Sayfalar

HOŞGELDİNİZ, ŞEREF VERDİNİZ...

24 Ağustos 2010 Salı

Maksatlı ve manipüle edici...

Ahmet ALTAN / TARAF 24.08.2010

Başlıktaki sözlerin muhatabı biziz, bizim gazete. “Maksatlı ve manipüle amaçlı” olarak BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın sözlerini çarpıtmışız.

Önce bu konuda BDP’nin açıklamasını okuyun: “Taraf Gazetesi bugünkü sayısında ‘Başbakan’dan bir söz bekliyoruz’ manşetiyle yer alan haberde Eş Genel Başkanımız Sayın Selahattin Demirtaş’ın ‘Başbakan’ın söz vermesi halinde boykottan vazgeçeriz’ dediğini ileri sürmüştür. Haberin içeriği ne yazık ki çarpıtılmıştır. Sayın Eş Genel Başkanımız, gerek habere konu Diyarbakır’daki basın toplantısında, gerekse de toplantının hemen ardından Taraf’a verdiği demeçte böyle bir ifade kullanmamıştır. Eş Genel Başkanımız, BDP’nin şartlarını açıklamış, “Başbakan’ın ne söylediği değil, ne yaptığı önemlidir. Söz değil icraat bekliyoruz’ ifadesini kullanmıştır. Bu bağlamda Başbakan’ın sözlerinin kıymeti harbiyesinin olmayacağını belirten Demirtaş, hükümetten somut adım beklediklerinin altını çizmiştir. Taraf Gazetesi’nde bu sözlerin çarpıtılmış olması maksatlıdır, manipüle amaçlıdır. BDP’nin şartları ortadadır, boykot tavrında bir değişiklik yoktur.”

Biz, Diyarbakır’daki Demokratik Toplum Kongresi’ni daha yakından izleyebilmek için yazarlarımızdan Melih Altınok’u Ankara’dan “bölgeye” gönderdik.

Melih orada Demirtaş’la da görüştü.

O görüşmeyi de manşet yaptık.

BDP’nin itiraz ettiği manşet ne?

“Başbakan’dan bir söz bekliyoruz”

Manşetin altında ne yazıyor?

“BDP Genel Başkanı Demirtaş, referandumda ‘evet’ oyu için şartlarını açıkladı: Erdoğan yeni bir anayasa sözü verirse boykottan vazgeçeriz.

Demirtaş’ın asıl “tekzip” ettiği cümle de, “Erdoğan yeni bir anayasa sözü verirse boykottan vazgeçeriz” cümlesiymiş.

Peki biz Demirtaş’ın hangi sözlerini böyle yorumlayıp manşet yapmışız, bir de o sözleri okuyalım:

“Hükümet, eğer referandumda Kürtlerin ‘evet’ oyunu istiyorsa, BDP’nin taleplerini dikkate aldığını göstermeli. Başbakan Diyarbakır’daki mitinginde demokratik ve sivil bir anayasa yapılması için çalışmalara başlayacağına dair somut bir güvence vermeli. Bu zor bir şey değil. Ancak bu yönde güçlü bir çıkışına şahit olmadık.”

Ben biraz taşkafa olabilirim, lafları tam anlamayabilirim, onun için bir de size sorayım:

“Hükümet eğer referandumda Kürtlerin ‘evet’ oyunu istiyorsa BDP’nin taleplerini dikkate aldığını göstermeli.

Başbakan Diyarbakır’daki mitinginde demokratik ve sivil bir anayasa yapılması için çalışmalara dair somut güvence vermeli” ne demek?

Bu söz, “Başbakan Diyarbakır’da yeni bir anayasa için söz verirse ‘evet’ oyunu alır” anlamına gelmiyor mu?

Eğer gelmiyorsa, o zaman siz söyleyin, ne anlama geliyor?

Bence bu söz tam da bizim söylediğimiz anlama geliyor.

Ama anladığım kadarıyla “vazgeçeriz” gibi “kesin” bir laf söylememize karşı Demirtaş.

İyi de “Kürtlerden evet oyu almak için Başbakan söz vermeli” dediğinizde, bu, “söz verdiğinde ‘evet’ oyu alır” demek değil mi, BDP’li Kürtlerin “evet” oyu vermesi için de “boykottan” vazgeçmesi gerekmiyor mu?

Biz, BDP’ye de, başkanına da gereken saygıyı gösterip sözlerini manşet yaptık, karşılığında da “maksatlısınız, manipüle ediyorsunuz” cevabını aldık.

Bakın, biz “faili meçhul” cinayete kurban giden insanların hikâyelerini anlatıyoruz günlerdir, o insanların hesapları yargıda sorulamadı, bunun en temel nedenlerinden biri “yüksek yargının” yapısıydı.

Bu yapıyı değiştirecek, bu ülkede yaşayan Kürtleri de Türkleri de güvenceye kavuşturacak anayasal değişiklikleri sonuna kadar destekliyorum ben.

AKP ile BDP, yeni bir anayasa konusunda anlaşırsa, bu anayasa değişirse, demokrasinin ve hepimizi güvenceye kavuşturacak yeni bir hukuksal yapının kapısı açılırsa çok sevinirim.

Bir “maksadım” varsa, maksadım budur.

Ama bunun için hiç kimsenin lafını, birilerini “manipüle etmek” için çarpıtmam.

Kürt halkının büyük çoğunluğuyla ters düşen, Kürt “sivil toplum kuruluşlarıyla” çelişen, 12 Eylül hukukuyla hesaplaşmak isteyen Kürtlerin sandık başına gitmesini istemeyen BDP’li politikacıların manevraları bana fazla “kıvrak” geliyor son zamanlarda.

Bu yüzden saygısızlaşıp kabalaştıklarını düşünüyorum.

Ben BDP’li politikacılardan da, hoyratlıklarından da sıkıldım, çocuğum yaşındaki birinden hakaretler işitmek de hoşuma gitmiyor, yazıişlerindeki arkadaşlarımın neredeyse tümü karşı çıktı ama ben bundan sonra BDP yönetiminden demeç istemiyorum.

Biliyorum bu gazeteciliğe aykırı, bu yüzden tiraj da kaybedebiliriz ama ben o kadar da iyi bir gazeteci değilim, iş hakarete geldiğinde tiraj falan da umurumda değil.

BDP, “maksatlı” olmayan, 12 Eylül anayasasının değişmesini istemeyen gazetelerle konuşsun.

Yolu da açık olsun.

22 Ağustos 2010 Pazar

Bir Efsanenin Sonu



Mehmet BARANSU / TARAF 21.08.2010

Ergenekon, Balyoz, Kafes, Erzincan iddianamesi, Danıştay saldırısı başta olmak üzere yargıya yansımış olayların birçoğunun içi boştu ona göre.

Kamuoyu bu iddialar karşısında ne düşündü bilmem ama ben kendi adıma "bir efsanenin sonunun" böyle olmaması gerektiğini düşündüm. Bu olayların bir bölümünün kamuoyuna yansımasını sağlayan kişi bendim. Haber kaynaklarımı çok iyi tanıyordum. Tanıdığım askerlerin hiçbiri kendisinin iddia ettiği gibi isimler değildi. Üstelik bu isimler cuntacı komutanlarının yanı sıra cemaat hakkında da kendisinden daha ağır ifadeler kullanıyorlardı.

Darbe planlarını bilen ilk kişiydi
Kitaptaki iddiaları doğrusu şaşkınlıkla karşıladım. Şaşkındım çünkü yüzlerce nedenim vardı. Avcı’nın 2000 sonrası görev aldığı faaliyetleri, kendisine yakın olan isimler başta olmak üzere, askerlerden dinlemiştim. 2003-2005 yılları aralığında Türkiye’nin geçtiği süreci, Karargâh ve 1. Ordu’da yapılan planları gün gün bilen isimlerden biriydi Avcı.

Bugün inkâr ettiği Balyoz’u, ’Sarıkız’ı, ’Ayışığı’nı, ’Eldiven’i, Ergenekon’u kamuoyundan yıllar önce biliyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı 2003’te uyaran isimdi kendisi. Gazetecilere, Ergenekon yapılanmasını, Balyoz’u, darbe planlarını Sabri Uzun’la birlikte nasıl önlediğini yıllar önce yüzlerce kez anlatmıştı. Hatta Hürriyet gazetesinden bir isme bazı belgeleri veren de kendisiydi.

Kitabı dün hızlı bir şekilde gözden geçirdim. Ergenekon ve Balyoz darbe planlarının içinin boş olduğunu kitabının kimi yerlerinde iddia eden Avcı, kitabın bazı bölümlerinde ise bu operasyonları önemsediğini vurguluyordu. Kendi içinde bu çelişki acaba nasıl açıklanabilirdi? Avcı, özellikle darbe planlarıyla ilgili bir takım iddialarda bulunuyordu ama isim, yer, zaman vermekten nedense kaçınıyordu.

Ergenekon savcılarına bilgiyi veren kimdi?
Kitabı okudukça geçmişe yolculuk yaptım. Kafamda yüzlerce olay ve soru işareti belirmeye başladı. Avcı bugün söylediklerinin tam tersini geçmişte dile getirmiş, üstelik Erdoğan’a bu olaylarla ilgili belgeler sunmuştu. Bununla da yetinmemiş, siyasetçiler, bürokratlar ve özellikle de gazetecilerle yüzlerce toplantı yapmış, belge bilgi paylaşmıştı. Bugün içi boş dediği Ergenekon soruşturmasındaki Karargâh Evleri soruşturmasını ilk kez gündeme getiren kişi kendisi değil miydi? Trakya MİT Bölge Başkanlığı’nın istihbarat raporunu dikkate alıp, Trakya’da soruşturma yapmıştı. Ergenekon savcılarına soruşturmalarla ilgili tanık olarak bilgileri kim vermişti acaba? "Cami bombalama timleri gibi saçma sapan iddialar" ifadesini kitabında kullanmasına rağmen, Fatih-Çarşamba’yı askerlerin havaya uçuracağı bilgisini geçmiş yıllarda nasıl elde etmişti? Bu bilgiyi öğrenmek için kullandığı istihbarat tekniği neydi? Kimlerle bunları paylaşmıştı? Peki ne olmuştu da Hanefi Avcı bir anda kırılma yaşamıştı? Dün savunduğu olayları bugün bir cemaatin komplosu olduğunu iddia edecek noktaya gelmişti?

Yaşadığı kırılma noktaları
Hanefi Avcı yaklaşık yedi yıldır bir kırılma evresindeydi. İlk kırılma anı, Kaçakçılık ve Organize Şube Müdürlüğü görevinden alınmasıyla gerçekleşti. Dönemin İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu’nun cemaate yakınlığından dolayı cemaatin kendisine operasyon yaptığını düşünüyordu. Ancak unuttuğu iki nokta vardı. Beyaz Enerji Operasyonu sonrası Ağrı’da yaptığı operasyonla AKP’nin ayağına basmıştı. İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu’nun oğlu Murat Aksu’yu gözaltına almaya çalışması ise ipleri koparmıştı. Avcı adına ikinci kırılma anı Sabri Uzun’un İstihbaratın başından alınması oldu. Avcı, Uzun, Emin Aslan ve Mustafa Gülcü iyi arkadaşlardı ve mümkün olduğunca birlikte hareket etmeye çalışıyorlardı. Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Emin Aslan’ın uyuşturucu baronuyla makamında görüşmesinin ardından tutuklanması kırılmayı derinleştirdi. Avcı, bu işi cemaatin yaptırdığına inanıyordu. Aslan’a kefil olduğunu kamuoyuna açıkladı. Savcılığa verdiği ifadede ise geri adım attı. "Emin Aslan yapmamıştır diyemem" noktasına geldi.

