Sayfalar

HOŞGELDİNİZ, ŞEREF VERDİNİZ...

17 Ocak 2011 Pazartesi

Yaşasın Sultantepespor

Ahmet Turan ALKAN / ZAMAN 17.01.2011

Demokrasi böyle bir şeydir; beğenmediğimiz şeyleri protesto etmek hakkımız var. Başbakan'ın önceki gece Arena stadyumunun açılışında bir hayli seyirci tarafından ıslıklanarak protesto edilmesi, demokratik hoşgörü sınırları içinde değerlendirilmelidir.

"Bu yapılan ayıp" meselenin bir başka yönü. Hâdise tatsız, evsahipliği töresine aykırı, misafirperverliğe ters ama "meşrû".

Rastgele elli bin kişiyi bir yerde toplasanız yarısından çoğu Başbakan'ı destekler, destekliyor ve galiba önümüzdeki seçimlerde yine destekleyecek. O toplulukta Başbakan'ı desteklemeyenlerin de bulunması demokrasinin nimetidir ve son derece tabiidir. Kaldı ki ıslıkçıların, gayrımemnunlar arasında bile azlıkta kaldığı anlaşılıyor fakat aykırıların görüntüsü daima dikkati çeker. Toplulukta pantolonlular değil pantolonsuzlar önce farkedilir. Protestocular bu hadisede aykırılığın meyvesini derlediler, dikkat çektiler, gündem yaptılar da aslında dertleri neydi hâlâ anlayabilmiş değiliz.

Konu ne olursa olsun söze, "Ekmek kaç kuruş biliyor musun bu ülkede?" diye başlayıp dellenmek moda oldu son zamanlarda. Haber altı yorumları, protestocuların şuuraltı grafisini veriyor zaten; kimisi iktidarın dağıttığı kömüre eyvallah demeyenleri alkışlıyor, kimisi demokratik açılıma bozulmuş, kimisi de sarı-kırmızıya gönül veren Mustafa Kemal askerlerinden, benzin fiyatlarından dem vuruyor; hâsılı kafalar karışık.

Ağzımdan yel alsın; bundan sonra stadyumlar da ucuz tarafından politik gösteri yeri haline gelecek galiba.

Protesto demokratik hak, bir demokratik prensip olarak savunuruz ama buradan "Protestocular hep haklıdır" sonucu çıkmaz; neticede saçmalıyorlar. Sanatı savunacağım derken, heykel niyetine her yapılan garâbeti beğenmek zorunda hisseden bir zümre belirdi son zamanlarda. Dün şöyle biraz gezdim internette; iki satır düzgün cümle kuran, üçüncü cümlede ağız dolusu galiz küfürle şuurunu istifrâ ediyor. Kin rûhu epritmiş.

Bir şeyin altını önemle çizelim: Gerek Başbakan, gerek partisi, mucize gösterip gökten "Helvâ ve selvâ" indirse, "nerede bizim soğanımız sarmısağımız" diye homurdanan, aşırı derecede öfkeli ve bu yüzden doğru düşünme melekesini kaybetmiş bir kindar kitlesi mevcut Başbakan'ın. Allah cümleye gecinden versin, Emr-i Hak vâki olsa sevinçlerinden köpeklere ekmek doğratmaya kalkışacaklarından eminim. Hadise sebebiyle şuuraltından web alemine sızan tepki, buna benzer bir patolojiyi işaret ediyor. Gayz! Sebebi doğru dürüst tahlil edilemeyen, anlaşılamayan öldüresiye bir nefret hissi. Danışmanları Başbakan'a anlatıyorlar mı acaba bu intikam histerisini; sayıca az olmaları önemli değil, yaydıkları şuursuz nefret insanı ürkütüyor.

Yakası rozetli candaş medya iyi iş çıkarmış doğrusu; üstelik bilgisayar klavyesi kullanacak kadar "eğitimli" insanlara düşünmeden küfretme alışkanlığı zerketmek bir toplum mühendisliği başarısıdır. Pıravo!

Galatasaray'a gelince... Evvelâ Kazım, ardından Kazım'a kurtarıcı gibi sarılan Hagi, onların ardından her iki Adnan Beyler oralardan uzaklaşmadıkça, bu camiaya bir "Cevat Hoca Beyefendiliği, Hasan Şaş, Hakan Şükür samimiyeti" avdet etmedikçe ben bu takımın taraftarı değilim artık. Sultantepespor'u destekliyorum; renkleri sarı-mavi ama artık o kadarını idare edeceğiz...

Son zamanlarda sportif başarıyı insani değerlerden daha yukarda tuttukları için iyice sıdkım sıyrılmıştı zaten, bu görüntü giderek sevimsizleşti. Soğudum. Bu sezonu "kümede kalabilecek miyiz acaba" heyecanı ile geçirmeye hazırlanıyordum, vazgeçtim, şimdi sadece Fenerbahçe'nin yenilgileri ile futbol heyecanımı taze tutacağım galiba!..

İyi iş çıkardınız ıslıkçı protestocular; kutlarım! Sahi kuzum, neyi protesto ediyordunuz ki o gece?..

10 Ocak 2011 Pazartesi

İzleme birader


Ahmet KEKEÇ / STAR 10.01.2011

Saçma sapan kanallarda yayımlanan saçma sapan dizileri ve tarih muhabbetlerini izlemiyorum... Dolayısıyla, “Muhteşem Yüzyıl” nedir, tarihin arka odasında neler dönmektedir, Murat Bardakçı ne eylemektedir, Fatih Bey kime laf çakmaktadır, bilmem...

Benim dizim “Kurtlar Vadisi”dir; onu da bölümler eskidikçe internetten izliyorum.

En son, Memati’nin çocuğunu öldürmüşlerdi.

Öldü mü sahiden?

Birkaç hafta önce, kanallar arasında dolaşırken, Murat Bardakçı’yla herhalde iyi bir tarihçi olan Fatih Altaylı’nın muhabbetine tanık olmuştum. İlber Ortaylı da var mıydı, tam hatırlamıyorum.

