÖNÜLTAŞ / BUGÜN 10.07.2010

Anayasa Mahkemesi denilen mahkemenin ne menem bir mahkeme olduğu son kararı ile bir kere daha ortaya çıktı.
Yetkilerini aşıyor...
Kendine yeni yetkiler üretiyor.
Mevcut yasalara aykırı, hukuka aykırı kararlar veriyor.
Aynı konuda daha önceki uygulamalara yüzde yüz aykırı kararlar veriyor.
En son da cımbızlama metoduyla Meclis'in yazdığı kanunu yeniden yazdılar.
12 Eylül'de referanduma gidecek metni değiştirdiler, kendi metinlerini referanduma sokacaklar.
Bütün bunları hangi yetkiyle yapıyorlar?
Yasa ve Anayasa'dan almış olsalardı verdikleri kararlar yasa ve anayasalara uygun olurdu.
Peki ne yapmaya çalışıyor?
Çok basit, hükümete karşı daha önce ele geçirilmiş yargı bürokrasisini hükümete karşı korumaya çalışıyorlar.
Bu kadar basit mi?
Evet bu kadar basit.
Artık sadece ve sadece kendi yapılarının, HSYK'nın, Yargıtay'ın ve diğer yüksek yargının mevcut yapısını korumaya çalışıyorlar.
Bunu yaparken de ne kanun dinliyorlar ne hukuk.
Bunu iyi görmek lazım.
Şimdi...
Merak ediyorum, acaba nasıl açıklayacaklar verdikleri kararın gerekçesini?
Mesela "Bir üye ancak bir üye için oy kullanabilir" düzenlemesini iptal ettiler.
Gerekçeyi yazarken bu bölümün mevcut Anayasa'ya aykırı olduğunu izah ederken nasıl kıvıracaklar kalemlerini?..
Hukuki kavramları nasıl da eğip bükecekler?..
Nasıl dans ettirecekler kelimeleri, cümleleri?..
Bu madde nasıl Anayasa'ya aykırı olur be?..
Ayıp!
Bu Anayasa değişikliğini S. Demirel yapmış olsaydı mahkemenin kararından sonra şunu söylerdi:
"Bu mahkeme gasıptır."
İptal ettiğiniz hükümlerin Anayasa'ya aykırılığını Anayasa'nın değiştirilmesi dahi teklif edilemez maddesi ile mi izah edeceksiniz?
Bunu da yaparsınız!
Bunu nasıl yapacağınızı göreceğiz bakalım.
Bir Amerikalı kapitalist "Bütün üçkağıtlarım yasalara uygundur" diyordu.
Mahkemenizin hukuksuz kararları da böyle olmalı...
Şimdi...
Referanduma gidilecek ve tabii ki "evet" denilecek.
Çünkü bu Anayasa değişikliği her şeye rağmen özgürlükleri genişleten bir değişiklik.
Memurlara toplu sözleşme hakkı...
YAŞ kararlarının yargı denetimine alınması...
Genelkurmay ve kuvvet komutanları yüce divanda yargılanabilecek...
12 Eylül'e yargı yolu açılacak...
.....
Böyle güzellikler getiriyor yeni düzenleme.
Bakalım CHP, MHP ve BDP seçmenlerine nasıl "sakın ha özgürlüklerinizi artıran bu değişikliğe evet oyu vermeyin" diyebilecek?
Millet CHP'yi biliyor zaten de, MHP ile BDP seçmenine "hayır" deyin derken hangi ortak paydada buluşacaklar?..
Meraka değer bir konu...

9 Temmuz 2010 Cuma

Referanduma doğru büyük tehlike



Şamil TAYYAR / STAR 09.07.2010

Anayasa Mahkemesi’nin kısmi iptal kararı hiç kimseyi memnun etmedi. Tartışmalar sürecektir, kaçınılmaz olan 12 Eylül’deki referandumdur. Karar mahkemeninse söz milletindir.
Anayasa paketi üzerindeki görüşmeler sırasında saflar belirginleşmişti, tablonun pek değişeceğini sanmıyorum.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Hayırda hayır vardır” diyerek, kampanyayı başlattı. MHP Lideri Devlet Bahçeli de dün hayır kampanyasını başlattıklarını duyurdu. İmralı’dan gelen talimat üzerine BDP ile yargı reformuna direnen Yargıtay, Danıştay, HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin malum temsilcileri de aynı safta.

Anayasa Mahkemesi ve HSYK ile ilgili değişikliklerin tümden iptali yönünde karar çıkartamayan çevreler, meclis aşamasında oluşturdukları ittifak saflarını referandum sürecinde sıklaştırarak halkı etkilemeye çalışacaklardır.

Her ne kadar referandum, anayasa değişikliği paketiyle sınırlı olsa da siyasi sonuçlar doğurma ihtimali yadsınamaz. Süreç; erken seçim, CHP’de liderlik yarışı, MHP’nin baraj riski gibi kendi içinde farklı kombinasyonları barındırıyor.