MİT’in başına geçmek istedi
Hanefi Avcı açısından son kırılma ise beklediği dört makamla ilgili oldu. Önce Emniyet İstihbarat Başkanlığı görevine atanmak istendi. Ardından Celalettin Cerrah’ın yerine İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne gelmeye çalıştı. Burası olmayınca bu kez Ankara Emniyet Müdürlüğü için kulisler yaptı. En önemli ve son hamlesi ise MİT’in başına geçmek istemesiydi. Türkiye’de bu makama gelebilecek tek kişinin kendisi olduğunu düşünüyordu. Tüm bu beklediği makamlar olmayınca Avcı, cemaatin kendisinin önünü tıkadığını düşündü. Askerlerin YAŞ sürecinde eski konuma gelip, kendilerinden hesap soracağını analizinde bulunmasıyla da askere yakın durmaya çalıştı. Dün savunduğu hatta tanık olarak savcılara belge ve ifade verdiği olayları, bugün inkar etmeye başladı.

Kitapla ilgili haberlerin gazetede yer alması üzerine Hanefi Avcı’yı aradım. Kendisinden röportaj talebinde bulundum. Avcı "bir hafta sonra görüşelim" dedi. Umarım yazdıklarımdan ve tartışmalardan dolayı Avcı sözünden caymaz. 2003-2005 yılları arasında bizzat içinde bulunduğu darbe planlarını engelle süreciyle ilgili yer, zaman ve mekan belirterek soracağım yüzlerce soruya cevap verir.

20 Ağustos 2010 Cuma

Soy-sop meselesi

Hakan ALBAYRAK / YENİ ŞAFAK 18.08.2010

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek bir televizyon programında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun annesinin Ermeni olduğunu söylediğinde benim yüzüm kızardı.

BENİM yüzüm kızardı, çünkü Melih Gökçek bunu yüzü kızarmadan söyleyebildi.

İnsanları soy-sop üzerinden vurmaya kalkmak ne ayıp şey.

'Bütün etnik kimliklere saygılıyız. Anne tarafından Ermeni olması hiç sorun değil, ama bunu gizlemesi yakışık almıyor. Ermenilik utanılacak bir şey değil ki...' teviline kim inanır?

Melih Gökçek'in durduk yerde "Kılıçdaroğlu anne tarafından Ermeni'dir" diye 'ifşaatta' bulunması, Ermeni sıfatının Anadolu'daki menfi çağrışımlarını CHP'ye karşı 'harekete geçirmek' niyetinden başka ne ile izah edilebilir?

Peki, ahlaki mi bu?

O televizyon programını seyrederken, "İnşaallah Başbakan Erdoğan da seyrediyordur. Seyrediyorsa, programdan sonra Melih Gökçek'i muhakkak arayacak ve insanları soy-sop üzerinden vurmaya kalkmanın Müslüman'a yakışır bir davranış olmadığını kendisine hatırlatacaktır" diye düşündüm.

Gerçekten öyle düşündüm.

Ve...

Başbakan Erdoğan'ın -Gaziantep'teki konuşmasında- "Ben buradan muhaliflere sesleniyorum; önemli olan boy değil, önemli olan soy, soy!" dediğini duyduğumda, başımdan aşağı kaynar sular döküldü sanki.

"Önemli olan soy" mu?

Nerede?

Hangi kitapta?

Bizim kitabımızda var mı öyle bir şey?

Olmadığını gayet iyi bilen ve ırkçı zihniyetle mücadele adına demokratik açılım sürecini başlatan Erdoğan'ın "SOY, SOY!" diye bağırması hiç olacak şey değildi; nasıl oldu bu?

"Nasıl olduysa oldu... Bu hususta Kemal Kılıçdaroğlu'nu savunmak boynumuzun borcudur!" dedim kendi kendime.

Dedim, ama...

Kılıçdaroğlu da Erdoğan'ın soyuna laf dokundurmasın mı?

Rize mitinginde "Recep Bey, soya-sopa girersen sınıfta kalırsın" diye konuşarak, Erdoğan'ın soyunda bir 'problem' olduğu imasında bulunmasın mı?

Skandal üstüne skandal.

Bu 'tartışma'yı Türkiye'yi hiç tanımayan bir yabancıya nakledip "Ne diyorsun?" diye sorsanız, herhalde "Türkiye siyaseti iktidarıyla-muhalefetiyle ırkçı" cevabını alırsınız.

Dışarıdan bakınca gerçekten öyle görünüyor.

Ve kendimize ara sıra dışarıdan bakmamızda fayda var.


Yılmaz ÖZDİL / HÜRRİYET 19.08.2010

İşlerine geldiği zaman “Hepimiz Ermeniyiz” der bunlar, işlerine geldiği zaman “Bunun anası Ermeni” der...

Halbuki, ne hepimiz Ermeniyiz, ne de bir annenin Ermeni olmasıdır önemli.


*

Bakın, hazır “Soy önemli soyyy” diye bağırılırken, yaşanmış öykü anlatayım size.

*

Derviş Özer, tıp doktoru. Aynı zamanda, heykeltıraş. 90'lı yılların başı... Tatile giderken, Afyon'da mola verir. Çay bahçesine kalabalık bir grup insan gelir o sırada, üstleri başları perişan, alayı gariban, ağlamaktan gözleri şişmiş... “Hayrola?” der. Şehit cenazesi taşıyan köylülerdir.

*

O gün 3 yaşında olan ve ortalıkta neşeyle hoplayıp zıplayan kızına bakar, bir de köylülere... Bir yanda saçının telini dünyaya değişmeyeceği evladı, bir yanda evladını vatan için toprağa vermiş baba... Utanır...

“Bi şey yapmalıyım” der.

“Bu çocukları ölümsüzleştirmeliyim.”

*

“Şehit Ağacı” projesi hazırlar.


*

Terör şehitlerini künyelere yazacak, künyeleri ağaca takacak, çocukların birer yaprak gibi ebediyen salınmasını sağlayacaktır o ağacın dallarında...

Hayata geçirmek için aradığı fırsatı, anca 2003'te bulur. Resim Heykel Müzesi'nin açtığı yarışmaya katılmaya karar verir.

*

İstanbul'a gelir, künyeleri almak için Tahtakale'ye gider. Sorar soruşturur. Herkes aynı adresi verir. Ermeni bi usta...

Dükkana girer, anlatır.

O güne kadar hiç düşünmediği detaya dikkat çeker Ermeni usta, “Paslanmaması lazım” der, “Evlatlarımız ebediyete kadar ışıl ışıl olmalı.”

*

Olmalı ama, en pahalısıdır o bahsettiği künyeler, tanesi 1 lira 25 kuruş... “Ticari iş değil bu, takma kafana” der Ermeni usta, “Vatan işi” der... 5'te 1 fiyatına, kâr falan almadan, hatta zarar ederek, 25 kuruştan verir. 3 bin künye... “Haftaya gönderirim” der. Tam gününde gönderir.

*

Sonra, kısmet olmaz, araya başka işler karışır, hazırlandığı yarışmaya katılamaz heykeltıraş... Künyeleri paket halinde evinin deposuna kaldırır.

Taa ki, amacına ulaşacağı 2009'a kadar.

*

Ankara Kızılcahamam Belediyesi, Şehit Fatih Duru Parkı yapmaktadır. Başvurur... Belediye “Başımızın üstünde yerin var” der... Kurumuş bir sedir ağacı, gövde olur.

Ancak, bi sorun vardır.

Şehit sayısı 6 bini geçmiş, eldeki künye sayısı ise sadece 3 bindir.

*

Parkın açılışına yetişme kaygısıyla, İstanbul'a gelmez, Ermeni ustanın ismini telefonunu da kaydetmemiştir, internete girer, eksik künyeleri tamamlamak için askeri malzeme satan tüccarlarla temasa geçer. “Paslanmaz istiyorum” der. “Abi merak etme, künyenin kralı bu” garantisi verirler. Zaman dar... Ermeni ustanın 25 kuruştan sattığı künyeleri, 1'er liradan alır.

*

Tek tek isimleri yazar, takar sedir ağacının dallarına, Cumhuriyet Bayramı'nda açılışı yapılır. Medya ilk gün hücum eder, Türkiye ağlayarak seyreder, sonra unutulur gider.

Ve, kış...

*

Sadece tebrik yağmaz tabii.

Yağmur da yağar.

*

Şehit Ağacı'nın 3 bin yaprağı ışıl ışıl parlıyor hâlâ; gerisi paslandı...

*

“Vatan işi bu, evlatlarımız ebediyete kadar ışıl ışıl olmalı” sözü kulağında çın çın çınlayan heykeltıraş, ağlayarak, tek tek değiştirmek zorunda kaldı, Türk tüccardan aldığı künyeleri.

*

Bize de, bu satırları yazmak kaldı.

Yüreğimizdeki isyanla...

*

Soy sop filan değildir önemli.

Milleti kimin soy'duğudur.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Ey siz sahipsizler...

Ahmet ALTAN / TARAF 18.08.2010

Hasan yedi yaşında.

Kapının önünde oturmuş karpuz yiyor. O koca karpuz dilimi onun ellerine sığmıyordur, kara bir kuzu gibi kafasını karpuza gömmüş sularını bileklerinden akıtarak ısırıp, çekirdeklerini de bitirim bitirim dişlerinin arasından kaldırıma tükürüyordur.

Bir şeyler düşünüyor olmalı o sırada.

Ya bir mahalle maçını, ya jantları nikelajlı bir bisikleti, ya da kimbilir belki de sınıfta saçını çeken o yaramaz kızı.

Aniden sokağa koşarak birileri giriyor, peşlerinde korkutucu kara kasklarıyla, elleri coplu polisler.

Hasan korkup evin içine kaçıyor.

Ama korkusuna rağmen yarısı ısırılmış karpuzu da elinden bırakmıyor.

Polisler de peşinden giriyorlar Hasanların evinin avlusuna.

“Terörist” Hasan’ın kendilerine “taş attığından” ya da “örgüt üyesi olduğundan” şüpheleniyorlar demek ki.

O sırada içeride uyuyan babası oğlunun sesine uyanıp dışarı fırlıyor.

Polislerle karşı karşıya geliyor.

Oğlunun korktuğunu görünce çok hiddetlenmiş olmalı, polislere “ne yapıyorsunuz” diye bağırıyor herhalde.

Polislerden biri de silahını doğrultup Hasan’ın babasını alnından vuruyor.

Baba, şimdi komada.

Alnından vurulan baba, kardeşi öldürüldüğü için Güneydoğu’dan Mersin’e göç etmiş.

Ama bu ülkede onun gibilere kurtuluş yok.

Onlar sahipsizler.

Onlar gazetelere haber olmayanlar.

Onlar hesabı sorulmayanlar.

Onları bir mezrada roketle patlatabilir, bir piknikte ensesinden vurabilir, bahçesinde tarayabilir, bir hapishane avlusunda basket potasına asabilirsiniz.

Kimse aldırmaz.

Zengin değiller, ünlü değiller, bir bildikleri, tanıdıkları yok.

Cenazelerine bir iki akrabadan başkası katılmaz.

Gömülür ve unutulurlar.

Biz, onları unutturmayız.

Biz onları unutmayız.

Bu ülkede bir çocuğa dokunulduğunda, bir çocuğa kötülük yapıldığında, bir çocuk öldürüldüğünde, korkutulduğunda, biz varız.

Biz aslında sadece bunun için varız.

O sahipsizler için varız.

Elimizin yettiği, gözümüzün gördüğü, kulağımızın duyduğu her vahşetin peşine düşeriz.

Birisi bir çocuğa, bir sahipsize, bir kimsesize kötülük ettiğinde, kötülük etmeyi düşündüğünde korksun istiyoruz, “bunu şimdi yazarlar” diye içlerine bir korku düşsün istiyoruz.

Kötülük eden her kim olursa olsun, ne kadar güçlü olursa olsun, karanlıkların içine saklanmakta ne kadar mahir olursa olsun, onu bulup ortaya çıkartmak, hesabını sormak istiyoruz.

Bu ülkenin sahipsiz insanları, başlarına bir dert geldiğinde bizi arasın istiyoruz.

“Taraf diye bir gazete varmış, kimsenin sahip çıkmadıklarına sahip çıkarmış” desin istiyoruz.