İyi bir tarihçi olan Altaylı, “İdris Küçükömer kurtuluş savaşının olmadığını iddia diyormuş Murat... Ne diyorsun buna?” diye soruyordu.

Daha da iyi bir tarihçi olan Murat Bardakçı da, “Evet, böyle şeyler iddia etmişti... Hatta daha ileri şeyler söylemişti...” diye yanıtlıyordu...

Bardakçı’dan da iyi olan Ortaylı ne söylüyordu, unuttum...

İyi şeyler söylememiştir herhalde...

Küçükömer’e dudak büktüğünü, hepimizi kompleksten geberten ses tonuyla ortadaki infaza katkıda bulunduğunu hatırlıyor gibiyim. Yoksa yanlış mı hatırlıyorum?

Birkaç dakika kalabildim kanalda...

İçim kaldırmadı.

O birkaç dakika içinde Küçükömer’in işini bitirdiler.

Rahmetlinin ne “tarih tezi” kaldı, ne paradigması, ne de iktisadi analizleri...

Bu işler böyle oluyordu demek ki.

Kulakları çınlasın, Özdemir İnce de, “safsata” diyerek devasa tarih tezini bir kalemde çürütüvermişti.

Kemal Tahir zaten safsataydı...

Niyazi Berkes...

Hilmi Ziya Ülken...

Hatta, Sencer Divitçioğlu...

Memleketin içler acısı durumuna bakın ki, Sencer Divitçioğlu diye biri çıkacak, ATÜT çerçevesinde siyasi ve iktisadi analizler yapacak, toplumu daha derinden kavrayabilmemiz için birtakım “kompleks ipuçları” sunacak; sonra hangi bilimsel bilgiyi temellük ettiğini bilmediğimiz sıradan bir gazete yazıcısı çıkıp bütün bu birikimi çöpe atacak...

Bu da “entelektüel faaliyet” sayılacak.

İyi mi?

Eskiden bu işler başka türlü olurdu galiba... Saygın birtakım adamlar, saygın birtakım mecraları kullanarak itirazlarını dile getirir, varsa katkılarını sunarlardı... Eskilerin ifadesiyle, seviyeli bir şekilde “müsademe” ederlerdi. Bu müsademeden “barika-i hakikat” doğarsa doğardı, doğmazsa doğmazdı.

Şimdi her bir şeyi televizyon kanallarında ve gazete köşelerinde hallediyoruz.

Tarihi, sözgelimi, televizyon dizilerinden öğreniyoruz.

Türk toplumunun üretimle ilişkilerini ve “varoluş” serencamını gazete köşelerinden izliyoruz.

Muhteşem Süleyman’ı da, bir dizi sayesinde öğreneceğiz.

Diziye karşı çıkanlar, “Tarihimizi çarpıtıyor... Padişahı yataktan çıkarmıyor... Ecdadımıza haksızlık ediyor” diyorlar.

Ben de, “İzleme kardeşim” diyorum...

Ekranda gördüğün, yönetmenin tasavvurundaki “Süleyman”dır, bildiğimiz gerçeklikle ilişkisi yoktur.

Sanatçı, varolan gerçekliği alıp dönüştürebilir, “kendisi” olmaktan çıkarabilir ve oradan başka bir “gerçeklik” süzebilir...

İşine gelmiyorsa, izlemeyeceksin.

Becerebiliyorsan, daha iyisini yapacaksın.

Ben olsam, ortadaki “iş”in niteliğine bakardım.

Niteliksiz bir dizi “Muhteşem Süleyman”dan bir şey eksiltmez.

Bu cümleden olarak, niteliksiz adamların muhabbeti de Küçükömer’in tarih tezinden bir şey aşındırmaz.

7 Ocak 2011 Cuma

D/Okunsun mu Yusuf sizin de yüreğinize



Senai DEMİRCİ / HABER7.COM 07.01.2011

Öteden beri şaşarım. Alemlerin Rabbi nasıl olur da fani bir kulunun sözünü alıntılar? Çok yerde İbrahim’in [as] sözünü Kendi sözü eyler mesela: “Batan şeyleri sevmem!” Nuh’un [as] sözünü kelamı arasına alır. Yeri gelir Yakub’un[as] ağzından konuşur, yeri gelir Yusuf’ça [as] hitap eder. Hazreti Lokman’ın oğluna babacan konuşmasını seslendirdiği de olur, Yunus’un [as] ateşli yakarışıyla da, Eyyub’un mahzun çığlığıyla da ağız birliği eder. Niye ama?

Bu kutsi tercih, bana öyle geliyor ki, kullarını onurlandırmak adınadır. Hem sözü alınana hem sözden alınmak isteyene şereftir bu… “Sizinle hem yoldaşım hem haldaşım hem solukdaşım!” demeye getiriyor Rabbimiz.

Allah sözlerinin arasında insan sözlerinin olması, O’nun sözlerinin her insanın dudağına değesi sadelikte olduğunu somutça göstermek içindir. İşte bu kadar “yanımızdan konuşur” Allah. İşte bu kadar eğilir seviyemize. Kur’ân’ın bir adı olan “Tenezzül”ün içini doldurur; tenezzül eder biz acizlere. Kur’ân’ın unuttuğumuz anlamı olan “okuma”yı hakkıyla yerine getirir; içimizi okur bizim, içimizi okutur bize. Pekâlâ hakkı olduğu halde tepeden bakmaz sözleriyle bize… Kimse itiraz edemeyeceği halde, tahakküm edasıyla konuşmaz. Nezaketle konuşur. Şefkatin anadiliyle hitap eder. Gönüllü katılımımızı bekler emirlerine. Zorlamaz. Zorlamamızı da zorlanmamızı da çirkin bulur.

İnsanî şaşkınlıkları ve beşeri sürçmeleri sözlerinin katına alan Alemlerin Rabbi, her gün gözümüzün önünde yaptığı bir başka işin benzerini yapıyor aslında.