Bugün imkansız gibi gözüken kimi senaryolar o süreçte hayat bulabilir. Rahmetli Turgut Özal, 1987 yılında liderlerin siyaset yasağının oylandığı referandumda sandıklar açılmadan 5 dakika önce erken seçim kararını ilan etmişti.

Referandum genel başkan olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun ilk ciddi sınavı. Deniz Baykal ekibi seçimden olağanüstü kurultay hesabı yapıyor. Sandıktaki başarısızlık CHP’de kurultay rüzgarı estirebilir.

Siyasetteki kutuplaşma, MHP’yi barajın altına itebilir, diğer küçük parti tabanları yarıştaki AK Parti-CHP ekseninde konuşlanabilir.

Sonuçta tablo AK Parti iktidarının devamını sağlayacak renklere bürünürse; 8 yıldır alternatif iktidar hesabı yapan, iktidar değişikliğiyle imtiyazlı konumlarına kavuşmak isteyen, Ergenekon ve Balyoz gibi davaları sonlandırma umudu taşıyan sivil ve askeri bürokratik oligarşi, büyük hayal kırıklığı yaşar.

Kaotik ortamda özerklik veya federasyon gibi bölünme senaryolarına hayat şansı bulacaklarını düşünen çevreler de yıllardır flört ettikleri devlet içindeki uzantılarıyla gözyaşlarını birlikte dökerler.

Hem devletin statik kodlarının yeniden kurgulanması hem olası siyasi sonuçları nedeniyle referandum sürecinde milletin tercihlerini etkileyebilecek olağanüstü gelişmeler yaşanabilir. Hukuki ve siyasi tartışmalar sürerken, kritik bir eşikte olduğumuzu hatırlatmak isterim.

Bu süreçte, seçmen tercihlerini etkileyebilecek en önemli gelişme, terördür. PKK’nın eylemlerini tırmandırdığı ve operasyonların hız kazandığı bir atmosferde, seçmen tercihi olumsuz etkilenebilir.

BDP’yi hayır kampanyasında CHP ve MHP’nin yanına gönderen İmralı sakininin PKK’yı bu süreçte daha etkin kullanmak istediği biliniyor. İstihbarat birimlerine ulaşan ihbarlara göre, PKK’nın önümüzdeki birkaç gün içinde 5-6 karakola eş zamanlı saldırı düzenlemeyi planladığı, özellikle İstanbul gibi metropollerde toplu ölümlere yol açabilecek eylemler tasarladığı konuşuluyor.

PKK’nın eylemlerini tırmandırması durumunda hava operasyonlarına ilave olarak Kuzey Irak’a yönelik kara harekatı ihtimali artacak. Genelkurmay Başkanı Başbuğ Arena’da yaptığı Kuzey Irak’la ilgili açıklamalarda bunun sinyalini vermişti.

Bir gün sonra Milliyet’te Fikret Bila ve Radikal’de Murat Yetkin imzasıyla kaleme alınan analizlerde Başbuğ’un ifadelerine gönderme yapılarak Kuzey Irak’a yönelik kara harekatı ihtimaline dikkat çekilmişti.

Bu senaryo gerçekleşirse, terörün operasyonları, operasyonların terörü azdıracağı ortamda anayasa değişikliği tartışılmaz.

Siyasi iktidarın bu tehlikeyi görerek, 12 Eylül öncesi oynanması olası kanlı oyunu bozacak tedbirleri bir an önce alması, Genelkurmay Başkanı’nın giderayak morallerini bozduğu polis teşkilatını motive etmesi ve askerle her meseleyi ciddi olarak oturup konuşması gerekir diye düşünüyorum.

Uyarıyorum, referanduma doğru tehlike büyük...

8 Temmuz 2010 Perşembe

Buna da şükür...



Ergun BABAHAN / STAR 08.07.2010

Korktuğumuz olmadı ve Anayasa Mahkemesi sadece seçim usulüne ilişkin esasları değiştirdi.

Mahkemenin esasa girip teklifin referanduma gitmesini önlemesinden korkuluyordu.

Gerçi bu bu sistem daha demokratik bir yapı çıkmasını önleyecek nitelikte ama YÖK’ün rektör seçimlerinde uyguladığı kriterler, seçim usulüne karşı çıkanların endişelerini haklı çıkarır haldeydi.

Mahkeme son kararlarıyla kaybettiği itibarını ve meşruiyet kaybını belli ölçüde kazanmış oldu. Artık söz milletin.

12 Eylül’de sandık başına, hayırlı uğurlu olsun.



General ve Türk kanı!

Emekliliğinde Doğan Güreş muamelesi görmeden orduevlerine rahat girip çıkma telaşında düştü herhalde İlker Başbuğ.

Görülmekte olan davalara ilişkin yorum yapıyor, siyasi alana müdahale ediyor, Meclis’in görev alanına karışıyor.

Öncelikle yapamayacağı şeyler ortaya atıyor.

Kuzey Irak’ın Amerikan güvencesi altında olduğunu, Washington’ın onayı olmadan adım atamayacağını bildiği halde atıp tutuyor.