Bizim hayalimiz, isteğimiz, varlık nedenimiz bu.

Sahipsizlere kimsenin dokunamayacağı bir ülke olsun burası istiyoruz.

Hasan oturmuş karpuz yiyormuş.

Yedi yaşında bir oğlancık.

Babasını vurmuşlar.

Anayasa’nın değişmesini, barışın olmasını, demokrasinin gelmesini, ordunun ve yargının vesayetinin sona ermesini bunun için, bu sahipsiz insanlar, bu sahipsiz çocuklar sahipsiz kalmasınlar diye istiyoruz.

Kimse onları korkutamasın, canlarını yakamasın, öldüremesin diye istiyoruz.

Canı yanan bir çocuğun haberini eğer bir gün bir başbakanın, bir politikacının, bir generalin sözlerinden daha küçük görürsek sayfamızda, o gün bize lanet edin.

Ama emin olun öyle bir gün olmayacak.

Ey bu ülkenin sahipsizleri...

Biz olduğumuz sürece sahipsiz değilsiniz.

Sizinle biz birbirimizin sahibiyiz.

Babası bir iyileşsin, Hasan’ın kapısının önünde karpuzunu yerken bir resmini çektirip altına da “Hasan’a dokunanı yakarız” diye yazacağız.

Yedi yaşındaki Hasan sizden değil, siz Hasan’a dokunmaktan korktuğunuzda biz rahat edeceğiz.

17 Ağustos 2010 Salı

17 Ağustos: Yan gelip yatma günü



Candaş Tolga IŞIK / POSTA 17.08.2010

17 Ocak 1995
Kobe’de 7.3 büyüklüğünde deprem oldu. 6 bin 500 kişi öldü.

17 Ocak 2006
Yıkılacak binalar tek tek tespit edildi.
300 bin bina yıkıldı/güçlendirildi.
Kanalizasyon sistemi yeniden yapıldı.
Dünyanın en büyük deprem simülatörü kuruldu.
Yeni bir otoban ve havaalanı yapıldı.
Japonlar 10 yılda şehri yeniden inşa etmekle kalmadılar...
Yapım hatalarından kaynaklanan hasarlarla ilgili olarak açılan davalarda 18 müteahhitin yetki belgeleri alındı. İhmalleri tespit edilenlerle ilgili davalar sonucunda yaklaşık 10 milyon dolar tazminat ve 6 ay ile10 yıl arasında hapis cezaları verildi.
*
17 Ağustos 1999
Koceli’de 7,4 büyüklüğünde deprem oldu.
17 bin 480 kişi öldü.

17 Ağustos 2010
Kocaeli’de ‘orta hasarlı’ binalarda vatandaşlar yaşamaya devam ediyor.
Ağır hasarlı 180 bin bina ise yerli yerinde duruyor.
Bu arada 88 işyeri ve 790 konutta güçlendirme çalışmaları devam ediyor.
11 yıldır!
Türkler bu 11 yılda yan gelip yatmakla kalmadılar...
Yapım hatalarından çöken binaların müteahhitlerine 2 bin 100 dava açıldı. Bunların bin 800' ü Rahşan Affı’ndan dolayı affedildi. Kalan 300 davanın 110’u ertelendi. Bunun dışındaki davalar ise 16 Şubat 2007 Cuma günü 7.5 yıllık zaman aşımı sürelerini doldurarak zaman aşımına uğradı.
*
İstanbul mu?
11 yıl önce yıkılacak bina sayısı neyse bugün de aynı!
Olası bir depremde sağ kalanlar değil, ölecek olanlar şanslı!
Ama aceleye gerek yok...
“1999+30=2029”
Daha 19 yıl var!
Kim öle kim kala...

15 Ağustos 2010 Pazar

Sürekli kaybedenler bu tarafa...

Fehmi KORU / YENİ ŞAFAK 15.08.2010

Kamuoyu yoklamaları artık iyice tersini gösterdiği halde, bir an için, halkoylaması sonucunun ağırlıklı olarak 'Hayır' çıktığını varsayalım. Ne diyecek 'Hayır cephesi', zaferini nasıl anlatacak?

Elbette, "Değişiklikle anayasada kadınlara, çocuklara ve engellilere daha fazla hak veriliyordu; bunu durdurduk" demeyecekler...

"Anayasaya 'Evet' denilmiş olsaydı memur sendikaları toplu sözleşme hakkına kavuşacaktı; çalıştık çabaladık böyle bir yanlışlığı engelledik" diyeceklerini de sanmıyorum...

"Ellerinden alınmış haklarını hukuk yoluyla arayamayan savcılar, yargıçlar ve subaylar yargıya başvurabileceklerdi; Türkiye'yi hukuk cinayetleri ülkesi olmaktan çıkaran anayasa değişikliğine gerek yoktu, önledik" dediklerini de duymayacaksınız...

Kimse çıkıp şu türden cümleler de kurmayacak: "Ülkemizi uçurumun eşiğinden kurtaran 12 Eylül kahramanlarını sembolik de olsa yargı önüne çıkarmak mı? O dönemde üniversitelerde, bürokraside, sosyal hayatta yapılmış tahribatlardan mağdur olanların haklarını araması mı? Anayasa değişseydi, evet bunlar da olacaktı ve bizler buna geçit vermedik..."

Bu tiplerin medyadaki temsilcisi "Bu anayasa değişikliğinin arkasındaki gerçek nedeni hepimiz biliyoruz; mesele 12 Eylül'le hesaplaşmak falan değil" diye bağırıyordu gazetesinin ilk sayfasından dün... 'Gerçek neden' dediği, zihninde taşıdığı vehimler: "Askeri vesayet gidiyor, yerine sivil vesayet geliyor... İktidar kendisine bağlı bir yargının peşinde..."

Bakalım, bu yavelerine inanan çıkacak mı?

Oysa bir türlü dillendiremedikleri bambaşka bir gerçek o tipleri imkânsızı savunmaya itiyor: 27 Mayıs (1960) askeri darbesiyle oluşmuş Türkiye'deki vesayetçi sistem, dünyadaki gelişmelerle paralel olarak, bizde de sonuna yaklaştı; halkoylamasına sunulan anayasa değişikliklerinin uygulamaya geçmesi vesayetin ve vesayetten nemalananların tabutuna yeni bir çivi daha çakmış olacak...

Vesayetçi sistemin adına 'askeri vesayet' dense de gerçek farklı: Askeri öne çıkarıp arkadan malı götürenler hep sivillerdi; ülkeyi çiftlikleri, devletin hazinesini cepleri sayan tipler ve onların yardakçıları...

Yeni dönemin 'loser'ları (kaybedenleri) olduğunun farkına varmamaları imkânsız o tiplerin... Sürekli kaybederek geldiler ve bu defa da kaybedecekler; bunu çok iyi biliyorlar: 2002 seçimi öncesinde siyasete asker eliyle müdahale edip Bülent Ecevit'in koltuk ömrünü kısaltmaya çalışanlar bunlardı. MHP'yi koalisyondan edip yerine kafadarlarını getirmek için yapmadıkları cambazlık kalmadı. Tarihi erkene alınan seçimde sandıktan yandaş hükümet çıkarmak için az çalışmadılar.

Beceremediler.

Şu yakınlarda da sürekli kaybetmediler mi? Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığı adaylığına şiddetle muhalefet edenlerin ön saflarında onlar geliyordu. Askeri kışkırtıp internet sitesine 'e-muhtıra' koydurana kadar göbekleri çatladı. 367 kararı çıktığında umutları tavana vurdu. Erken seçim olacak diye ödleri koptu, erken seçimden aynı partinin kazanarak çıkmayacağına dair bahse girdiler. İddianame onların yıllar boyu sağladığı malzemelerden oluştuğu için Ak Parti'nin kapatılacağına adları kadar emindiler.

Olmadı, olmadı, olmadı...

Çankaya Köşkü'nde onların istemediği cumhurbaşkanı oturuyor... Yaptırdıkları hatalar yüzünden askerin hareket alanını sınırladılar... Anayasa Mahkemesi 367 hatasını her zaman tekrarlamayacak gibi... Ak Parti 22 Temmuz'da (2007) oylarını artırdı... Son iki seçim siyaseti etkileyemez hale geldiklerini gösterdi...

Patronlarına yaptırdıkları yanlışları saymıyorum bile; 'imparator' dedikleri işadamı onlar yüzünden ihalelere giremiyor... Sahip olduklarından kurtulmaya hazır, ama elindekilerin alıcısı yok... Kim sürekli hata yapanlarla aynı gemiye biner ki, üstüne bir de para vererek?

"Geçmiş olsun" diyeceğim, ama galiba geçebilecek bir hastalık değil onlarınki...

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Gir havuza, aç ağzını!

Ahmet TURAN ALKAN / ZAMAN 14.08.2010

Tabiatın âhengine uygun, "Tabii" şeyler vardır: Sular alçağa akar meselâ, gün batımında az da olsa rüzgâr çıkar, yapraklar güneşi arar, analar yavrularını kendinden çok düşünür.

İnsanların kahir ekseriyetinde elin tabii hareketi sağdan sola doğrudur; sol el sağa, sağ el sola doğru hareketlenmek ister. Meselâ hoşnutluğun ve barışın evrensel dili tebessümdür; selâm, dünyanın her yerinde "Ben size düşman değilim; esenliğinizi diliyorum" mânâsına gelir.

Anayasa değişikliklerinin böyle bir özelliği var; dağların arasındaki derin vadilerden akıp gelen dereler gibi kendi potansiyel enerjisiyle hareket eden bir yapısı var; engellemek için özel olarak enerji harcamanız lazım. Hidroelektrik santrallerin görevi budur. Yerin merkezine doğru hareketlenmek isteyen suyu önce durdurur, sonra suyun kinetik enerjisini elektriğe çevirirler.

Evet, mükemmel değil ama, değişiklikler önceki hâlinden iyidir, kesinlikle iyidir. Progressivistlerin (İlerlemeciler), "İşte gelişme, iyileşme denilen şey budur." diyecekleri türden bir anayasa hamlesi, hatta bir "Élan vital" (Hayat hamlesi). Devletin hantal, iri ve insanlara karşı itinasız ve hoyrat biçimlendirilmiş yapısının karşısında şahsi hakları birazcık daha güçlendiren bir paket. Netice itibariyle devleti fert karşısında biraz daha olması gerekene doğru küçülten, ferdi ise devlete karşı biraz daha güçlü kılan bir şey...

Şöyle bir şey: "Yerim dar" diye mazeret gösterenlere "İşte sana biraz daha geniş bir alan" diyebiliyor bu değişiklikler ama "Yenim dar" diye hafakanlar geçirenler için biraz daha fazla hürriyetin mânâsı ve kıymeti olmayabilir. "İşte sana daha fazla hürriyet; daha fazla kendin gibi olabilmek, kendini inşâ edebilmek, kendini savunabilmek ve daha fazla varolmak hakkı" denildiğinde, "Ne yapayım bu kadar hak bana fazla; üstelik hak demek, sorumluluk, sıkıntı, meşguliyet demek; kalsın, istemem ben" diyeceklere ne söyleyebilirsiniz ki?

Yahu anayasa alanında şimdiye kadar bu kadar "Sol" bir adım atılmadı bu ülkede; "Solcular"ın niye ürktüklerini çözebilene aşkolsun! Ben onların solcu filan olmadıklarını biliyorum fakat kendileri de bilseler ne güzel olacak! En berbatından statükocu sağcılar bunlar, üstelik eni konu da faşistler ayol! Ya Rabbi nasıl bir ülkedir burası?

Aklı başında, çevresiyle uyum güçlüğü çekmeyen, mantıklı bir insan niçin şahsi hürriyetler sahasının genişlemesinden huzursuz olur? Acaba, acemi balığın, önünde sahte gülücüklerle parıldayan zoka veya olta iğnesindeki yem karşısındaki şüphesini andırır bir şey midir bu? Hürriyetten firar kompleksi midir, neyin endişesidir?