Yağmur gibi dokunduruyor sözlerini kirpiklerimize. Denizlerinde çalkalanan tuzlu suları göğe kaldırdığı gibi, içimizin çalkantılarını duru sözler olarak katına alıyor. Muhtaç olana, özleyene, hasretle yanana, dudağı kavrulana hep yine ama hep yeni bir yağmur olarak dokunduğu gibi, vahyin göğünden bize taze dokunuşlar indiriyor. Gönlümüze serinlik bahşediyor. Yüreğimize su serpiyor.

Yağmurun yağışı çok eskidir. Ama her yağışı yenidir, her dokunuşu tazedir. Yağmur herkese yağar, her yere iner. Ama her kişiye özeldir, her pencere önüne kendince birikir, her saç teline dokunuşu bi’tanedir.

Kulların ağzından gelen her söz, bir kul olarak hepimizin ağzına gelesidir, değesidir. Sanki o sözler Kur’ân’ın göğünde bulutlar gibi bekleşmektedir ve ihtiyaç olduğunda taze damlalar gibi dokunacaktır yüreğimize. Kur’ân’ın zikrettiği her hal, canlandırdığı her diyalog gün gelip bize değecektir, bizim gerçeğimiz, bizim taze yağmurumuz olacaktır.

Rabb-i Rahimimizin halimizi anladığının işaretidir bu. İnsanlık hallerimizin O’nun tarafından anlaşılır olduğunun zarif fısıltısıdır.

Yüreğimizin tam ortasında akıp duran halleri söze döküyor aslında Rabbimiz. Dilsiz acılarımızı seslendiriyor. Suskun sızılarımız için ağzımıza dil veriyor. Yakıcı pişmanlıklar için kelime tutuşturuyor dudaklarımıza.

İşte bu yüzden, tam da bu yüzden, Kur’ân okuyan kendisiyle tanışır, kendine doğru yürür, kendi yüreğini adımlar, yitik cennetinin altından akan ırmakların çağıltısını duyar.

Örnek mi?

D/okuyalım mı Yusuf 91’ve 92’yi yüreğimize?

Yusuf 91: “Doğruya doğru, Allah seni bize üstün kılmış, biz hataya gömülüp gitmişiz işte…”

Yusuf’un kardeşleri, kuyuya attıkları, unuttukları, unutturdukları Yusuf’u kendilerine iyilik yapar halde bulunca, derin pişmanlıklarını ve yakıcı utançlarını işte bu ayetin anlam yatağına akıttılar kan revan…

Yusuf’un [as] kardeşlerine söylediği ise Allah sözünün arasına katışarak gelir 92. ayetle: "Bugün sizi kınayıp ayıplama yok, Allah sizi affetsin, O merhametlilerin merhametlisidir."

Artık hem Yusuf sözüdür bu, hem Allah sözüdür. Yusuf’ça bir civanmertliğin arkasında durmuştur Rabbimiz. O kadar ki, Yusuf’un sözünü söze etmiştir.

Aslında böylece, kardeşlerinin Yusuf’a yaptıklarını Kendisine yaptığımızı anlayacağımız “o gün” biz mücrimleri bu sözle karşılayabileceğinin müjdesini vermektedir. Biz de kuyuya atmadık mı Rabbimizin hatırını? Biz de unutkanlık zindanlarına sürmedik mi Yaradanımızın kadrini? Biz de nankörlükle karşılık vermedik mi Yusuf’ça güzel iyiliklerine? Biz de Rabbimizin bize verdiği ile, hatta Rabbimiz bize verdi diye Rabbimize kafa tutmaya kalkmadık mı utanmadan?

Yusuf kadar güzeldir işte bu bağışlama cümlesi. Bu güzelliğe muhatap olmak için, “Doğruya doğru, biz hataya gömülüp gitmişiz işte” harbiliği, duruluğu gerekiyor elbet. Yusuf yüzlü olmaya can atanları Yusuf sözlü olmaya da çağırıyor bu cümle: “Sen de bağışla…” Yusuf yüzlülerle muhatap olmanın gereğini hatırlatıyor Yusuf’un kardeşleriyle ağız birliği ettiğimiz o cümle: “Biz hataya gömülüp gitmişiz işte…”

Şu kısa ömrümüzde ya bir Yusuf rolünde oluruz ya kardeşleri rolünde. Ya bir yanlış yapmışızdır Yusuf’ça güzel bir kalbe. Ya da bir yanlış yapılmıştır Yakub’un gözlerden sakındığı gibi sakındığımız Yusuf yüzlü kalbimize? İncitmişizdir; kaçınılmaz. İncinmişizdir; kaçılmaz.

Yanlış yapanlar ve yanlış yapılanlar sahnesi burada. Bu sahnede yeri olmayan kaldı mı? Bu senaryoda rolü olmayan var mı? Hepimiz, her birimiz, korku ve ümit arasındayız işte. Ya Yusuf 91’i söyleyecek olma korkusu ya Yusuf 91’in bize söylenecek olması ümidi.

Benim ömrüm Yusuf 91’i yüreğime değdirecek pişmanlıklarla dolu. Hata yaptım, ayıpsız değilim. Saklıyorum sadece. Yusuf 91’i can kulağımla duyma hasretleriyle dolu. Bana da hata yapıldı. Hangi birini sayayım? Ben yanlış yaptım ve bana yanlış yapıldı.

Kulların hatasız olmadığı şu dünyada, başka seçenek var mı ki? Kulların hatalı olduğu şu kısa ömürde, Yusuf 92’yi duymayı özleyen yok mu benim gibi? Yusuf 91’i kardeşlerinden duyacak olsa, hiç bekletmeden Yusuf 92’yi söylemeye hazırlanmış olanlar yok mu benim gibi?

Bu ayetler orada dururken kimse masum sayamaz kendini. O sözler, idrakimizin göğünde yağmur yüklü bulutlar gibi bekleşirken, kimse o sözlerin dokunmasıyla ıslanmaktan kurtaramaz kendini.