Suriye sınırındaki tarihi çıkışın hükümetin haberi olmadan, Washington desteğiyle yapıldığını unutuyor.

O kadar kolaysa kendinizin yapması onca yıl niye beklediniz, ilk gün niye tavır almadınız adama diye sormazlar mı adama?

Sözün bittiği yere kim varar verecek ki, siz mi, millet egemenliğinin temsilcisi Meclis mi?

İkincisi askerin yargı alanına bakışını bir kez daha ortaya koyuyor. İlçeye ilk geldiğinde evinin çevresine 2-3 bomba patlatılıp askeri saflara kazandırılmış hakim ve savcılar bekliyor.

Emir ve komuta zinciri içinde karar verilmeye devam edilmesinden yana.

Erzincan’dan Ergenekon’a, Balyoz’dan Kafes’e kadar tüm iddianameleri bir kalemde karalamaya çalışıyor.

Bu olaylarla ilgili tüm söylediklerinin gelişmelerle bir bir çürütüldüğünü görmezden geliyor, unutturmaya çalışıyor.
Ama sökmüyor.

Balyoz İddianamesi 25 muvazzaf general ve emekli kuvvet komutanlarının da yeraldığı haliyle mahkemeye sunuluyor. Hızını alamıyor, devam ediyor.

Karşısında kafasına göre imam bulmuş, Ramazan’da haram dinlemeden istediğini yapan mümin gibi atıp tutuyor.

Çobanı terörist, teröristi çoban sanan, istihbarat raporlarına rağmen İskenderun baskınını sorgulayan gazetecilerin Türk kanını sorguluyor.

Ben bu Türk kanı meselesini Harbiye’den mezun olduğu kafayla kalmış, akademiye gitmemiş kıta subaylarına özgü zannederdim.

Silahlı Kuvvetler’deki adaletsiz uygulamaların üstüne giden Umur Talu’ya yönelik olarak o tipte bir asker tarafından Aslı Aydıtaşbaş’a iletilmişti galiba.

Meğerse akademi görmüş, İngilizce kitap okuyan, kendini entellektüel diye pazarlayanı da aynı kafadaymış.

Türk kanı sorgusu yetmez bence, kafatası ölçüsü de aldırın.

“Kafatası Türklük tanımına uymayanlar” gazetecilik yapamaz deyin. Bu konuda 1940’lardan kalma bir ölçüt var galiba...

Müzik olarak da Wagner’i mi seversiniz
yoksa...

Akla ziyan sorular

Şiddet yol olsa, Halepçe’den sonra Irak’ın Kürt meselesi bitmez miydi?

• Dağlıca, Aktütün soruşturmalarının sonucu ne oldu? Kamuyla paylaşacak mısınız?

• Kendi döşediği mayınla kendi askerinin ölümüne yol açanlar hakkında ne işlem yapıldı?

• Türkiye’nin başarılı girişimcisi Ahmet Zorlu, devlet dairelerindeki yabancı marka TV’lerden üzüntü duyduğunu söylemiş.

• Ya ihracat yaptığınız ülke yöneticileri Türkiye menşeli mallardan rahatsız olursa diye düşündünüz mü?

• Milliyet gazetesi İran’da erkeklere getirilen zorunlu traş modeliyle alay etmiş. “411 kaosa kalktı” haberleri öncesi yaptığınız başörtüsü bağlama modelleri haberlerinden şimdi sıkıntı duyuyor musunuz veya bu yasağın absürdlüğünü hala görmüyor musunuz?

6 Temmuz 2010 Salı

İsrail ile ilişkileri kesmek; ya da kesmemenin fiyatı...