Erich Fromm'a göre günümüzde insanlar siyasi hakları için uzun uzadıya mücadele vermek ihtiyacı duymazlar, çünkü kendileri için kölelik tehlikesinin ortadan kalktığını öğrenmişlerdir; köle olmazlar ama fert de olamazlar sonuçta. Nietzsche, böylelerini "Kölelik ahlâkı"na (Sürü ahlâkı) sarılmakla suçlamıştı. Nedir kölelik ahlâkı, bu zamana tercüme edelim: Statükodan hoşnutluktur kısaca. Hürriyet, uzaktan güzel de görünse, yeni ve belirsiz bir durumdur; risk üstlenmek, problem çözmek, emek harcamak gerektirir. Statüko ise evet çok parıltılı değil ama emin, kuytu, uyuşturucu ve durgun lezzetler vaat eden bir korunak...

Biliyor musunuz; hayırcılara şefkat göstermeliyiz; görünürde siyasi bir hakkı kullanıyorlar; nezaket ve anlayış görmeyi, hoşgörüyle karşılanmayı hakediyorlar; onlar insan denilen muammanın en anlaşılmaz, en kuytu cenahından bir sûret, bir gölge onlar; nöbet geçiren hastaya kızılır mı?

Adama demişler ki, "Karadenizli misin?" "Öyleyim fakat tedavi olayrum" demiş bizimki. Temel tedaviyi kabul ediyor ama hayırcılar, Türk siyasi tarihinin en kötü, en berbat, en sağcı ve en yetersiz sloganlarının ardına sığınarak tedaviyi reddediyorlar. Bu kadar mugalataya değer mi efendiler; "Hayır çıkmazsa adam değilim"e kadar uzatmaya gerek yok ki bu meseleyi, Girersin villanın önündeki havuza, serinlersin; suyun içinde ağzını açıp açmamak senin bileceğin iş, burası laik bir ülke, ama "Havuza giren âdidir"e kadar uzatma, bedbaht olacaksın...

Amaaan Kemâl Bey, şurda kaç gün beyliğin kaldı ki zaten...

13 Ağustos 2010 Cuma

Olmadı Sayın Bakan



Şamil TAYYAR / STAR 13.08.2010

USAK Genel Koordinatörü Doç. Dr. Sedat Laçiner’in Bugün Gazetesi’ne yaptığı Heron açıklaması çok dikkat çekiciydi. Terörle mücadelede kullanılan insansız hava aracı Heron görüntülerinin yazılım programı nedeniyle önce İsrail’in eline geçtiğini belirten Laçiner, önemli bir iddiada bulundu.

Dedi ki: “İsrail isterse o görüntüyü durdurabilir. Bugüne kadar bir kez durdurdu. Ne zaman? İskenderun’da deniz üssüne saldırı yapıldığı gün, biz göremedik. İsrail durdurdu.”

Hatırlatalım, PKK’nın Akdeniz kıyısındaki İskenderun saldırısı ile İsrail’in Akdeniz’in ortasındaki Mavi Marmara gemisine kanlı baskını eş zamanlıydı. İki saldırı arasında paralellik olduğunu gündeme getirdiğimizde, ilk tepkiyi PKK göstermişti.

Murat Karayılan, Fırat News haber ajansına yaptığı açıklamada, “Bizim İsrail’le hiçbir alakamız yok. İsrail’in aynı gecede gemilere saldırı yapabileceğinden haberi asla olmamıştır” dedi.

Bir de Milliyet Yazarı Aslı Aydıntaçbaş gibi uzun süre Amerika’da görev yapıp Türkiye’ye dönen yazarlar, iki olay arasında ilinti kurulmasına karşı çıkan yazılar kaleme aldılar.

Şimdi yeni bir durumla karşı karşıyayız. Genelkurmay’ın, hatta Milli Savunma Bakanlığı’nın hükümet adına bu iddiaya açıklık getirmesi gerekir.

Soru gayet basit: İsrail, Laçiner’in dediği gibi, Mavi Marmara baskınından kısa süre önce İskenderun deniz üssüne yönelik PKK saldırısı sırasında Heron görüntülerini durdurdu mu durdurmadı mı?

Cevap evetse, durum çok vahimdir. İsrail-PKK işbirliğinin somut delilidir.

Komutanların Hantepe baskını sırasında seyirci kaldığını ortaya koyan Heron skandalı haberleriyle ilgili sessizlik sürerken, bir tarafı İsrail olan bir başka Heron skandalı hakkında açıklama yapılır mı bilmem.

Kamuoyu bekliyor.

Bu arada Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’e de buradan bir çağrım var. Lütfen, hayatınızda hiç olmazsa bir kere elinizi taşın altına koyun, bakanlık görevini sadece kırmızı plaka için sürdürmeyin.

Bakın, geçen hafta Ege Bölgesi Sanayi Odası’nın Balçova Termal Otel’de Başbakan Erdoğan onuruna verdiği “İzmir’in Temsilcileri Buluşuyor” yemeği vardı, basına kapalıydı.

Yemek esnasında Türkiye Harp Malulü Gaziler Derneği İzmir Şube Başkanı Volkan Kaya, yanınıza yaklaşıp skandal Hantepe Heron görüntülerini sordu ve dedi ki: “Eğer böyleyse biz komutanlarımıza nasıl güveneceğiz? Ben haybeye mi gittim?”

O bir gaziydi, 1995 yılında yedek subay olarak askerlik görevini yaptığı Cudi’de mayın patlaması sonucu sağ gözünü kaybetmişti. “Haybeye mi gittim?” derken, sağ gözünün hesabını soruyordu.

Peki ne dediniz? Belki hatırlamazsınız, cevabınız aynen şöyle: “Böyle bir şey yok. O videonun koordinatları başka yerden alınmış sonra servis edilmiş. Hiçbir basın mensubu böyle görüntüler elde edemez. Böyle şeylere inanmayın. Gönlünüz rahat olsun. Genelkurmay’a söyleyeyim bir açıklama daha yapsın.”

O görüntüler gerçek değilse, 3 sorum var:

1- Bu bilgiyi neden kamuoyuyla paylaşmıyorsunuz? Hadi siz sorumluluk sahibi değilsiniz, Genelkurmay neden sessiz?

2- Askeri savcılık, görüntülerin sızdığı adresi bulmak için 30 ayrı yere sabaha doğru neden baskın düzenledi?

3- Video koordinatları başka bir yerden alındıysa, o yer neresi?

Eğer, bu sorulara verilecek cevabınız yoksa, bir de o görüntüler gerçek ve örtmeye çalışıyorsanız, yazıklar olsun.

27 Nisan gecesi pek ortalıkta olmadığınız söylendi, geçtik. Askeri sivil yargı yolunu açan yasal düzenlemeye itibar etmediniz, onu da geçtik. YAŞ sürecinde adı Ergenekon, Balyoz, İnternet andıcı dava ve soruşturmalarına karışan generallerin terfisinde mahsur olmadığını söylediniz, hadi onu da geçtik. Ne hikmetse YAŞ öncesi Cumhuriyet’e konuşmayı yeğlediniz, hele onun üzerinde hiç durmadık.

Ama bu vebal, sizi asla iflah etmez, haberiniz olsun. Çünkü akan o kan, eli kınalı kuzucukların...

İnancım o ki, bu dünyada olmasa bile ahrette iki elleri yakanızda olur.

12 Ağustos 2010 Perşembe

Bu bir HSYK hikâyesidir

Mehmet ALTAN / STAR 12.08.2010

7 öğrencinin katledildiği 16 Mart davası 2008’de zamanaşımı nedeniyle düştü. Müfettişler ‘ihmal var’ dedi. Ancak HSYK, davayı zaman aşımına uğratmakla suçlanan yargıçları ‘suçsuz’ buldu.

Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in de katıldığı HSYK Yaz Kararnamesi toplantıları gündemde en önde koşuyor. Ve dedikoduların bini bir para...

Söylenen o ki, devlet içi cinayet ve darbe girişimlerini ortaya çıkarmaya çalışan her dürüst hukukçuya ciddi “iyilikler” düşünülmekte.

***

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yaz kararnamesinde yapacağı atamalar tartışılırken, Anayasa Mahkemesi Raportörü ve Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Osman Can’ın yaptığı önemli ve ilginç bir tespitini okudum.

Doğan Öz cinayetinin yargı eliyle kapatılmasını anımsatan Osman Can: “HSYK olmasaydı, 17 bin faili meçhul olmazdı” diyor. Ve şöyle devam ediyor:

“Birinci, ikinci ve üçüncü faili meçhuller işlendiğinde adliye aktörleri harekete geçse bu sayı 17 bin olmaz 5 veya 6’da kalırdı.”

***

12 Eylül Darbe Lideri Kenan Evren’i yargılamak istediği için Adana Savcısı Sacit Kayasu’nun cezalandırılmasından, şimdi CHP’nin yargılama sözü verdiği eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt hakkında iddianame yazdığı için Van Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın meslekten men edilmesine kadar hukuksal skandalların haddi hesabı yok...

HSYK’nın yapısını değiştiren Anayasa değişikliklerine muhalefet edenler bunların üzerinde hiç durmuyor. Bu listeye kamuoyunun bilmediği bir tanesini de ben eklemek istiyorum...

***

Beyazıt’ta 30 yıl önce 16 Mart’ta yedi öğrencinin öldüğü, otuzundan fazlasının yaralandığı katliamın davası, 2008 yılında, aynı Kemal Türkler davası gibi, kamuoyunun gözleri önünde zamanaşımı süresinin dolması nedeniyle düşmüştü.

Böylesine vahim bir katliam davasının nasıl ve neden düştüğü mahkeme tutanakları incelenince aydınlanıyordu. Mahkeme tutanaklarına göre, bombayı getiren dönemin Ülkü Ocakları Başkanı Abdullah Çatlı’ydı... Bomba atıldıktan sonra saldırganları kovalayan polislere bir komiser muavini “geri dönün” emri vermişti.

O, “dönün” diyen müdür, Emniyet içinde hızla tırmanmış, Terörle Mücadele’nin başına geçmişti.

Abdullah Çatlı’nın telefon kayıtları incelendiğinde, ölmeden önce o şube müdürü ile beş kez konuştuğu ortaya çıkmıştı.

***

16 Mart Katliamı Davası sırra kadem bastığında, dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’e şu soruları yöneltmiştim: “Sayın Bakan, bu kadar önemli bir dava, kimler tarafından ve nasıl bir himaye görerek zamanaşımına uğratıldı?

Ölenler bakan, milletvekili, emniyet müdürü ya da general olsaydı, dava aynı akıbete uğrar mıydı?

Oralarda, kimler tarafından ve nasıl işlendiğini bildiğimiz katliamları koruyarak Ergenekon adına gözdağı veren ve yargıdan daha güçlü olan birileri mi var? Cevaplarsanız çok sevineceğim.”

Şahin, işin peşine düştü...

Geldiği noktayı bir televizyonda şöyle özetledi:

“16 Mart davasının zamanaşımından düşmesini müfettişler incelediler, rapor hazırladılar. Raporda ‘bir ihmal söz konusu’ denildi.

Biz de disiplin yönünden ihmalde bulunan yargıçlarımızla ilgili karar vermesi için dosyayı HSYK’ya sevk ettik. Kurul başkanı olarak, yargıçlarımızın savunmalarını istedim. Savunmaları geldikten sonra bir ‘ihmal var mı, savsaklama var mı’ HSYK değerlendirecek, yasa neyi gerektiriyorsa o yapılacak.

Dosya şu anda Yargıtay’dadır. Yargıtay zamanaşımından düşmesini inceleyecektir.”

***

Mehmet Ali Şahin’in Adalet Bakanlığı döneminde müfettişlerin “ihmal” bulduğu raporlarına dayanarak HSYK’ya sevk ettiği yargıçlar hakkında ne karar verildi? Onu yeni öğrendim.

HSYK, 16 Mart Katliam Sanıkları Davası’nı zaman aşımına uğratmaktan “ihmalkâr” davranmakla suçlanan yargıçları “suçsuz” bulmuş...