Ömrümüzün özetini çıkarsak, sahiden öz bir geçmiş yazsak, Yusuf 91 ve 92 yeter bize. Farklı sahnelerde, farklı zamanlarda, farklı oyuncularla hep aynı repliği söyleyerek geçirdik bu ömür. Siperimiz Yusuf 91 ve 92. Herkes oraya atmış kendini; çaresiz.

Kalbimizin arayışlarına açık adrestir Yusuf 91-92 arası. Bir o duvara çarpıyoruz başımızı, bir berikine: "Biz hataya gömülüp gitmişiz işte.." diyeniz bir gün, "bugün size kınama yok” diyeceğiz bir başka gün.

Demek ki Yusuf 91'in "nüzul sebebi"yiz her daim. Ya arefesindeyiz Yusuf 91'in ya ertesinde. Ya söyleyeniyiz ya söyleneni. Biz yaşadıkça iniyor ayet. Nefeslendiğimiz her yere siniyor o sözler. Pişmanlıklarımızın ve kırgınlıklarımızın yarıklarına değiyor. Yağmurun açtığı yaralar gibi kırıyor kabuğumuzu. Dilimize değmekten öte bir d/okunuş sunuyor bize. Yüreğimizin sesi oluyor. Kalbimizi tercüme ediyor. Her hatada yeniden titreyen sinir uçlarımızda tazelenen tomurcuklar gibi yeni/den büyüyor o sözler.

Çıkış yok Yusuf 91-92 arasından. İyi ki, yok. Tüm özgürlükler burada. Omzumuzu çökerten yüklerin hepsini bu arada çözüyoruz. Ayağımıza pranga vuran pasların cümlesi bu arada eriyor. Kin ve nefreti bu arada nefeslenerek siliyoruz kalbimizden. Küskünlüğü ve dargınlığı, uzaklıkları ve soğuklukları bu(a)rada tüketiyoruz. Kalbimizin kanatlarına sonsuz bir gök aralıyor bu iki sözün arası.

Doğru ya doğru, ya özür dilenecek biriyiz ya da özür dileyecek biriyiz. Hem özür dilenecek biriyiz hem özür dileyecek biri. Hem aldandık hem aldattık. Hem hıyanet ettik biz, hem hıyanet edildi bize. Çırpınışlarımızın hepsi Yusuf 91’in avuçlarında sakinleşecek ve Yusuf 92’nin kucağında yeni baştan teselli bulacak.

İşte şimdi kendimi Yusuf 91’in dizi dibine mahzun ve mahcup bırakıyorum. Kendilerine mahcup olacağım sözler söylediklerim, haklarına girdiğim kardeşlerim benim: "Doğruya doğru; Allah sizi bana üstün kılmış, ben ise hataya batıp gitmişim."

Hiç kimseden bu sözü duymayı hak etmeden yaşamaya razıyım. En kötüsü Senai olan bir toplum, en iyisi Senai olan toplumdan hiç şüphesiz daha güzeldir. Hep sözü benden duymayı hak eden kardeşlerim olsun etrafımda; daha çok sevinirim.

Ben Yusuf 91’in dizi dibindeyim. Dileyen herkes gelsin yanıma. Ömrümün geri kalanını bu köşede beklemeye değer görüyorum. Başka ne işe yarar ki bu ömür? Koskoca bir ömrün hızla tükenişini, vaktin elimden hüzünle kayıp gidişlerini, hayatımın hüsranla eksilmesini hangi kârla telafi edebilirim ki?

Edebilirim, ümitliyim.

Harika bir ümidim var benim. Seve seve paylaşmak isterim.

Üstelik Yusuf’un kardeşlerinden daha da fazlasıyla ümitlenmeyi hak ediyorum. Yusuf yüzlü Peygamber’e [asm] Yusuf’un kardeşlerinin Yusuf’a yaptığının daha kötüsünü yapmamış olduğumu sanıyorum. Sonunda, en sonunda şu sözü duyarım diye umuyorum. Bu sözü en son hak eden olmayı bile kurtuluş biliyorum: “Bugün seni kınayıp ayıplamak yok, Allah seni affetti, çünkü merhametlilerin en merhametlisidir O.”

Sahi, Yusuf sözlü Peygamber’den [asm] Yusuf tebessümlü bir söz olarak duyulmuş değil miydi bu söz? İlk söyleyeni alemlere Rahmet Peygamberim [asm] ise, son söyleyeni niye olmasın? Son söylediği, en son söylediği ben niye olmayayım?

6 Ocak 2011 Perşembe

Yargının ana sorunu bağımsızlık değil iş yüküdür...


Mehmet BARLAS / SABAH 06.01.2011

Hukukun çok temel bir özelliğini sık sık unutuyoruz.
Hukuk mantık değildir.
Hukuk kuralların dünyasıdır.
Yasalar mantığın gereği olarak yapılmaz, toplumsal gereksinmelere cevap vermek için yapılır.
Bütün mesele yasalar önünde herkesin eşit konumda olmasıdır.
Yasaları yapanların ve devletin de bu yasalar karşısında eşit konumda olmaları durumunda, hukukun üstünlüğünden söz edebiliriz.
Bir diğer önemli mesele de bu yasaların aynı fiillere farklı zamanlarda da uygulanabilir olmalarıdır.
Biz Türkiye'de bu temel ilkelerin dışındaki durumlara sık sık tanık olduğumuz için, hukuku tartışırken de kavram kargaşalarına düşeriz.
Yasaları genel hükümleri ile değil, bizim mantığımıza aykırı gelen yanları ile eleştiririz.