Cengiz ÇANDAR / RADİKAL 06.07.2010

Kabul edelim ki, iki ihtilaflı bölge ülkesi Türkiye ile İsrail arasında, ‘hakem Washington’ nezdinde, İsrail’in ‘manevra alanı’ Türkiye’ye oranla daha kuvvetli. İsrail’in Gazze yardım konvoyu saldırısından ötürü tüm dünyada itibar yitirdiği ve her alanda ‘tecrit olmakta’ olduğuna dair gözlemlerin çok isabetli olduğu şüpheli.
İsrail’in Gazze yardım konvoyuna saldırısı, ilk günler dünyanın birçok yerinde büyük tepki çekti. Doğru. Dünyanın bir çok köşesinde İsrail’in saygınlığı fazla değil. Bu doğru. Ama bu doğrular toplamı, Türkiye-İsrail arasında çözülmemiş ihtilafta ve süregiden siyasi sürtüşmede, otomatik olarak, Türkiye’ye üstünlük ve
avantaj da sağlamış değil.
İsrail Başbakanı Bibi Netanyahu, bugün Beyaz Saray’da, Başkan Barack Obama ile uzun süredir beklenen ve Gazze yardım konvoyu saldırısı nedeniyle ertelenmiş görüşmesini gerçekleştirecek. Netanyahu, Obama görüşmesine gidene dek, özellikle Filistinlilerle müzakere konusunda attığı adımlarla elini bir nebze güçlendirdi. Uzun süredir ilk kez doğrudan Filistin-İsrail görüşmesi mümkün oldu. İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, Filistin Yönetimi (Ramallah) Başbakanı Selim Fayyad’la dün biraraya geldi.
Netanyahu’nun Obama’ya Filistinlilerle doğrudan müzakere planı sunması da bekleniyor.
Bu temasların, Tayyip Erdoğan hükümetini sadece ‘Hamas’la iş tutan’ ve üstelik ‘sonuç
alamayan’ bir görüntüye sokması tehlikesi de mevcut. Gelişmenin Türkiye boyutu bir yana, asıl önemli kısmı Amerika boyutu ile ilgili.
Obama’nın, müthiş bir ‘Amerikan hareketsizliği’ görüntüsü veren dış politikada, özellikle Ortadoğu politikasında ‘bir şeylerin olduğu’na, ‘bir şeylerin değiştiği’ne ilişkin ‘başarı sinyali’ne ihtiyacı var, ki bu esas olarak Filistin-İsrail sahnesinde hareketlenme demek. Netanyahu, cebine bu ‘hareketlenme görüntüleri’ ve vaadini alarak Beyaz Saray’a gidiyor. Obama’yı hayli rahatlatacak bir gelişme. ‘Stratejik’ değil, ‘taktik’ planda. Ama, Kasım ayında yaklaşan seçimler ve ‘lobi’nin etkisi düşünüldüğünde, İsrail ile işlerini yoluna koyuyor görüntüsüne Obama’nın çok ihtiyacı vardı.
Netanyahu, bunu Obama’ya sağladığı oranda, Türkiye’ye karşı da elini güçlendirmiş olacak. Washington’a bir ‘hediye paketi’ ile gidecek Netanyahu’nun, Türkiye’den özür dilemeye direnmesine Obama ‘baskı’yla karşılık mı verecek?
Pek gerçekçi görünmüyor.
***
Haaretz’de dün Amir Oren imzasıyla yayımlanan bir yorum yazısında Netanyahu’nun ve Obama’nın müşterek özelliklerinin, her ikisinin de ‘hasımlarını caydıracak’ güce sahip olmamaları olduğunu görüşü savunuluyordu. ‘Kadife eldiven içinde demir yumruk’ stratejisi açısından, Oren, Obama’yı ‘kadife eldivenli ve kadife yumruklu’, Netanyahu’yu ise ‘demir eldivenli, kadife yumruklu’ olarak tanımlıyor ve şu satırlara yer veriyor:
“Napolyon’dan bugüne, akıllı stratejinin standart tanımı ‘kadife eldiven içinde demir yumruk’ olmuştur. Güç ile arkalanmayan diplomasi yani hem gücü kullanma yeteneği ve rızası olmaması, retorikten ibarettir. Özellikle İran Devlet Başkanı Mahmud Ahmedinejad, Hamas lideri Halit Meşal, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, el-Kaide lideri Usama bin Laden ve Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan söz konusu olduğunda.”
Tayyip Erdoğan’ın nasıl bir listeye dahil edilmiş olduğunu bir yana bırakalım ama Netanyahu’nun bu isimlere yönelik diplomasisinin kendi ‘zayıflığı’ nedeniyle eleştirildiği bu yazıdaki şu satırlara dikkat edelim:
“Kendi payına Netanyahu, sürekli olarak zayıflık saçıyor. Sürekli olarak baskı altında gözü korkutuluyor ve her zaman baskıyı uygulayan en son kişiye teslim oluyor. Tehdit ettiği vakit, hem İsrail’in uluslararası itibarının başaşağı gitmiş olması ve hem de İsrail kamuoyunun kayıplara yol açma ihtimalini içeren askeri operasyonlara karşı olmasınden ötürü, tehditleri geçerli gözükmüyor. Ve (işgal altındaki) topraklara ve (Yahudi) yerleşim merkezlerini asılıp kalması nedeniyle, İsrail’in tezlerinin güvenlik zeminini zora sokuyor.”
Netanyahu, Washington’da tam da bu eleştirildiği noktalarda belirli bir ‘esneklik’ sergilemek üzere gidiyor. Filistin konusunda ‘esneklik’ görüntüsü, Türkiye karşısında ‘katı’ durması için gerekli hale geldi. Veya, tersinden gidersek, Türkiye-İsrail ihtilafı, Netanyahu’nun Filistin konusunda Washington’un gözünü boyayacak bir ‘esneklik’ görüntüsüne bürünmesini mümkün kıldı.
Ancak, bu Türkiye’nin işini halletmiyor.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İsrail’e üç seçenek sundu:
1) Özür dileme; 2) Bunu yapmayacaksa, uluslararası soruşturma komisyonunun kurulmasını kabul; 3) Bu ikisinin de olmaması halinde ilişkilerin kesilmesini göze alma.
Netanyahu, ‘özür dileme’ ve ‘tazminat’ın mümkün olmadığını bildirmişti. Gizli Brüksel görüşmesi nedeniyle ‘kırdığı’ Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman ile görüştükten sonra.
Lieberman’ın kendisi ise, ‘Davutoğlu şartları’nı duyduktan sonra ‘özür dileme olmayacaktır’
diye kestirdi attı.
Bu arada, ‘üçüncü koalisyon ortağı’ Savunma Bakanı Ehud Barak, geçen hafta Davutoğlu Washington’da iken, Büyükelçi Namık Tan ile birlikte kendisiyle görüşülmek istendiğini ama ‘özür ve tazminat’ konuları gündeme geleceği ve ‘bunlar için uygun zaman olmadığı’ gerekçesiyle, kendisinin söz konusu görüşme taleplerini kabul etmediğini söyledi.
Barak da ‘özür’e karşı ve Ben-Eliezer görüşmesini basına sızdıran da o.
Yani?
İsrail’deki üç koalisyon ortağı, Netanyahu-Lieberman-Barak, ‘Türkiye’den özür dilenmeyeceği’ni
Bibi’nin Obama görüşmesinin öncesinde açıkça ilân ettiler.
Yani, top Türkiye’nin sahasında.
***
Türkiye, seçime giden güzergâhta İsrail karşısında düşürüldüğü durumdan ötürü, adım adım ve kaçınılmaz olarak, ‘üçüncü seçeneğe’, yani İsrail ile ilişkilerin kesilmesine doğru yol alıyor.
Bunu yapamayan, bunu beceremeyen ve onca esip gürlemesine ve kükremesine karşı, İsrail karşısında hiçbir somut adım atamayan duruma Tayyip Erdoğan, hele şu zaman diliminden düşemez. Düşerse, imajının alacağı hasar ile Türkiye’yi kolay kolay yönetemez.
İsrail ile ilişkileri kesmek ise Washington ile zaten Amerika’nın ‘hayal kırıklığı’ içine girdiği ikili ilişkileri, besbelli, daha da zora sokacak.
‘Kürt sorunu’ içerde 25 yıllık bilançosundaki gibi tekrar ‘güvenlik sorunu’ haline dönüşmüşken, Anayasa Mahkemesi ile kavgalı bir durum sürerken, bir de Washington ile mesafenin daha da açılması da, hükümetin devamı bakımından ‘riskli’.
Ama başka çaresi de yok.
Ya İsrail tarafından burnu sürtülen bir hükümetin başında nasıl ve ne kadar kalıyorsa kalacak veya İsrail’in burnunu sürten bir hükümet olarak, Amerika ile zedelenen ilişkileri bir yerden, bir vakitte toparlamaya bakacak.
Zor tercihler...