***

16 Mart 1978 tarihinde İstanbul Üniversitesi’nden çıkarken üzerlerine devlet himayesindeki kişiler tarafından bomba atılıp öldürülenler, yaralananlar sizin çocuklarınız olabilirdi...

Bir el yargı süresince katilleri korusaydı...

Ve sonunda da dava zaman aşımına uğrasaydı...

Davayı zaman aşımına uğratan yargıçları da, aleyhlerine Adalet Bakanlığı müfettişleri raporuna rağmen HSYK aklasaydı, bu devlete, adalete ve HSYK’ya nasıl bakar, ne düşünürdünüz?

Yaz kararnamesi konusunda HSYK’ya yönelik dedikodular maalesef durduk yerde çıkmıyor...

***

Emekli Koramiral Atilla Kıyat geçenlerde 1993 ila 1995 yılları arasındaki “faili meçhullerin” devlet politikası olduğunu söylemişti.

Gerçek bir yargı ve hukuksal vicdan cinayete ortak olabilir mi? Ya da cinayet devlet politikası haline gelebilir mi? Atilla Kıyat açıklamaları ertesinde hep sorduğum soruyu yeniden soruyorum:

“Katiller mi güçlü, hukuk mu?”

Ve maalesef hep aynı cevabı veriyorum:

“Devlet himayeli katillik” daha güçlü...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Horoz Süheyl...



Sevilay YÜKSELİR / SABAH 11.08.2010

Profesör Dr. Süheyl Batum'u yıllar evvel Habertürk TV'de editörlük yaparken tanımıştım. O yıllarda Bahçeşehir Üniversitesi'nde rektördü. Son derece kibar ve üslup olarak AB Grubu'nun beğeniyle takip ettiği bir akademisyen yorumcuydu. O nedenle de sık sık görüşlerine başvururduk. Bir keresinde stüdyo konuğumuzdu. Editörlüğünü yaptığım Gülgun Feyman'la 13 Ajansı'na... Program öncesi ağırlamada laflamıştık uzun uzun. Hakkındaki "Batum siyasete girecek" söylentilerinden yola çıkarak sormuştum; "Doğru mu?" diye. Bugün gibi hatırlıyorum, "Siyaset çok kirli bir alan. Kişilerin kimyasını bozuyor. Dilini ucuzlatıyor. İnsanlar o meydanlara çıkınca garip şekilde horozlaşıyor. Hakaretler havada uçuşuyor. Sürekli bel altı vurarak siyaset yapılıyor. Halk da bunu seviyor. Bu tipleri lider seçiyor. Ne yazık ki ben bu tarz siyaseti kaldıracak bünyeye sahip değilim. O nedenle de düşünmüyorum aktif siyaset içinde olmayı" mealinde bir cevap vermişti. O konuşurken sürekli kafamla onay vermiştim söylediklerine... Bayılmıştım çünkü. Sapına kadar doğruydu. Doğru olduğu bir kez daha kanıtlandı! Hem de Süheyl Hoca'nın bizzat kendisi tarafından. Geçenlerde bir konferansta konuşurken Türkiye'nin en büyük, en yürekli sanatçısı Sezen Aksu hakkında çok ağır konuşmuş. "Sazan Aksu..." demiş. "Saf ve aptal" demek istemiş yani Sezen'e.
Peki ne için? Referandumda "Evet" diyeceğini açıkladığı için.
Aralarında Mahsun Kırmızıgül, Yılmaz Erdoğan, Ajda Pekkan, Hülya Avşar gibi mühim sanatçıların olduğu o mini yoklamayı bizzat ben yapmıştım. Ve yoklamamda sadece ve sadece Sezen yüreğini açmıştı bana. "Eksikliklerine rağmen tabii ki 'evet' diyeceğim. Dört dörtlük, gerçek bir toplumsal uzlaşmayla hazırlanacak çok daha kapsamlı ve özgürlükçü nihai şeklini alana kadar da 'evet' demeye devam edeceğim" demişti.
Ancak bunu açıklarken de şu notu düşmüştü: "Bak göreceksin yine beni hedef tahtasına oturtacaklar!" diye. Yanılmamış. Keşke o da diğerleri gibi suskun kalmayı tercih etseymiş. Keşke o da "Bu tür konularda yorum yapmıyorum" deyip olayı geçiştiriverseymiş. Keşke o da, "Ortada kuyu var, yandan geç!"ci olsaymış.
Çünkü o zaman ne önce DYP ya da DP gibi sağ partilere öpücük atıp altına CHP'den bir koltuk sürülünce başımıza birdenbire horoz kesilen Süheyl'in, ne de o Horoz Süheyl'e gelecek kariyerleri açısından umut bağladıkları için Türkiye'nin en değerli sanatçısına ettiği hakareti görmezden gelen hödük kalemlerin hakaretlerine, saldırılarına maruz kalmayacakmış!!!

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Nerede Hata Yaptı ?



Fatih ÇEKİRGE / HÜRRİYET 09.08.2010

GÖSTERMELİK OLAN: Anayasa’ya göre TSK’nın komuta kademesini yürütme onaylar. Yani belirler...
GERÇEK: Son 30 yıl içinde TSK içindeki tüm tayin ve terfiler yürütmenin yani hükümetlerin inisiyatifi dışında gerçekleşmiştir. Özal’ın iki önemli operasyonu dışında bu böyle olmuştur. (Org. Necdet Üruğ ve Org. Necip Torumtay olayları...)
GÖSTERMELİK OLAN: Milli Savunma Bakanı terfileri Başbakan’a sunar. Başbakan inceler-imzalar ya da imzalamaz. Ve Cumhurbaşkanına onay için götürülür... Cumhurbaşkanı da inceler onaylar ya da geri çevirir.
GERÇEK: Genelkurmay Başkanı kuvvet komutanlarını belirler. Başbakan ve Cumhurbaşkanı da altına imzaları atar... YAŞ toplantıları daha çok bir tören şeklindedir. Toplantı başlamadan üst kademe için zaten imzalar atılmış, onaylar verilmiştir. Anıtkabir’e gidilir. Köşk’te akşam yemeği verilir.
GÖSTERMELİK OLAN: Org. Başbuğ her defasında “Ordu demokrasiye, seçilmiş Hükümet’e bağlıdır” demiştir...
GERÇEK: Org. Başbuğ, son krizde, seçilmiş sivil iradenin, yani yürütmenin genelkurmay başkanı gibi değil, sanki millet iradesinden bağımsız başka bir gücün temsilcisi gibi davranmıştır.
Hata buradadır.
Teamül diye meşrulaştırılmaya çalışılan “kör alışkanlık” işte budur...
Çünkü “TSK Hükümet’in emrindedir” sözü bugüne kadarki terfilerde işlememiştir...
Böylece komutanlar kendi aralarında bir hiyerarşik denge kurmuşlardır...
Bu denge, “Siyaseti askere bulaştırmayın. Onların kendi iç düzeni var” sözüyle karşılanmıştır...
Ama bu durum zamanla ordunun kendisini yürütmenin üzerinde, dışında ya da denetiminin ötesinde görmesini sağlayan bir psikolojiye neden olmuştur...
Bu kısa özetten sonra bugüne bakabiliriz...
Hükümet açıkça şunu söylemiştir:
“Ortada iddialar var... AK Parti’nin kapatılması için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın hazırladığı dosyada bazı haberler yer almıştır. Bu haberlerin bir bölümü Org. Hasan Iğsız’ın Genelkurmay ikinci başkanlığı sırasında kurdurttuğu bazı internet sitelerinden alınmıştır... Bu kişi Kara Kuvvetleri Komutanı olamaz...”
Aslına bakarsanız, Anayasa’ya göre hükümetlerin böyle bir gerekçe sunmasına bile gerek yoktur...
Bu nedenle iddiaları bir kenara bile bıraksak, hükümet bu inisiyatifi gerekçesiz de kullanabilir...
Ama anlaşılan o ki; hükümet durumu Org. Başbuğ’a önceden iletmiş... Ve bu çekince Org. Başbuğ tarafından uzun süre askıda bırakılmıştır...
Şimdi asıl meseleye gelelim...
Org. Başbuğ, hükümetten gelen bu talebi son dakikaya kadar elinde tuttuğu için olay YAŞ toplantısı sırasında krize dönüşmüştür.
Bu bir hatadır...
Peki Org. Başbuğ ne yapmalıydı?
1) Ya komutanlarına dönüp, “Hükümet Iğsız Paşa’yı istemiyor. Anayasal hakkıdır” diyecekti...
Ya da:
2) Eğer ikna edici bir formül bulamadıysa istifa edecekti...
İkisini de yapmadı. Sorunu ortaya bıraktı. Bu nedenle KKK olması gereken Org. Atila Işık istifa etmek zorunda kaldı...
İşte hata buradadır.
Her basın toplantısında, “TSK demokrasiye ve parlamenter rejime bağlıdır” dedikten sonra bu direncin gösterilmesi inandırıcılıktan uzaktır...
3) Ayrıca ister CHP olsun ister Türkiye Komünist Partisi ya da BDP. Kim olursa olsun, eğer seçilmiş bir hükümetse, TSK Anayasal yapıya uymak zorundadır...
Öğrenilmesi gereken ise şudur:
Asıl komutanlık “Silah arkadaşlarına olan duygusal bağlılıktan” değil, parlamentoya ve demokrasiye olan bağlılıktan geçmelidir...
Şimdi “Kardeşim sen hangi ülkede yaşıyorsun. Askeri de kuşatıyorlar” diye başlayan ağır eleştirileri duyar gibi oluyorum...
Aynı eleştirileri, “BDP bu Meclis’in Anayasal partisidir. Açılım ya da Kürt meselesi onlarla da konuşulmalı” diye yazdığımda da duymuştum...
(Ayrıca hükümet açılım konusunda BDP’yi dışlayarak hata yapmıştır.)
Evet; artık şu gerçeği görmeliyiz:
Eğer demokrasiye inanacaksak;
Artık, “O partiye ya da şu partiye göre demokrasi olmaz” diyeceğiz.
Millet iradesine saygı duyacağız. Halka güveneceğiz...
İster kızın, ister bağırın demokrasinin başka yolu yok..
Çünkü demokrasi kalıcı, siyasi iktidarlar geçicidir...

8 Ağustos 2010 Pazar

Heron ve Neron sadece bir kafiyeden ibaret değildir beyler!

AHMET TEZCAN / ZAMAN 08/08/2010

Bugün Gazetesi yazdı. Belgelerini ortaya koydu.
Taraf Gazetesi yazdı. Belgelerini ortaya koydu.
Zaman Gazetesi yazdı. Belgelerini ortaya koydu.

İsrail'den alınan Heron adlı İnsansız Hava Araçlarının, PKK'ya çok zayiat verdiriyor diye düşürülmesini isteyen telsiz konuşmaları, "içeride yıllardır nasıl bir kanlı-kirli işbirliği olduğunu gözler önüne serdi.

Neşe Düzel'in PKK'yı çok iyi bilen Kürt aydınlarıyla yaptığı söyleşiler de PKK ile Derin Devlet işbirliğinin tanıklık notları olarak kayda geçti. Zaman yazarı Hüseyin Gülerce'nin satırlarıyla devam ediyorum:

"Ama asıl korkunç haber, 2 Ağustos'ta Taraf'ta manşet oldu: "Generaller askerlerin ölümünü seyretti..." Meğer Hakkari'nin Çukurca ilçesi 3. Taktik Tümen Komutanlığı'na bağlı Hantepe askerî bölgesinde, 20 Temmuz'da 7 askerimizin şehit edilmeleri, bölgeye gönderilen insansız hava aracı (Heron) tarafından naklen yayınlanmış. Ekranlardan seyretmişseniz, o görüntülere can dayanmaz. Mevzideki askerlerimizin üzerine el bombası atılıyor. Kaçanlar kurşuna diziliyor. Mevzilere tekrar giriliyor, askerlerimizin cesetlerine bir daha kurşun sıkılıyor. Bu görüntülerin 30 merkezden seyredildiği söyleniyor. Tam bir saat PKK militanları orada oyalanıyor. 15 dakika mesafede helikopter var, kalkmıyorlar. Bu nedir Allah aşkına? Buna TSK mensubu hangi subay katlanabilir? Demek yüreği dayanamayanlar oldu, görüntüleri Taraf Gazetesi'ne gönderdiler. İhanet bile bu olayı izah edemez. Çok korkunç bir şey."