Kavram kargaşaları
20'nci yüzyılın son yarısında Yassıada Duruşmaları'nı izlemiş bir toplumun fertleriyiz.
Neticede 1960'ların başında darbe ile devleti ele geçirmeye çalışan Talat Aydemir'in ilk girişiminde affedildiği zaman da, ikinci girişiminde idam edildiği zaman da aynı yasalar vardı.
"Yazılı yasalar" ile "Yazılı olmayan yasalar" arasında kalmış bir toplumda hukuka bakış açısının sağlıklı olması tabii ki mümkün değildir.
Bilinçaltımıza yerleşmiş bu tür bilgilerle, bugünün benzer durumları için de kendi mantığımıza uygun gelen eleştirileri seslendiririz.
Veya cezaevlerindeki bütün tutukluları etkileyecek yeni bir yasa maddesini, sadece "Silivri" tutukluları açısından ele alırız.
Oysa hüküm giymeden cezaevlerinde 3 yılı aşkın süredir bulunan 57 bin sanık vardır.

Silivri öncesinde de
Silivri öncesinde de tutukluluğun hüküm yerine geçtiği acı gerçeğini görmezden geliriz.
Tabii ki "Kuvvetler Ayrılığı" ve "Yargı bağımsızlığı" çok temel ve doğru ilkelerdir.
Ama yargının sağlıklı işlememesi halinde yargı bağımsızlığı ayıpların görmezden gelinmesinden ve hukuka ilişkin sloganlar atılmasından başka ne işe yarar ki?
Dün NTV'de Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in son tahliyeler üzerine yaptığı açıklamadan bir bölümü hatırlayalım.
- Bir davanın ağır ceza mahkemesinde ortalama bin 622 günde bitirildiğini, bu davanın ilk derece mahkemesindeki yargılama ve savcılık soruşturmasının 580 günde bitirildiğini, aynı dosyanın da 1042 gün yüksek yargıda beklediğini anlatan Adalet Bakanı Ergin, bir dava dosyasının ortalama 473 gün Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nda beklediğini, dosyanın ilgili ceza dairesinde de 399 gün kaldığını vurguladı.

Ağır iş yükü
Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker Adalet Bakanı'nın bu açıklamasına verdiği cevapta Yargıtay'da bir yılda 800 bine yakın karar çıktığını, dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey olmadığını vurgularken şöyle konuştu: "- Adalet Bakanı herhalde Yargıtay'ın ne şekilde, nasıl özveriyle çalıştığını, gece gündüz, bayram, tatil demeden nasıl çalıştığını bilmiyor. Yargıtay'da zaten tutuklu dosyalarına öncelik veriliyor, bu dosyalar öncelikle görüşülüyor.
Ama dosya sayısı o kadar fazla ki, öncelik de verilse zaten bunların incelenmesi ayları, yılları buluyor.
Mesele öncelik verilip verilmemesinden kaynaklanmıyor, mesele davaların bir an önce sona ermesini sağlamak.
Makul bir sürede, çok kısa bir sürede güvenli bir şekilde davaların sona ermesini sağlamak. Bu iş yükü sorunu halledilmedikten sonra bunun önüne geçmeniz mümkün değil."
Bütün bu açıklamaların sonunda şu andaki yargıya ilişkin öncelikli sorunun bağımsızlık değil "İş yükü" olduğunu herhalde söyleyebiliriz.
Hukuk, adalet ve yargı gibi konular üzerinde çeşitlemeler yapmak kolaydır.
Bereket bizim için en üst "Kanun Yolu" olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, çeşitlemelere değil hukukun gereklerine uyulup uyulmadığına bakıyor.

Erdoğan bu alçaklığa da sesini yükseltsin!



Salih TUNA / YENİ ŞAFAK 05.01.2011

Her Müslüman haksız yere yurtlarından sürülen mazlumların hukukunu canı pahasına savunmakla birlikte, Allah'ın isminin bolca zikredildiği havra ve kiliselerin güvenliğinden de sorumludur.

Kur'an-ı azimü'ş-şan'ın apaçık hükümleri arasındadır bu.

Hazreti Ömer Kudüs'ün fethinin ardından Hıristiyanların kutsal mabetlerinden Kıyamet Kilisesi'ni ziyaret ettiği sırada namaz vakti girer.

Namaz kılacak yer ararken, Patrik Sophronius'un burada namaz kılabilirsiniz önerisini "Ömer burada namaz kıldı diyerek mescit inşa etmek isteyen Müslümanlar çıkabilir..." endişesiyle kabul etmez.

Bir Müslüman olarak kiliselerin muhafazasından da sorumlu olduğunu bilir çünkü.

Peki...

Bu örnek, 2011'in ilk saatlerinde, Mısır'ın İskenderiye'sinde bir kilisenin önüne koyulan bombanın patlaması sonucu hayatını kaybedenleri geri getirebilir mi?

Müslümanların alnına sürülmeye çalışılan bu utancı silip süpürmeye yeter mi?

Mahut terör saldırısı yüzünden İslamofobi ateşinin daha bir harlanmasına engel olabilir mi?

Ah keşke engel olabilseydi; tarihten istenmediği kadar misal getirebilirdik.

Mesela, Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethederken ordusunda pek çok Hıristiyan asker vardı diyebilirdik.

Hatta muhabbetin incesine iner; Osmanlı'nın Balkanlardaki aristokrasiye tımar verdiğini bile söylerdik. Bunu da dünya çapındaki tarihçimiz Halil İnalcık'ın Arvanid defterlerine dayanarak dile getirdiğini hatırlatırdık.

Lakin neye yarar? "Olaylar" günümüzde geçiyor.

Haçlı seferlerinden veya Endülüs'ten girip günümüzde işgal edilen topraklardaki katliamlardan çıkmak, hulasa, "Ama siz de bunları yaptınız!.." demeye getirmek işe yaramaz.

Çünkü hiçbir "utanç" bir başka "utancın" mazereti olamaz.

İsrail, Mısır ve Sudan arasındaki jeopolitik hesaplaşmadan, Mısır'ın Kıptı ve Sünni şeklinde bölünmesini hayal edenlerden veya Siyonistlerin entrikalarından bahsetmek faydasız.

Kıptilerin tarih boyunca Müslümanlara yaptığı fenalıklardan söz etmenin sırası değil şimdi.