4 Temmuz 2010 Pazar

Ümit



Ahmet ALTAN / TARAF 04.07.2010

Biliyorum, ortada çok fazla kan, ölüm, nefret var.

Ama bu sürgit devam etmez.

Bir bıçağı keskinleştirmek gibidir şiddet, bıçağı biley taşına tutarak incelttikçe bıçak keskinleşir ama keskinleşmek aynı zamanda “eksilmek” ve güçsüzleşmek manasına gelir.

Bıçak inceldikçe keskinleşir, inceldikçe keskinleşir ve bir noktadan sonra daha fazla keskinleştirmek istediğinizde kırılıverir.

Bizde de şiddet yükseldikçe yükseliyor, ruhumuz nefretle bilenerek keskinleşiyor ama keskinleştikçe de “kırılma” ve bıkma noktasına daha hızla yaklaşıyor.

İnsan ruhunun şiddeti ve nefreti taşıyabilmesinin bir sınırı bulunuyor.

Ve, biz yirmi beş yıldır süren ve son zamanlarda daha da “keskinleşen” şiddetle bu sınıra yaklaşıyoruz.

Toplum kendi şiddeti ve nefretiyle yoruluyor.

Kürt ve Türk evlerine gelen genç cenazelerin ağırlığı gittikçe artıyor.

Şiddeti yükseltenler, “hayatın denetimini” ele geçirdiklerini sandıkları anda insanlar birdenbire bu kutsanan şiddeti “anlamsız” buluverirler.

Ölümün bütün haşmetine rağmen hayatın kuvvetli direnci, kendini ölüme karşı korur.

Bu koruma, insan zihninde aniden beliriveren “bu ölümlerin ne anlamı var” sorusuyla ortaya çıkar.

Bu “değişim” ânına yaklaştığımızın işaretleri belirmeye başladı.

Önce “Türk” Müslümanların bir bölümü “Kürt haklarına” sahip çıktı.

Bu çok önemli bir adımdı bence.

Ardından Diyarbakır’da 99 sivil toplum kuruluşu silahların susması için çağrıda bulundu.

Dün 45 kuruluş daha yayınladıkları bildiriyle bu çağrıya katıldı.

Sanırım PKK yönetimi içinde kulakları en hassas olan kişi Apo.

Kendi halkının derinliklerinden gelen sesleri ilk o duydu gibi gözüküyor.

Avukatları tarafından dün açıklanan son konuşmasında sivil toplum kuruluşlarının çağrısına katıldığını belirterek, “karşılıklı eylemsizlik” isteğini destekledi.