***

Analarının 9 ay karınlarında, en az 5 yıl kucaklarında taşıyıp ninnilerle, türkülerle, dualarla büyütüp, "En büyük asker bizim asker" nidaları ile alınlarından öperek, "Kumandana teslim edip Allah'a havale ettiği" delikanlıların başına gelenler bu!

'Taraf'taki haberin görüntülerini seyretmeye can dayanmaz' diyen Hüseyin Gülerce, canlı yayında askerlerinin öldürülüşünü seyredip de kılı kıpırdamayan kumandanlar konusunda Genelkurmay'dan hiçbir açıklama yapılmaması dolayısıyla yazısına "Heronların sessizliği" başlığını atmış.

"Neronların sessizliği" demeliydi bence

Heron bir alet nihayetinde ve her şey o aletin kimin elinde, nasıl kullanıldığına bağlı.

Neron ise Roma'yı, yakıp tutuşan şehri ve insanları zevkle seyreden imparator!

Taraf'ın gözlere sokup, Gülerce'nin güç-bela tasvir etmeye çalıştığı 7 şehit manzarasını seyredip de kılları kıpırdamayanların Neron'dan ne farkı vardır?

Ve neden sessiz kalınmaktadır?

***

"Pazartesi günü öğle saatlerinde Genelkurmay Başkanlığı binasında kritik YAŞ toplantısı sürerken karargâhın önünde bir ilk yaşandı. Genelkurmay binasının karşısında, Dikmen Caddesi ile İnönü Bulvarı'nın kesiştiği yerde toplananlar 27 Mayıs 2009'da Hakkâri Çukurca'da mayına basarak hayatlarını kaybeden altı askerden Ziya Bener, Adil Yıldız, Kemal Özevin, Cafer Çelik ve Deniz Demirci'nin aileleriydi."

Taraf Gazetesi'nde Yıldıray Oğur da yukarıdaki satırları yazdı.

Bu aileler Genelkurmay'ın önüne "Çocuklarımızı size emanet ettik, neden onları PKK öldürdü dediniz, neden mayınları kendinizin döşediğini itiraf etmediniz, niye emanetlerimize ihanet ettiniz?" diye hesap sormaya gelmişti.

Yıldıray Oğur, o ailelerin oradan nasıl uzaklaştırmaya çalışıldığını anlattıktan sonra, Doğan Grubu gazetelerinin ve yazarlarının neler yazdığını sonra bir yıl önce sıralayıp, Genelkurmay önünde çocuklarının kanını soran ailelerin protestosundan tek satır bile haber yapılmadığını aktarmış.

Bir tek Eyüp Can, Hürriyet'te 'YAŞ'ı bırak KURU'ya bak' başlığı altında yazdı.

O kadar!

Hedonist Belaltı Medyası'nın Tavşan Kardeş ile Kurt Adam karışımı kreatisyeni Ertuğrul Özkök, Referandum'da Evet çıkması halinde neler olabileceğini anlatan bir korku edebiyatından bahsediyordu cuma günkü yazısında.

Asıl korkunç olanı görmeyip, hazza dayalı yaşam biçiminin yok edileceği senaryosu üzerinden korku filmi üretmek için sadece "Eşek Kafalı" olmak yetmez, "Neron Kalbi" de taşımak gerekir.

***

"Bu Anayasa'nın kayısıya bir faydası olacak mı sevgili Malatyalılar! Olmayacak! Öyleyse Hayııır!" diyerek, alakaya çay demleme sanatında Kenan Evren'i sollayıp geçen CHP'nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da Neronların Sessizliği'ni paylaşanlardan...

Dersim'de katledilen dedelerinden "Eline beline diline sahip ol" diye nasihat alıp da, Önder Sav gölgesi altında hiçbirine sahip çıkamayan Kemal Kılıçdaroğlu'nun, mağaralara sokularak yakılmış ceddine kendi partisi içinden yapılan hakarete nasıl sessiz kaldı ise ne uğruna kurban edildikleri açıklanamayan "şehit askerler" için yeri göğü inletmesi elbette beklenemez.

O kendisine izin verildiği ölçüde meydanlarda stand-up yapmaya devam edecektir.

Ne demişti Dersim'de Seyyid Rıza:

"Yazıktır, zulümdür, günahtır!"

Neron ne bilsin Seyyid Rıza'yı?"

***

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli içinse söyleyecek tek kelime dahi bulamıyorum!

Ne sözlükler, ne kamuslar, ne ansiklopediler, gömüldüğü sandıktan şehit cenazelerindeki tekbir nidalarıyla çıkan Bahçeli'nin Neronların Sessizliği'ndeki paydaşlığını ifade etmeme yetecek kelime barındırmıyor!

Onu sadece "ülkücü ruh"a havale edebilirim ancak!

***

Ve hükümet!

Şayet YAŞ krizi bunlar nedeniyle ortaya çıkmamışsa, Başbakan Erdoğan, paşalara "Heron ve Neron bir kafiyeden ibaret değildir beyler!" diye sormamışsa!

Toprağın altı, üstünden daha hayırlıdır!

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Yeter Artık



Ahmet ALTAN / TARAF 07.08.2010

Bizim bu generaller, terfiler için harcadıkları enerjilerinin onda birini askerlik için harcasalardı doğru dürüst, ciddi, saygıdeğer bir ordumuz olurdu.

Kendi mayınıyla kendi askerini havaya uçurmaya, askerlerinin ölümünü naklen seyretmeye, “baskın olacak” raporlarına aldırmamaya, dünyanın en kolay baskınına uğrayan karakollarını yapmaya, baskına gelen PKK’lıları “kaçakçı” sanmaya, kekik toplamaya çıkan köylüleri “düşman” diye öldürmeye hiç aldırmıyorlar, bu hataları düzeltmek için kıllarını bile kıpırdatmıyorlar ama “terfi, tayin” dedin mi çıldırıp ortalığı kırıp döküyorlar.

Bu kadar vurdumduymaz, bu kadar bencil, bu kadar şımarık bir komuta heyetini herhalde yeryüzünün hiçbir ordusunda bulamazsınız.
Yıllarca beceriksizliklerinin, yeteneksizliklerinin, yetersizliklerinin sorgulanmamasına alışmışlar.

Zavallı köylü çocuklarının baskınlarda ölmesinin hesabını kimse sormamış.

Bunlar da askerlikle uğraşacaklarına politikayla uğraşmışlar.

Canlarının istediğini, canlarının istediği mevkilere getirmişler.

Şimdi nasıl bir ordu oldukları ortaya çıktı.

“Kendi Heron’unu düşürmek isteyen” subay mı istersin, Şemdinli’de dükkân bombalayan “iyi çocuk mu” istersin, Dörtyol’da kaos planı yapan JİTEM’ci mi istersin, kendi askerinin eline bombayı tutuşturan subay mı istersin, karakolu baskına uğrayacağı gece düğüne giden komutan mı istersin, hepsi bunlarda.

Darbe planı yapanlar, andıçlar yazanlar bunlarda.

Bir de kalkmışlar, “bize kimse karışmasın” diyorlar.

Kimse karışmayınca ordu diye disiplinsiz bir başıbozuklar kalabalığı oluşturmuşlar.

Artık insanlar ayaklanıyor.

Çukurca’da ordunun mayınıyla ölen askerlerin aileleri Genelkurmay’ı bastı, bunlar gene tınmadı.

Bir mahcubiyet bile hissetmiyorlar.

Özür bile dilemiyorlar.

Varsa yoksa terfileri, tayinleri.

Ne olmuş?

İlker Başbuğ, kendi keyfine göre Kara Kuvvetleri Komutanı tayin edecekmiş.

Neden?

Hangi yetkiyle yapacak bunu?

Yasa açık, komutan tayinlerini başbakan ve cumhurbaşkanı yapıyor.

Başbakan, kendi hükümeti hakkında andıç hazırlatan, internet sitelerinde hükümete söven, “müttefik” ülkeler hakkında “savaş çıkartacak” yayınlar yapan birini neden Kara Kuvvetleri Komutanı tayin etsin?

O tayin etse, halk “niye tayin ettin” diye sormayacak mı?

Bu halk, o eski, sessiz, ezilmiş, bastırılmış halk değil.

Gerçekleri biliyor.

Doğru düzgün bir orduya sahip olmayı arzuluyor.

İlker Başbuğ neden belli birinin “komutan” olması istiyor?

O komutandan başka o makama layık kimse yok mu gerçekten?

Yoksa, Başbuğ’un kişisel hesapları mı var?

“Orduda Kara Kuvvetleri Komutanı olabilecek tek bir kişi vardır” demek çok mümkün olmadığına göre, geriye Başbuğ’un kendi kişisel hesapları kalıyor.

Türkiye, ordusunu Başbuğ’un kişisel sorunlarına göre şekillendirmek zorunda mı?

Bu şımarıklığı taşımaya mecbur muyuz?

Böyle diretirlerse, kendi “üstleri” olan sivil hükümetle çekişirlerse, iktidar kavgasına girerlerse, hepsini emekliye ayırmak en iyisidir.

Başbuğ’un yanında durup bir “hizip” oluşturmak isteyen bütün generalleri gönderir, yerlerine yenilerini tayin edersiniz.

Herhalde bu ordunun disiplinli, düzgün generalleri de vardır.

Böylesine rezalet bir durumun sürdürülmesine izin vermenin hiçbir nedeni yok.

Bakın, askerlerle siviller arasında “kriz” olmaz.

Kriz varsa, bir itaatsizlik ve disiplinsizlik söz konusudur.

İtaatsizliğe de göz yumulmaz ve cezalandırılır.

Generaller artık şu gerçeği anlamak zorundalar.

Onlar, bu halkın seçtiği sivil yöneticilere bağlıdırlar, onların terfiine, tayinine karar verecek son “merci” sivillerdir, bundan hoşlanmayan general varsa istifasını verip ayrılır.

İstifasını vermeyen ve direnişi sürdüreni de hükümet gönderir.

Bugün, hükümetin böyle bir tutum almasını destekleyecek büyük bir halk kitlesi var, çünkü halk generallerin hem bu kadar beceriksiz, hem de bu kadar şımarık olmasından sıkıldı.

Gönderin bu generalleri.

Yerlerine disiplinli, yetenekli komutanlar getirin.

Ve, artık ordunun bu saçmalıklarıyla uğraşmayalım.

6 Ağustos 2010 Cuma

Şarlamaya hazırlanıyorlar

Engin ARDIÇ / SABAH 06.08.2010

Az satışlı bir kısım CHP basınında gene "klasik" bir eğilim belirdi...
Huylu huyundan vazgeçmiyor.

Her seçimden sonra denerler, başaramazlar ama gene denemekten de kendilerini alamazlar: "Seçim sonuçlarına şarlama" geleneği...

Halk kime oy vereceğini bilemeyecek kadar cahil ve aptaldır ya, hoşlarına gitmeyen sonuçlarda da mutlaka bir "katakulli" aranmalıdır.

Hani halk cahil olmasa ya da berikiler hile yapmasalar CHP kazanacak da...

Ama burada bir çelişki vardır.

Hile yapılmasa CHP kazanacağına göre halkın cahil ve aptal olmaması gerekir, onların mantığına göre...

Bunun içinden bir türlü çıkamazlar. Halkı mı suçlamalı, hilecileri mi?
Hani cumhuriyet mitinglerine katılan beş milyon kişinin seçimde "nereye gittiğini" çözememek gibi bir şey...

Şimdi bakıyorum, referandumda evet çıkacağını anladıkları günlerde gene bir telaş....