Mısır'daki Filistinlilere göz açtırmayan, "İsrail terör devleti"nin toplama kampı haline getirdiği Gazze'ye Refah Kapısı'ndan ilaç niyetine kuş uçurmayan "Hüsnü Mübarek rejimi" bu saldırıya nasıl engel olamadı diye sormak da yaramıza merhem olmaz.

Kiliseye yapılan bu hunhar saldırı "İslamofobi" ateşinin altına tonlarca odun sürmüştür.

Sonuç maalesef budur.

İslam ümmetinin ferdi olmak bu alçak saldırıya tepki koymak sorumluluğunu gerektirir.

Bu saldırı aynı zamanda İslam'ın mesajına; "Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker" ilkesine saldırıdır.

Bu saldırı karikatür marifetiyle peygamberimize saygısızlık yapan alçakların saldırısından bin kat daha fazla İslam'a zarar vermiştir.

Uzun lafın kısası: Kiliseye yapılan bu saldırı, yeryüzündeki bütün camilere yapılmış gibidir.

Bu saldırıya karşı İslam Konferansı Teşkilatı Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu'nun tepkisi yetmez.

Sayın Başbakanımız nasıl ki tekerlekli sandalyedeki Ahmet Yasin'i şehit eden Siyonist canilere tüm dünyevî maslahatların hilafına haykırmıştır...

Nasıl ki "Mavi Marmara" katliamı ardından, "İsrail terör devleti"nin şeflerine, "Siz ne kadar Filistinlilerin karşısındaysanız, biz de o kadar Filistinlilerin arkasındayız..." demiştir...

İskenderiye'deki kiliseye yapılan bu terör saldırısına da aynı şekilde sesini yükseltmelidir.

Sayın Başbakanımızın bu saldırıya ne kadar karşı olduğunu biliyoruz.

Bizim bildiğimizi bütün dünyanın da bilmesini istiyoruz.

Zira...

"İslamofobi" yangınına karşı en etkili mücadele şekli tarihten değil, "günümüzden örnek" vermektir.

Kiliseye karşı yapılan mahut saldırıyı camilere yapılan saldırı mesabesinde değerlendirip yüksek sesle kınamak, Türkiye'nin tarih sahnesine çıktığının da resmi olacaktır.

4 Ocak 2011 Salı

Makine dayanır mı?


Tamer KORKMAZ / YENİ ŞAFAK 04.01.2011

Saadet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, evinde geçirdiği rahatsızlık sonrası hastaneye kaldırılmış, gerekli tıbbi müdahale yapılmış...

Çok şükür, SP liderinin endişe verici bir sağlık problemi bulunmuyor.

Kendisine acil şifalar diliyorum.

*

Erbakan'a nazar değmiş olmalı...

Seksen üç yaşında aktif siyasete dönerek genel başkanlık koltuğuna oturan Necmettin Erbakan...

Son haftalarda eski günlerini hatırlatırcasına ekranlarda dolaşmaya başlamış, hatta önceki gün "Zekamı ölçmeye makine dayanmaz!" diyerek Radikal'e kapak bile olmuştu.

Oradaki röportajda, en çok Erbakan'ın Muhsin Batur'la ilgili anlattıkları güldürdü, beni...

12 Mart Muhtırası'nın önde gelen isimlerinden biri olan Orgeneral Muhsin Batur'a "Üç seans ders vermiş" Erbakan; sonunda "acayip etkilenen" Batur "Dünyamı değiştirdiniz" demiş!..

Erbakan'ı İsviçre'den getirten orgeneraldi, Batur Paşa!

Şu "tesadüf"e bakınız ki...

1973 genel seçimlerinde sağ oylar parçalanmış, Türkiye 70'li yıllarda sürekli koalisyon hükümetleri ile yönetilmiş, siyasal istikrarsızlığın cenderesine düşmüştü.

*

Erbakan, geçen Ekim'deki kongrede "özel asansörle" SP Genel Başkanlık koltuğuna otururken, gayet tabii İsviçre'den falan gelmiyordu.

Kürsü hizasına kadar asansörle yükseltilen Erbakan...

Numan Bey'den "Kurtulmuş" olmanın mutluluğuyla partilileri selamlıyordu!

Bu siyasi atraksiyon, yıllar önce Gırgır mizah dergisi sayfalarında doğan çizgi kahraman Zihni Sinir'in akla ziyan "proce"lerine bile taş çıkartacak kadar zekice idi!

Deniz Baykal'ın on iki yıl önceki bir kurultayda Ricky Martin şarkısıyla bir Süpermen edasında sahneye inmesi hala konuşulur.

Seksen üç yaşındaki Erbakan'ın asansörle kongredeki kürsüye yükseltilmesi atraksiyonu, sağlık şartlarından doğan mecburiyet nedeniyle yapılmış olsa da; Baykal'ın yakın siyasi tarihimizde çok tartışılmış o meşhur "gösterisi"nin pabucunu dama atmayı başarmıştır!

*

Erbakan'ın bu yaşında partisinin başına geçerek genel seçimler öncesinde AKP'ye karşı bayrak açması, Demirel'in yakın çevresindeki "Yeminli Babacı"ları da heyecanlandırdı!

Öyle ki...

Güniz Sokak yakınlarından "Süleyman Bey, seksen altı yaşına rağmen Erbakan'dan daha dinç, o da artık daha fazla gecikmeden sahneye çıkmalı" nidaları yükseliyor!

Kara mizahın kanununu yeniden yazmaya çabalayan, siyasi hayallerden fal tutan bu "anakronik" lakırdılar, gayet tabii mizah dergilerini zor durumda bırakabilecek bir istidat sergiliyor.

*

Bu arada, daha başka hayallerin gerçekleşmesini bekleyenler, siyasi mühendislik gayretiyle koşturanlar var.

Belli ki, bazıları "Erbakan'lı SP, genel seçimde AKP'den ne kadar oy koparabilirse o kadar iyidir" hesabında...

Dahası, AKP'ye karşı sağda birkaç partiden müteşekkil bir siyasi blok oluşturma arzusunda olanları biliyoruz.