“Çözümün Meclis’te olduğunu” söyledi.

Beş maddelik bir değişimin “ortamı” sakinleştireceğini açıkladı.

Bu beş maddelik değişiklik yapılmayacak bir şey değil, zaten birkaçını gerçekleştirmek için Meclis’te hazırlıklar sürüyor.

Bu gelişmeler beni ümitlendiriyor.

Çünkü “barış ve sükûnet” talebi bu kez toplumun içinden yükseliyor.

İki halk da bu isteği kuvvetli bir şekilde vurgularsa, böyle ortaklaşa bir isteğe karşı durabilecek hiçbir güç yoktur.

Eğer Türk sivil toplum kuruluşları da Kürt kuruluşlar gibi toplu taleplerini dile getirirlerse, barış hareketi daha da büyür.

Ben bunu yapacak kuruluşlar çıkacağına eminim.

Neticede, eşit, özgür, mutlu bir toplum istiyoruz.

Ve, bizim sayımız iki tarafta da sanılandan çok daha fazla.

Üstelik şiddet yükseldikçe bizim sayımız daha da artacak.

Bundan sonra, şiddetin her yükselişi, şiddet yanlılarına değil, şiddet karşıtlarına yardım edecek.

Şiddet yanlıları çıkmaz bir sokağa girdiler.

Toplum o hale geldi ki şiddeti durdursalar da, arttırsalar da “barışa” yardım edecekler.

Apo’nun da bu gerçeği gördüğünü sanıyorum.

Eğer barış isteklerine karşı durur, barış isteklerini ezmeye kalkarsanız ve bütün bunlara rağmen barış olursa tarih sizi kenara atar.

Ama barış isteğinin gücünü fark eder ve o gücü kendi gücünüze katarak barışa öncülük ederseniz varlığınızı ve etkinizi sürdürürsünüz.

Şiddetin yükselmesinin de, durmasının da “barışı” hızlandıracağı bir “doyma” sınırına yaklaşıyoruz toplum olarak.

Burada amaç, bu barışın mümkün olduğunca az ölümle ve acıyla kazanılması.

İki yandaki şiddet yanlılarının artık gidebilecekleri çok da fazla yol kalmadığını vakitlice görmeleri.

Zaten anlatmaya, söylemeye çalıştığımız da bu.

Toplum bazı gerçekleri “şiddetle” birlikte fark etti, şiddet “gerçeği” gösterdi ama o gerçeklerin gereği olan çözümü şiddet sağlayamaz, onun işlevi sona erdi.

İki tarafta da çok uzun zamandan beri iktidarı elinde tutan “silahın” önemli bir ağırlığı olsa da artık insanlar bu iktidara karşı çıkıp konuşabiliyorlar.

Çok ümitlendirici bir gelişmeyi yaşıyoruz.

Bu ümidi yaratan ses hayatın sesi ve emin olun bu ses, ölümün sesini bastıracak.

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Kıvır kıvır, nireye kadar?!... Ya yiter yaa!!..



Hikmet GENÇ / STAR 03.07.2010

E, biz zamanında o kadar söyledik; ‘1970 model ‘Türk Malı’ siyasetçiye güvenilmez’ diye.. (Neden 1970 model, bilmiyorum!..)

Defaatle dile getirdik..

‘Kârla devralıp, çok büyük zararla teslim ettiği SSK’yı Türkiye’nin ‘kara deliği’ haline getiren zat-ı muhtereme, bırakın ülke ekonomisi, bakkal dükkanı dahi teslim edilmez..’ diye...

Hadi liderlik vasfı, vizyon, kapasite, kalibre filan geçtik.. Ama insan da bu kadar kıvırmaz ki yahu!..

-Dersimlilerin anasını ağlatan Onur Öymen’e ‘gereğini yap’ deyip, istifaya davet ediyorsun.. Baykal ‘haddini bil’ deyince, gereğini yapıp kıvırıyorsun..

-Baykal’ın istifasından sonra kesinlikle aday olmayacağını açıklıyorsun.. İki gün sonra ‘adayım’ diye ortaya çıkıyorsun.. O nasıl kıvraklıktır öyle?..

-Önce ‘Başbakan ile görüşürüm’ diyorsun.. Muhalefet parti liderleriyle görüşme için Başbakan toplu davet, daha doğrusu bir ‘liderler zirvesi’ organize edeceğini söylüyor..

Hemen çark ediveriyorsun; ‘Olmaz!.. Davet olmaz.. Biz Başbakanı ziyaret etmesi için bekliyoruz..’ diyorsun..

Yani ‘görüşürüm amma, ben davete gitmem, o buraya gelirse gelsin!..’ deyip, şart koşup kıvırıyorsun..

( Baykal’da da bir kamera merakı vardı.. ‘Başbakanla görüşürüm ama kamerasız olmaz..’ deyip duruyordu.. Hoş bu kamera düşkünlüğü, her şeyi kaydetme merakı pek hayırlı olmadı.. Bir kamera(!) yüzünden siyasi hayatı karardı!..)