Hile yapılacakmış, önlem almak gerekirmiş!
Hile yapılacağını nereden biliyorlar?
"Ayol bu Tayyip her şeyi yapar kardeş" şeklinde mahalle karısı yaklaşımıyla yazı yazanlar var.

Ayol 1994 yılında da hile yaptılar da o körolmayasıca Tayyip İstanbul'a belediye reisi seçildi, hile yapılmasaydı ne güzel bizim beyin kankası Zülfikar kazanacaktı kardeş...

Koskoca Yüksek Seçim Kurulu bu hileleri niçin tesbit edemez, sonuçları niçin iptal edemez acaba?

Demek ki ya hile yoktur, ya da hileler alt tarafı birkaç sandıkta, genel sonucu etkilemeyecek "münferit" olaylardır.

Yani, 1946 seçimlerinde CHP'nin yaptığı kadar açık seçik ve de kör kör parmağım gözüne değildir!...

"Akıllı bir muhalif", seçim yasakları başlamadan, yani insanların her türlü propagandaya açık olduğu dönemde oy kullanılmasındaki çelişkiyi, ancak referandum günü sandığa gidebilecek olanlarla bu gurbetçiler arasında yaratılan eşitsizliği dile getirirdi...

Böylece de bir kısım vatandaşın oy kullanmasını engellemeyi, yani "geri dönmeyi" önermiş olarak tarihe geçerdi!

Şimdi tutturdular: Fethullah Gülen "mezardakiler bile oy kullanmalıdır" şeklinde bir espri yapmış ya, AKP ölüleri de kütüğe yazıp onlara da anayasa değişikliğine evet oyu kullandırmaya çalışacakmış...

Gülen'den temmuz sonunda "tüyoyu" alıp eylül başına yetiştirecekler ölüleri... Yıldırım servis...

Kütükler ne zaman saptanır, listeler ne zaman nereye asılır, ne zaman kesinleşir, ortamektepte yurttaşlık bilgisi dersinde öğretiyorlar cancağızım.
Şimdi tutturdular: Sınır kapılarında kullanılmakta olan oyları kim denetliyormuş?

Yüksek Seçim Kurulu niçin denetlemiyor muhterem ablacığım?
"Sizin partinin" adamları niçin sandığın başında durmuyorlar?
Pasaportları mı yok? "O tarafa" geçemiyorlar mı?

Zarar yok canım, kafanıza takmayınız: Referandumda evet çıkar ama ablamı da eşek değillerse genel seçimlerde CHP'den milletvekili adayı gösterirler artık...

Ayol Nesrin girdi, Güldal girdi, Nevin girdi, Jale girdi, Fatma Nur girdi, Birgen girdi, Canan girdi, Özlem girdi, Bihlun girdi, Necla girdi meclise... Senin neyin eksik? Güzellik desen güzellik, olgunluk desen olgunluk, hava desen hava... Amigoluk desen amigoluk.

Yoksa Baykal kadından anlıyor da Sav anlamıyor mu?
Kılıçdaroğlu'nu boşver, ondan kaset bile olmaz.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Medya “şehitleri” nasıl öldürdü

Yıldıray OĞUR / TARAF

Askerleri PKK öldürünce manşet yapmanın vatanseverlik, aynı askerleri ordunun öldürdüğü ve bunu ustaca örtbas ettiği ortaya çıkınca haber yapmanın “orduya karşı asimetrik psikolojik savaş” sayıldığı bir ülkeden gazetecilik manzaraları okuyacaksınız az sonra.

Bir yıl sadece bir yıl önce manşetlerden uğurlanan şehitlerin bir yıl sonra nasıl tek kelime bile bahsedilmeyen lanetlilier haline geldiğinden bahsedeceğim.

Pazartesi günü öğle saatlerinde Genelkurmay Başkanlığı binasında kritik YAŞ toplantısı sürerken karargâhın önünde bir ilk yaşandı.

Genelkurmay binasının karşısında, Dikmen Caddesi ile İnönü Bulvarı’nın kesiştiği yerde toplananlar 27 Mayıs 2009’da Hakkâri Çukurca’da mayına basarak hayatlarını kaybeden altı askerden Ziya Bener, Adil Yıldız, Kemal Özevin, Cafer Çelik ve Deniz Demirci’nin aileleriydi.

29 Mayıs 2009 günü Hürriyet gazetesinin birinci sayfasında yarım sayfa acılı resimleri basılan Çelik ailesi de Genelkurmay’ın önündeydi. Anne Nezahat Çelik’in evlat acısının gösteren resmi için Hürriyet’in o günkü Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök vefa temalı bir yazı bile yazmıştı. Ertesi günkü cenazeler de gazetede geniş yer aldı. Yılmaz Özdil mayın şehitleri için konuşturdu içindeki numaracı vatanseveri.

Ve 3 Ağustos 2010 tarihli Hürriyet. Gözyaşlarıyla manşet yapılan Çelik ailesinin Genelkurmay’ın önünde Türkiye tarihinde bir ilk olan eyleminden tek satır bahis yok. Gündem YAŞ. Genelkurmay’ın önü gazeteci dolu. Atlama ihtimali yok. Cindoruk’un hayır kampanyası için pos veren altı genç için bile yarım sayfa bulunan 44 sayfalık gazetede tek satır yok şehit ailelerinden.

Bir yıl önce şehit haberi oğullarının fotoğrafıyla Habertürk’ün manşetinden verilmiş Yıldız ailesi de karargâhın kapısındaydı. Manşette “Baba kontör gönder” sözlerine yer verilen Deniz Demirci’nin annesi ve babası da oradaydı. Ama matruşka gibi içinden gazete üstüne gazete çıkan, Kardak fatihinin gazetesinde de o eylemden tek satır yoktu.

Bir yıl önce karalara boyanmıştı Vatan. Altı şehidin resmiyle tam sayfaya yakın “alçakça saldırı” manşetiyle hiddetlenmişti gazete. Bir yıl sonra Genelkurmay’ın önüne toplanan o altı şehidin ailesinden tek satır bahsetmediler.

Ya hepimizi vatan haini ilan etmiş Sözcü’ye ne demeli. 29 Mayıs 2009 günü şehit krizini fırsata çevirip açılımı vurmuştu kocaman kocaman. “Al sana açılım” diye. “İşte şehit düşen aslan parçaları” diye de posterlik resimlerini basmıştı askerlerin. Ama o “aslan parçalarının” “kahraman ailelerinin” Genelkurmay önündeki eyleminden bahsetmeyecek kadar uyanık vatanseverlerdi onlar da. Açılım vurulmuş, işleri bitmişti şehitlerle.

Çukurca şehitlerini bir yıl önce manşetlerden vermiş Akşam’ın, Milliyet’in tek sütunluk haberlerinden, geçen yıl Çukurca’dan canlı yayın yapan Ali Kırca’nın, o şehitlerin cenazelerini saatlerce döndürüp döndürüp veren Uğur Dündar’ın ne yaptığından falan hiç bahsetmiyorum. Bu manzara karşısında yöneticilik yaptığı medya grubunun tek satır görmediği şehit ailelerinin eylemi için bir gün sonra “Bırakın Balyoz’u Yaşı’ı buna bakın” diye kum torbalarını yumruklayan Eyüp Can’ın yazısı bile vicdanlara iyi geliyor.

Peki ne olmuştu bu bir yılda?

Ne olacak mayınları döşeyenin PKK değil asker olduğu ortaya çıkmıştı. Şehitler için “Kahrolacak bir şey yok” diyen General, Gediktepe’deki siperde Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nın yanında görünmüş, Genelkurmay bizzat onun kahramanlıklarını örnek göstererek hakkında soruşturma olan generallerin terfisinde engel olmadığını açıklamıştı. Sivil savcılığın yargılanmasını istemesine, Jandarma Kriminal’in “mayınlar askerin” raporu vermesine rağmen askerî savcılığın gizlilik kararı koyduğu dava ilerlemiyor, Genelkurmay iki komutanını altı şehit gibi ufak tefek hatalar için harcamak istemiyordu. Ve terfisi gündemdeydi o generalin.

Aileler işte tüm bunlara isyan için Genelkurmay’ın önünde toplanmışlardı.

“Vatan sağolsun” “Bir çocuğum daha olsa onu da gönderirim” demeye gelmedikleri anlaşılınca Kapının önünden uzaklaştırıldılar önce.

Tam o sırada içerde de bir yıl önceki cenazede onları teskin eden Orgeneral Koşaner’in Genelkurmay Başkanlığı konuşuluyordu.

Acımasız bir ülke burası. Acımasız bir medya bu.

Sadece Kürtler sadece başörtülüler değil.

Şehit aileleri bile adlarını anılmayacak sakıncalı vatandaşlar haline gelebilir bu ülkede.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Sfenks'in sorusu, Heron'un gözleri...



Ahmet Turan ALKAN / ZAMAN

Heron'un gözlerine bak komutan; kerâmet sahipleri gibi cübbenin yenleri içinden garip sûretler gösteriyor bize. İçimize kezzap damlıyor, çocuklarımız ikiye bölünmüş, ölümüne askercilik oynuyorlar, sen bakıyorsun, sadece bakıyorsun, hep bakıyorsun!

Seyrediyor musun sahi, kaçırma bakışlarını; Heron'un gözlerine bak!

Boşver önündeki terfi dosyalarını; Heron'un gözlerine bakamıyorsan kapat gözlerini, kendi içine dön; rûhunun içine bak, kendi derinliğine gömül, vicdanını fiskele... Say ki tâ be kıyâmet terfî ettin, terfî ettirdin, asker kişi dosyalarını masana yığıp "Bunların kaderi ve hayatı benim elimde" diye gururlandırdın. En zengin, en güçlü, en cabbar sen ol. Hükümetler titresin beş yıldızlı apoletlerinin önünde. Karargâhına iliştirilmiş yarı muvazzaf gazeteciler, alnının her kırışığından farklı tehdit mesajları okusunlar; keyiflen şöyle, rahatla ama dalıp gitme sakın...

Uzun yol şoförlerinin ara sıra başına geldiği gibi bakar görmezlerden olma; çimdikle kendini. Bak, yaşta kuruları ıslatmayım derken neler olmuş neler?..

Askerlerini, çocuklarını öldürüyorlar komutan; bana bakma, Heron'un gözlerine bak, göreceksin! Heron alımının ihâleye çıktığı güne lânet okumak neye yarar? Heron'un vicdanı, aklı, kibri, inisiyatifi yok komutan; görmüyor, gösteriyor; hissetmiyor hissettiriyor bu kalpsiz müşir iğnesi!

Biri bizi gözetliyor evi gibi seyrediyoruz demişti vaktiyle birisi -kimdi o sahi!- Meğer doğruymuş be, BBG evi gibi seyretmişsiniz olup biteni yahu. Biz de seyrediyoruz şimdi internet sitelerinde. Sizin gibi derin bir vukuf fakat buzdan bir vicdanla değil ama, tâbir caizse kurbanın bıçağa baktığı gibi bakıyoruz; canımız acıyor, boğazımız düğümleniyor, yutkunamıyoruz bile.

Mutlaka sahte görüntülerdir bunlar değil mi komutan? CIA'nın, MOSSAD'ın, Alman ve İngiliz gizli istihbarat servislerinin belki de Yüzüklerin Efendisi filmindeki alçak büyücü Sauron'un işidir; sizi karalamak, itibarınızı kırıp, o güzelim tabirle asimetrik psikolojik harekât yürütmek için uydurmuşlardır o hokus-pokus video kayıtlarını.

Bakınız, ne güzel izah ettim netekim; bu görüntüler gerçek olamaz; gerçek olsa bizim erkân-ı harbiyemiz bir lâhza yerinde durmaz ki zaten. Cehennemler kudursa, gökler çatlasa, sarsılmayan azmiyle çelik kal'aları eritir, yıldırımlar yaratır, kartallardan kanat ödünç alıp hışım gibi inmez mi pusudaki kuzularımıza yaklaşan alıcı kuşların tepelerine?

Lâfa gelince nasıl gürlüyoruz değil mi komutan; edebiyatın bini bir para bizde...