Erbakan'ın "asansörle" SP'nin genel başkanlık koltuğuna oturmasından sadece birkaç gün sonra, Sözcü gazetesinde...

"Cindoruk ve Erbakan'ın, Abdüllatif Şener ve Sadettin Tantan gibi isimleri de yanlarına alıp AKP'ye rakip olmaya hazırlandıkları" iddia ediliyordu, mesela...

Silivri'dekilere muntazaman selam yollayan, Ergenekon davasına karşı çıkan Hüsamettin Cindoruk ile bir araya gelir mi, Erbakan?

28 Şubat sürecinde Refahyol devrilirken, o dönemde Hüsamettin Cindoruk'un yardımcı siyasi rollerden birini üstlenmiş olduğunu unutmuş mudur, "hafızası hala güçlü" Erbakan?

SP lideri, geçen haftaki bir ekran söyleşisinde, söz konusu ittifakla ilgili bir soruya cevap verirken "Gereken ne ise o yapılır" diyerek, Cindoruk'un da dahil olduğu bir ittifak arayışına itiraz etmedi!

*

Tam bu noktada, iki adet sorum olacak:

1. Referandum öncesinde, Şevket Kazan o sırada SP lideri olan Numan Kurtulmuş'a, Saadet Partisi'nin genel seçimde Cindoruk, Şener ve Tantan'ın partileriyle ittifak yapmasını teklif etmiş midir?

2. Kurtulmuş'un, Kazan'a cevaben "28 Şubat artıklarıyla politika yapmam. Şayet böyle bir ittifak gerçekleşirse kamuoyuna açıklarım, Erbakan Hoca'ya bunu iletiniz" dediği doğru mudur?

*

Hatırlarsanız, aylar önce Şevket Kazan ve Önder Sav'ın baş başa görüştükleri ve bu enteresan diyalogun sadece bir görüşmeden ibaret olmadığı basına yansımıştı.

Şevket Kazan-Oğuzhan Asiltürk ikilisiyle Önder Sav-Şahin Mengü ikilisi, geçen Eylül'de (referandumdan sonraki cumartesi akşamı) "hususi" bir yemekte buluşmuşlar...

O görüşmeden birkaç gün sonra, "tesadüf" bu ya, Saadet Partisi yönetimi, mahkeme kararıyla kayyuma devredilmişti.

Bu süreçte gitmişti, Numan Kurtulmuş...

3 Ocak 2011 Pazartesi

Yeni şeyler...



M.Nedim HAZAR / ZAMAN 03.01.2011

Âdettendir... Eski yıldan akılda kalanları yazamadık, yeni yıl ile ilgili bir şey yazmak lazım.

Hemen paniklemeyin, ekranda ve gazete sayfalarındaki falcı/kâhinlerin işlerini ellerinden alacak değilim. Ciddiye alındıklarını da zannetmiyorum ama sadece bizde değil, dünyanın her yerinde var bu tür şeyler.

Yeni bir yıl kapıya dayandı mı ortaya çıkar profesyonel gelecek bildiricileri... 'Gaybı ancak' kimin bildiğini bilenler için zaten beş kuruşluk kıymet-i harbiyeleri yoktur lakin, burunlarının ucunu bile göremeyenlerin her yıl aynı samimiyetle geleceğe dair kehanet sallamaları ancak insanı tebessüm ettiriyor.

Hazreti Mevlânâ diyeceğini demiş zaten; 'Dün gitti cancağızım' diye. Yeni şeyleri söylemek ayrı, olmayandan bahsetmek ayrı şey olsa gerek.

Hasılı cancağızlarım, gelin yeni şeylerden bahsedelim biraz.

Şüphesiz her yeni olan şey heyecan verir. Yeni; 'umut' demektir çoğu zaman. Ancak umut, ataletin düşmanıdır da. Dolayısıyla biz aynı 'eski' olmaya devam ederken, yeni bir şey beklemek ancak safdillik olabilir.

Biz 'eski biz' olduktan sonra değil 2011, 2211 gelse bile çok şey değişmez.

Üstelik eskinin her şeyi de kötü değildir, hatırlatayım. Hele, 'eskimez' olan asla kötü olamaz!

Basitinden başlarsak; biz kırmızıda geçtikçe, bu sene de trafik kazaları yine can yakacaktır emin olun. Hız yapmaya devam ettikçe artacaktır hatta trajediye toslamalarımız!

Değişimi sadece gözlük markasında yapar, eski bakış açılarımızı bir kenara itmeyi beceremesek, pek bir şey değişmeyecektir olan bitende.

Kendi halkını 'düşman' olarak gören devlet anlayışı, devleti 'yolunacak kaz' olarak gören vatandaş anlayışı aynı kaldıkça hayır beklemesin kimse yeni yıldan.

İnsanını 'böcek' gibi görüp, her fırsatta onu ezmeye çalışan paradigma da, "insanımı savunuyorum" derken, insani kriterleri değil, siyasi kriterleri bir 'hak alma mücadelesi' kılığına sokmaya çalışan zihniyet de yıllardır sımsıkı tuttuğu yumruğunu gevşetmezse, bu sene de işimiz zor!

Sonra siyaset misal... Taban da, tavan da değişmedikçe manzara değişmeyecektir. Üç aşağı beş yukarı tablo aynı olacaktır. AK Parti aynı parti olarak kaldıkça bundan bir milim ileri gidemeyecektir, CHP köhnemiş zihniyetini bırakmamakta ısrar ederse 2010'u bile arayacaktır.

Spor manzaramız da değişmeyecektir, sağlık manzaramız da... Aynı zihniyet devam ederse adaletten de hayır beklemek hayalcilik olacaktır, ekonomiden de...

Biliyorum zor geliyor. Ama dikkat buyurun, ne olmayacağımıza dair fikir yürütüyorum sadece. 'Nasıl olacak o iş?' sorusunun muhatabı ben değilim.

En fazla; yolda seyir halinde iken tam arkama kadar gelen ambulansa kerhen yol verdikten sonra, tekrar arkasına takılmak için bin bir takla atmayabilirim belki. Bu kadar...