-Kıvırmanın da siyaseten bir raconu vardır yahu!.. Hani bırak da bari ‘dün dündür, bugün bugündür’ olsun.. Kıvırmak için bari bir gün bekle!.. O da yok..

24 saat geçmeden de kıvırtabiliyorsun..

‘Türbanlı kızlar üniversiteye gidebilecekler mi?..’ diye soruyorlar..

Ne diyorsun; ‘ O konuda söyledim.. O sorunu biz çözeriz ve çözmeye de kararlıyız..Toplumsal desteği sağlayacağız.. Herkesin okumasına olanak sağlayacağız.. Kimsenin endişesi olmasın..’

Gandhi Efendi ‘sorunu çözeceğiz, herkes okuyacak’ deyince haliyle gazete de manşeti yerleştiriyor;

‘Kızlar üniversiteye türbanla gidecek!..’

Sonra ne yaptın?.. Her zamanki gibi kıvırdın..

‘Yok, ben kızlar üniversiteye türbanla gidecek!..’ demedim.. O konuda mahkeme kararı var, yasak var..’ ( Büyük ihtimalle Önder Sav’dan izin almadan yapılan bir açıklamaydı, o yüzden yine kıvırmak zorunda kaldı..)

Yahu ‘herkes okuyacak, türban sorununu çözeceğiz..’ diyorsun.. Sonra ‘yasak var üniversiteye başörtülülerin giremeyeceğini’ söylüyorsun..

Peki nasıl olacak bu iş ?..

Üniversite çağındaki başörtülü kızların tamamını imha mı edeceksin?!..

Yoksa herkes okuyacak derken, başörtülü olanlara Suudi Arabistan’da okumaları için burs mu vereceksin?..

Ya da Başörtülü kızlar için ‘merdiven altlarında fakülteler’ mi açacaksın?..

( Ha bu arada ‘Çakma Nişantaşılı Hergele’ de Gandhi Efendi’nin başörtüsü sorununu gerçekten çözmek istediğini sanmış. Sazanlık yaparak; ‘İşte şimdi oldu Kemal Bey..’ diyerek destek vermiş.. Neyse canım, onun için sorun değil.. Hergele bu, kıvırmanın âlâsını becerir!.. Yarın ‘hay bin kunduz’ falan diyerek pekâla da kıvırır durumu..)

...

Başlarken ‘Türk malı’ siyasetçi dedik.. Bu kadannn(!) kıvırmaya en doğru cevabı ancak ‘Türk Malı ’Erman Kuzu verir;

“Kıvır kıvır nireye kadar?!.., Ya yiter yaa!!..

2 Temmuz 2010 Cuma

Güsamettin Bey



Yılmaz ÖZDİL / HÜRRİYET 01.07.2010

Sınavlarda boşu boşuna süründürülen yüz binlerce çocuğumuza “pardon, SBS saçmalığından vazgeçtik” denildiği dakikalarda, Cumhurbaşkanımızın oğlu Harvard'ın “babam sağ olsun fakültesi”ni kazandı.

*
Aynı gün... Eyüp İlçe Milli Eğitim Müdürvekili Güsamettin Erdoğan'ın, ki Başbakanımızın akrabasıymış kendisi, 4 yılda 160 ülke gezdiği ortaya çıktı.
*
Singapur'da leopar okşarken,
Tayland'da maymun beslerken,
Endonezya'da suaygırlarını incelerken fotoğrafları bulunan Güsamettin bey, “Adem ile Havva'nın bütün çocuklarının tanışıp kaynaşması için, anaların ağlamaması için, dünya barışı için çalışıyorum” dedi.
*
Ulvi bi görev yani.
*
“160 ülke, dünya barışı” filan deyince, aklıma Birleşmiş Milletler geldi tabii... Birleşmiş Milletler'in resmi internet sitesine girdim; Güsamettin Bey'le aynı tarihte koltuğa oturan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon'un 4 yılda nerelere gittiğine baktım.
*
Toplam 76 ülke.
*
Bizim Güsamettin bey...
84 ülke takmış Ban Ki-Moon'a!
*
Beyaz Saray'ın önünde çekilmiş fotoğrafını görünce de, üşenmedim, Beyaz Saray'ın resmi internet sitesine girdim; dünyanın ağası Barack Obama'nın nerelere gittiğine baktım.
*
Toplam 28 ülke.
*
O kadarcık ülkeyi, ilaç için kulağına bile damlatmaz Güsamettin Bey.
*
Dolayısıyla, Güsamettin Bey hakkında Meclis'te soru önergesi veren CHP'yi esefle kınıyorum... Ve, Güsamettin Bey'in onore edilerek, “dünya barışı” için Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği'ne aday gösterilmesini teklif ediyorum.