Evet evet, sahtedir o görüntüler, tarikatçi, cemaatçi, Sorosçu takımı doları basıp yaptırmışlardır o görüntüleri sanal laboratuvarlarda. Zaten Hantepe'de bir karakolumuz hiç olmamıştır, o gece Heron'un gözleri tepelerindeyken aşağıda üçer beşer avlanan çocuklarımız da hiç doğmamışlardır analarından; anaları taş mı doğurmuştur acaba o kuzuların yerine?

Lânetle şunları komutan; yalandır de, psikolojik harekâttır de, dağ başlarındaki dandik karakollara yolladığın çocukların hukukuna da, darbe zanlısı devrelerini koruduğun kadar olsun sahip çık biraz. Gürle be; bunlar iftiradır, kâğıt parçasıdır, borudur de...

Bize yeni bir şey söyle komutan. Bize bu işin içinde başka işler olduğunu söyle; bizi inandır, istersen kandır, hatta, "Siz anlamazsınız, bu işler bildiğiniz gibi değil, her gördüğünüze inanmayın" de, inanmayalım...

Geldin gidiyorsun fakat eyvah, üzerinde ağır kul hakkıyla gidiyorsun. Olmadı, hiç olmadı. İnsan başlı, arslan gövdeli Ebülhevl'in (Sfenks) sualine sen de cevap veremedin. Çekeceğin ceza, Heron'un gözlerine bakmaktır bundan sonra; tâ be kıyâmet!

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Aynı Film



M.Nedim HAZAR / ZAMAN 02.08.2010

Biz Türkler aynı filmi defalarca izlemeyi pek severiz. İçinde olup biteni, iyiyi, kötüyü, her türlü entrikayı, dahası sonunu bildiğimiz halde oturur sanki ilk kez izliyormuş gibi heyecanla ve inanarak izleriz.

Hatay'da sahneye konulan filmin de daha önceki filmlerden farkı yok. Yani birinci vizyon bir çalışma değil. Geçmişte pek çok kez sahnelenmiş, yakın geçmişte birtakım mihraklar tarafından senaryosunun üzerinden geçilmiş, her türlü çekim planı yapılmış, aktörleri seçilmiş, rolleri dağıtılmış bir filmden başka bir şey değil.

Hatay'da oynanan kanlı oyun ile Erzincan'da oynanmak üzere iken ellerine yüzlerine bulaştırdıkları oyun arasında pek bir fark yok. İstihbarat birimlerinin yarın başka yerlerde, İzmir'de, Balıkesir'de, Bursa'da da sahneleneceğini rapor ettiği filmlerden başka bir şey değil Hatay'da yaşananlar.

İsterseniz gelin film akışına göre olayı kurgulamaya çabalayalım.

Sahne 1: İlçenin kaymakamı başka bir ile vali yardımcısı olarak tayin ediliyor. Ancak Danıştay kararıyla tekrar eski görevine dönüyor.

Sahne 2: İlçedeki bir yerel siyasetçiye ait maden ocağına plakası belli olmayan ISUZU marka bir kamyonetle Jandarma İstihbarat'ta çalışan 1'i astsubay, 2'si uzman çavuş üç asker geliyor.

Sahne 3: Bir süre sonra bu siyasetçiye ait gri renkli araç madenden ayrılıyor. Kısa bir süre sonra üçü sivil, ikisi terörist kıyafetli 5 kişi tarafından aynı araç durduruluyor. Cep telefonu ve arabası alınan yerel siyasetçi, teröristlerce rehin alınıyor. (Dikkat buyurun, terörist örgütün düşman olarak nitelediği bir partinin temsilcisi olduğu halde kılına dahi zarar verilmiyor.)

Sahne 4: TOKİ konutları polis noktasına saldıran 3 sivil kıyafetli terörist, 4 polis memurunu şehit ediyor. Öyle bir saldırı ki, şehit olan polisler silahlarına bile davranamıyorlar. Tıpkı Gaffar Okkan suikastında olduğu gibi.

Sahne 5: Olaydan sonra araçta 300'den fazla mermi izi bulunuyor. Bir komutan aracın kriminal kontrol için emniyete çekilmesine izin vermiyor.

Sahne 6: Saldırıyı duyan emniyet, saldırganların peşine düşüyor. Bu esnada tam bir bilgi ve ihbar kirliliği yaşatılıyor. Emniyete onlarca ihbar gelerek dikkatler başka yönlere çevriliyor. Ancak polis saldırıda kullanılan aracın izini bulup peşine düşüyor. Saldırıyı gerçekleştiren araç kıskaca alındığı esnada gizli bir ihbar başka bir aracı ihbar ediyor ve dikkatleri ikiye bölüyor.

Sahne 7: İhbar yapılan araç, ateş edilerek durduruluyor ve içindeki üç kişi emniyete alınıyor.

Sahne 8: Saldırının gerçek faillerini taşıyan araç ise halen takipte. Ancak yine sıra dışı bir şey oluyor ve ilçe içerisinde, 'PKK'lılar yakalandı, hadi gidip linç edelim' diye yaygara çıkartılıp binlerce insan emniyet önüne toplatılıyor.

Sahne 9: Bu yaygarayı çıkaranın bir askerî uzman çavuş olduğu belirleniyor. Üstelik görev yeri Hatay değil Bingöl. Bu personelin niçin Hatay'da bulunduğu ise ayrı bir bilinmeyen.

Sahne 10: Gerçek failleri taşıyan araç kaza yapınca failler ormanlık alana kaçıyorlar. Alanı çevirmeye alan polislere '5 kişi emniyeti bastı, linç tehlikesi var' deniliyor, polisler çevirmeden vazgeçip merkeze dönüyor ve saldırganlar kaçıyor.

Sahne 11: Halkı galeyana getirip, emniyete yürüten ve gerçek saldırganların izlerini kaybetmesine neden olan uzman çavuş askerî yetkililere teslim ediliyor ve sorgulanmadan serbest bırakılıyor.

Sahne 12: İstihbaratçıların yerel siyasetçiyi ziyarete gittiği kamyonet hâlâ bir sır. Diğer bir esrarengiz nokta ise rehin alınan siyasetçinin nasıl kurtarıldığı. O da tam bir muamma! MOBESE kayıtları ise hâlâ gizleniyor. Ve en önemlisi ise uzman çavuşun o andan itibaren sırra kadem basması. Ne askerî, ne sivil, merak eden kimse yok bu çavuşu!

İşte böyle sevgili okur. Anlaşılan o ki, şu referandum sürecinde gözü dönen Ergenekon ve PKK çetesi her türlü oyunu, her türlü riski göze alarak sahnelemeye devam edecek.

1 Ağustos 2010 Pazar

Ne istiyoruz

Ahmet ALTAN / TARAF 01.08.2010

O kadar basit ki bunun cevabı.

İnsan gibi yaşamak istiyoruz.

Bildiğin insan işte.

Hiç derdimiz olmasın demiyorum, bildik, sıradan dertlerimiz olsun, bildik sıradan sevinçler yaşayalım.

İşimizi kaybetmekten korkalım, komşuya kızalım, aşık olalım, çocukların okulunu düşünelim, sevgilimizle buluşalım, eşimizle kavga edelim, sonra barışalım, kiranın fazlalığından yakınalım, akrabaların densizliğinden şikâyet edelim, başarılı olmak için çabalayalım, tatil hesapları yapalım, oğlanın düğününe nasıl para bulacağız diye dertlenelim, biri güzel bir laf söylesin sevinelim, bir şakaya gülelim.

İstediğimiz bu kadarcık bir şey.

Ama istediğimizi yaşamak mümkün olmuyor bu ülkede.

İzin vermiyorlar.

Bu sıradan hayatı huzurla yaşayabilmemiz için “ne olacağımıza” kendimizin karar vereceği bir özgürlük lazım önce bize.

Kürt olmak istiyorsam Kürt olacağım, Türk olmak istiyorsam Türk olacağım, dindar olmak istiyorsam dindar, dinsiz olmak istiyorsam dinsiz, Sünni olmak istiyorsam Sünni, Alevi olmak istiyorsam Alevi, Ermeni olmak istiyorsam Ermeni, Laz olmak istiyorsam Laz…

Ne olacağıma kendim karar vereceğim.

Bana “sen şusun ya da sen busun” demeyecek kimse.

Ben her ne olmayı seçtiysem, o seçtiğim şeyi diğerleriyle eşit haklara sahip olarak yaşayacağım.

Kürtsem anadilimi konuşacağım, çocuğuma öğreteceğim, dindarsam ibadetime gideceğim, istersem başörtümü takacağım, istersem örme takke geçireceğim kafama, istersem bikiniyle gireceğim denize, istersem eşcinsel olacağım, istersem Anıtkabir’e gideceğim, istersem Eyüp Sultan’da dua edeceğim, Aleviysem cemevinde dostlarla yapacağım ibadetimi, istersem bunların hepsine boş vereceğim, istersem proletaryanın haklarını savunacağım, istersem kapitalizme övgüler düzeceğim.

Fikirlerimi, inançlarımı isteyen paylaşacak, istemeyen paylaşmayacak ama kimse beni fikirlerimden ya da inançlarımdan dolayı aşağılamayacak.

Kimse bana ne olmam gerektiğini, ne düşünmem gerektiğini, nasıl ibadet etmem gerektiğini, nasıl yaşamam gerektiğini söylemeyecek.

İstersem şarap içeceğim, istersem üzüm yiyeceğim.

İstersem Kürtçe ağıt yakacağım, istersem Lazca türkü söyleyeceğim.

Nasıl biri olmak istiyorsam öyle biri olacağım.

“Olduğum şeyden” dolayı diğerlerinden “üstün” olmayacağım, olduğum şeyden dolayı kimseden “aşağı” da olmayacağım.

Kimse bana “hakkımı” vermeyecek, kimse bana “hakkımı” verecek kadar benden üstün olmayacak, kimseden bir hak istemeyeceğim, herkesin sahip olduğu haklara sahip olacağım.

Haklar herkese eşit ve ortak dağıtıldığında artık “ne olduğum” sadece benim için önemli olacak.

İstediğimiz bu kadar basit.

İnsanca yaşamak istiyoruz.

Bütün insanlar gibi eşit olmak istiyoruz.

Ve sıradan bir hayat istiyoruz.

Sıradan sevinçler, sıradan dertler istiyoruz.

Acaba nerede, ne zaman, kim kimi öldürecek diye endişelenmemek istiyoruz.

Küçük kızgınlıklarımız olsun istiyoruz, karımıza, kocamıza, çocuğumuza, baldızımıza, sevgilimize, iş arkadaşımıza, müdürümüze kızalım istiyoruz.

Büyük, “kitlesel” kızgınlıklar istemiyoruz.

İş dedikoduları yapalım, arkadaşlarımızı çekiştirelim istiyoruz.

Bana benzemeyenler bana bir kötülük yapar mı diye endişeler taşımak istemiyoruz.

Kayınvalide laf sokuşturduğunda sinirlenelim, aile yemeklerinde şakalaşalım, bacanağın övünmelerine sinir olalım, görümcenin böbürlenmelerine bir laf oturtalım, sonra Allah muhafaza ciddi bir sorun olduğunda hep birlikte üzülelim istiyoruz.

İstediğimiz bu kadarcık.

İnsan gibi yaşayalım istiyoruz.

Eşit ve özgür olmak istiyoruz.

Sıradan olmak istiyoruz.

Kendimize ait dertler, kendimize ait sevinçler, kendimize ait ümitler, kendimize ait endişeler istiyoruz.

Bir Pazar öğleninde bol sarımsaklı minik yaprak sarmalar yiyelim, sonra bir gölgelikte uyuyalım istiyoruz.

İstediğimiz bu kadarcık.

Ve, şu kadarcık isteğimiz gerçekleşmesin diye insanları öldürüyor, suikastlar düzenliyor, kitleleri kışkırtıyor, savaşlar çıkartıyorlar.

Sarımsağı kıvamında yoğurtlu bir yaprak sarmayı bile bize çok görüyorlar.