Işık henüz sarı iken, öndeki aracı korna sesiyle taciz de etmeyebilirim belki! Karşı şeritte olan kazayı seyretmek için, kendi şeridimi dakikalarca tıkamamak şeklinde de olabilir katkım...

Kurbana karşı çıkıp, hindi kızartmış olsam da, hindiyi küfür sayıp kurbanı trafik lambasına asarak derisini yüzmüş olsam da, ben değişmedikten sonra hiçbir şey değişmeyecektir emin olun...

2011. Yeni bir yıl... Yakışıklı bir yıl... Hiç kullanılmamış, yıpranmamış bir sene...

Ve umut dolu...

Tembel tembel oturup, parmağımızı dahi kımıldatmadan hiçbir umut vaat etmez yeni sene...

Biz kendi içimizden değişmedikçe, değiştirilmeyiz... Emin olun...

Bir şey biliyoruz da söylüyoruz yani...

2 Ocak 2011 Pazar

Bizim Alcatraz


Yılmaz ÖZDİL / HÜRRİYET 02.01.2011

Ulucanlar müze oldu.

Deniz orada yatmıştı.

Yusuf, Hüseyin...
Orada asıldılar.
Mustafa Pehlivanoğlu, Necdet Adalı, Bülent Ecevit, Muhsin Yazıcıoğlu orada yattılar. Sağdan soldan, Nâzım Hikmet, Necip Fazıl Kısakürek, Fakir Baykurt, Kemal Tahir, Halikarnas Balıkçısı.
*
Darağacı var, orijinal.
19 can... Yağlı urgan.
*
Tecrit hücresi var.
Nasılmış acaba diye hissetmek istersen, kelepçelenip içeri tıkılıyorsun, drann diye örtüyorlar demir kapıyı, bir saat kalıyorsun... Anlıyorsun saat denilen kavramın seneden uzun olduğunu.
*
Ki, o tecrit hücresinden çıkınca... “Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar, ve ben, ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak, bu kadar mavi, bu kadar geniş olduğuna şaşarak, kımıldamadan durdum, sonra saygıyla toprağa oturdum, dayadım sırtımı duvara, bu anda ne düşmek dalgalara, ne baş aşağı, ne baş yukarı, bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım... Toprak, güneş ve ben, bahtiyarım” demiş Nâzım... Anlamaya çalışıyorsun.
*
Kulaklık var.
Takıyorsun...
Beynine saplanmış tornavidayı kanırtırcasına, işkence dinliyorsun.
*
Kişisel eşyalar var.
Muhsin Yazıcıoğlu’nun seccadesi, Bülent Ecevit’in kasketi, Hüseyin İnan’ın idamdan sonra jiletle kesilip çıkarılan fanilası, Deniz Gezmiş’in cigarası.
*
Son mektuplar, ranzada.
Karalamalar duvarlarda.
*
“Bir gün gelecek hiç bitmeyecek, bir gün gelecek sana kavuşacağım... Ağlamayı bil, gülmeyi unutma, cezaevini sev demiyorum ama, bu kötü yataklarını asla unutma... Zincir soğuk, zindan yaş, belki biraz üşürüz, hele başım zindandan çıksın, görüşürüz” diyen satırlar.
*
Ve, bi şey daha var...
4’üncü koğuşun duvarında.
*
Poster.
*
“Nedir o poster”e geleceğiz elbette ama, 4’üncü koğuş deyip geçmemek lazım... Utanç Müzesi’nin simgesi,
4’üncü koğuş... Aslında 80 kişi kapasiteli ama, 200 kişiyi tıkmışlar oraya hep, alt alta üst üste, ranzaları bitiştirip, ayaklı-başlı yatmak zorunda kalmışlar, hatta zaman zaman yer kalmadığı için, mecburen nöbetleşe uyumuşlar.
*
Sık sık yer değiştirmeler yapılmış, genellikle sol görüşlüleri tıkmışlar 4’üncü koğuşa... Deniz onlardan biri... Başarısız firar için kazılan tünellerden biri de, 4’üncü koğuşta... Ve, ölüm orucuna yattıkları için tutukluların diri diri yakıldığı, vurulduğu, öldürüldüğü sözde “hayata dönüş” operasyonunun başladığı koğuş o... İlk kurşunu oraya sıktılar.
*
İşte o koğuşun... İdeolojilerden, yasadışı örgütlerden ibaret sanılan o 4’üncü koğuşun duvarında bi poster var.
*
Fenerbahçe posteri!
*
1988-1989 sezonunda şampiyon olan Fenerbahçe’nin posteri... Schumacher, Oğuz Çetin, Şenol, Hasan Vezir, Turhan Sofuoğlu, Nezihi Tosuncuk, Müjdat Yetkiner, Hakan Tecimer, İsmail Kartal, Aykut Kocaman, Rıdvan Dilmen.
*
Kime ait, kim yapıştırmış o posteri oraya, bilinmiyor. Cezaevi boşaltıldıktan sonra yapılan temizlik sırasında 4’üncü koğuşun duvarında bulunmuş...
Ve, müzeye dahil edilmiş.
*
Belli ki, müebbete mahkûm Alcatraz Kuşçusu’nu hayata bağlayan kanarya gibi... Kanarya posteriyle hayata tutunmuş 4’üncü koğuştan biri.
*
Ve “memlekete zararlı” diye zulmedilen insanların “milli” futbolcularla gurur duyduğunu... Tecrit atmosferinde işkence sırası beklerken, sıradan bizler gibi “Derbi nasıl biter?” diye sohbet ettiklerini, Galatasaraylı, Beşiktaşlı diye birbirlerine takıldıklarını düşünüyorum...
*
Yüreğime kıymık batıyor.
*
Bana sorarsanız, oradaki “insan”a dair en önemli kişisel eşya, o...
Çünkü, mevzu ne olursa olsun, taraftarı ol-olma, tüm fikirlerin, sıradan insan evlatlarına ait olduğunu hatırlatıyor.