1 Temmuz 2010 Perşembe

"Türkler-Kürtler"

Ahmet TAŞGETİREN / BUGÜN 01.07.2010

Şu cümleleri Ahmet Altan'ın dünkü Taraf'ta yer alan yazısından aldım:
"Neden Türkler eşitlik isteyen herkesi öldürmekle tehdit etsin?
Türk ırkı, diğer bütün ırklardan kalabalık diye mi?"
...
"Türkler, 'eşitsizliğin' nerede olduğunu bir türlü anlayamıyor, 'nerede eşit değiliz' diye soran çok insana rastlıyorum."
...
"Kendisi kadar kalabalık olmayanları ezmek, onların haklarını inkâr etmek, bir toplumu yüceltmez, tam aksine, sonunda onu insanları asmayı düşünecek bir zavallılığa düşürür."
...
"Cellatlık mı Türkleri temsil edecek yoksa hakşinaslık mı, Türkler de artık buna karar vermeli."
Ahmet Altan'ı okurken, Türkiye'de yaşanan sancıyı bir "Türkler-Kürtler" ya da "Türkler ve ötekiler" sancısı ekseninde sunduğu algısına kapılıyor ve ürküyorum.
Tabii ki "algı değil, gerçek mi" sorusu da sorulabilir, o zaman daha ürkütücü bulurum bu yaklaşımı.
Bu yaklaşımdaki problemli yapıyı belki bizzat Ahmet Altan'ın bir Türk olmasından yola çıkarak ortaya koymak mümkün.
Hangi "Türkler"in içinde yer alıyor Ahmet Altan?
"Türkler" ifadesi o ölçüde genelleyici kullanılıyor ki, Türkiye'de yaşanan tüm yanlışlıklardan tüm o "Türkler"in sorumlu olduğunu düşünüyorsunuz.
Bu yaklaşımda, kurulu düzeni "Türkler"in bile değiştiremiyor olduğunu görmemek var ki, bunu Ahmet Altan'ın yapabilmesine şaşırırım ben.
Kim o "Türkler" ki, bu ülkede yaşayan Türkler bile onlar yüzünden zaman zaman canlarından bezerler.
Ve ilginç bir şey ki, kurulu düzenin iktidarını elinde bulunduranlar zaman zaman "Türkler"den başka etnik aidiyete mensup olur ve hem "Türkler"in hem "Kürtler"in hem başkalarının hayatını cehenneme çevirirler.
Baykal hadi Türk'tü diyelim. Kılıçdaroğlu Kürt ve Alevi. CHP Genel Başkanı.
"Başörtüsü zulmünü kaldıracağız" yolunda bir taahhüdü olabiliyor mu? O da gidip, Anayasa Mahkemesi'nin kurulu düzen adına verdiği karara sığınmıyor mu?
"Kürtler"in bir bölümü, geçtiğimiz on yıllar içinde, bir "Kürt" örgütü olduğu farz edilen PKK'nın en vahşi cinayetlerine maruz kaldı ya da yine Kürtler'in bir bölümü, "korucu" terörünü yaşadı. "Cellat" olmak için illa Türk olmak gerekmiyor herhalde.
Bilmem belki de Ahmet Altan, insanların damarına basarak, suratına şamar vurarak yüreğini harekete geçirmek istiyordur.
Ama bu söylemin, "Türkler"i ezerken, "Kürtler"de bir "Türk karşıtlığı"nı beslediğini, bundan da, son zamanlarda daha belirgin hale geldiği sıklıkla ifade edilen "duygusal kopuşlar"ın ortaya çıktığını düşünüyorum ben.
Bana göre barış dili değil bu dil.
Ben, etnik aidiyeti öne alan bir insan değilim.
Bunun yanında hiçbir etnik ayrım yapmadan insana, hayvana, bitkiye, hatta eşyaya yapılan her tür güç kullanımına karşı tepki duyarım. "Kürtler"in karşı karşıya kaldığı ezilişe de isyan ederek geliyorum.
Ama bugüne kadar aklımdan bir kere bile, bu "eziliş"in sorumlusu olarak "Türkler"i suçlamak gelmedi.
Kurulu düzenin "Türk vurgusu" taşıdığını bilmeme rağmen. Ben bu kurulu düzenin bile, mutlak anlamda "Türkler'in iradesi"nin ürünü olduğunu düşünmedim. Eğer öyle olsaydı, o zaman bu ülkede "Türkler"in hiçbir acı yaşamaması lazımdı. Ama bana göre bu ülkede, toplumun her kesimi acı yaşıyor. Kurulu düzenin parametreleri, dönem dönem yönetimi eline alan bazı etkin odakların iradesi ile oluştu, Türkler, Kürtler ve herkes, yine zaman zaman bu parametreleri değiştirmeye çalıştı, başardı, başaramadı, hâlâ kurulu düzenin değişmesi için gayret sarf ediliyor.
Bu durumda "Türkler"e izafe edilen "cellatlık" ithamının, "Türkler"in içinde tepki doğurması kaçınılmaz.
Türkler'i ve Kürtler'i, birbiriyle hesaplaşma duygusuna sürükleyecek söylemlerin Türkler'e, Kürtler'e ve Türkiye'ye bir faydası olacağını düşünmüyorum.
Bu söylemin, PKK gibi gözü dönmüş bir örgütün inisiyatifinde Türkler'e karşı bir "cellatlık" duygusu geliştirme riski de cabası...