Sayfalar

HOŞGELDİNİZ, ŞEREF VERDİNİZ...

28 Şubat 2011 Pazartesi

Diriye yanarım, ölüye yanmam!


M.Nedim HAZAR / ZAMAN 28.02.2011

Bu kadar mı köreldi gözlerimiz?

Kalplerimiz bu kadar mı taşlaştı? Ya vicdanlarımız? Kaynayan kazandaki kurbağa gibi, ölüyoruz da farkında mı değiliz? Dünyevi hışırlıklar gözümüzü bu kadar mı bürüdü?

Merhum Necip Fazıl;

?"Kakılır bir yerde, kalır oyuncak, Kurgular biter. / Ölüm... O geldi mi ne var korkacak? Korkular biter." diyor.

Ama anlıyorum ki, bitmiyor ölüm geldiğinde bile gündelik siyasi çekişmelerimiz. Üç kuruşluk siyasi görüşlerimiz o kadar kuşatmış ki ruhlarımızı, daha ölüm meleği ruhu yerine teslim etmeden kusuyoruz kinlerimizi, nefretlerimizi...

Şu satırları -ne yazık ki- yazmak zorundayım: Merhum Erbakan hayatta iken, özellikle 28 Şubat döneminde en çok eleştirenlerin başındakilerden biri de bendim.

Ancak ölüm... Bütün kurguları, dünya denen bu devasa ama beş para etmez oyuncağı elde bırakan ölüm... Ki bu dediğim fenalığı yapanların çoğu -yine ne yazık ki- inançlı kesimden.

Kavramların kaypak, erdem ile sefaletin tepetaklak olduğu günlerden geçiyoruz. Her insan bir münker olmuş, yanında nekiriyle tuttuğunun yakasına yapışıp sorguluyor. Hepimiz yapıyoruz bunu. Yapıyoruz yapmasına da, ölene, yani gidene yapılması şahsen yaralıyor beni. Sorgulanacak durumda olan bizlerin sorguya kalkışmasına hayretler ediyorum.

Hazreti Ömer efendimize atfedilen bir söz vardır. Der ki: "Hesaba çekilmeden önce, kendinizi hesaba çekiniz!" Ne yazıktır ki, biz bunu şimdilerde, 'kendimizi hesaba çekmeden önce, başkasını hesaba çekelim'e dönüştürmüş durumdayız.

Biliyorum birçok kişi, bu bakış açısından rahatsızdır. Erbakan'ın rahmetli oluşundan çok değil, birkaç dakika sonra, 'Ya hiç ölmeyeceğini mi sandı? Yanlış siyasetinle binlerce müminin ahıyla gitti!' türü mesajlar aldım.

Açıkçası kahroldum...

Yalama ruhluları, üç kuruşluk dünyayı kendine tek gaye edinenleri 'es' geçiyorum. Onlara diyecek tek cümlem yok...

Lakin imanına, idrakine, vicdanına güvendiğim bazı dostlarımdan da aynı yaklaşımı görmek, ruhumu bir cam parçası gibi tuzla buz etti...

Bizim siyasi ve dünya görüşümüze göre yanlış, hatta zarar veren şeyler yapmış olabilir. Ve hatta siyaseten çok büyük, fahiş hatalar yapabilir. Ama bunların hiçbiri samimi bir Müslüman olduğu gerçeğini zerre kadar değiştirmez.

Ve bizler olumlu olanı görmeye memuruz...

Buhari; 'Ölülerinizi kötülemeyin, onlar amelleriyle baş başa kalmıştır' der. Tirmizi'de ise, 'Ölülerinizin iyiliklerini söyleyin ya da susun' cümlesini okuduğumu hatırlıyorum.

İnancımız, öleni rahmetle yâd etmeyi salık verir. Kusurları, kabahatleri ne olursa olsun eleştirinin, laf çakmanın zamanı bu zaman değildir. Öyle bir yere gitti ki, değil sizin, benim; eşinden, oğlundan bile daha çok ve yakından tanıyan 'Bir'inin yanına... Hesaba çekilmek için sırasını bekleyenlerin, bir ölüyü hesaba çekmesi kadar haddi aşmak yoktur, diye düşünüyorum. Hele ki, daha naaşının sıcaklığı gitmeden. Şimdi rahmet ile bir Fatiha okumanın zamanıdır.

Ne eksik, ne fazla; budur!

Umudum odur ki, Rabb'im merhum Erbakan'a Rahim ismiyle muamelede bulunur. Mekânı cennet olsun!

27 Şubat 2011 Pazar

Cumhuriyeti bizim kurduğumuzu bidon kafalılar niye anlamıyor!



Aziz ÜSTEL / STAR 27.02.2011

Seçimlere şunun şurasında üç ay kaldı ama Recep Tayyip Erdoğan’ı zorlayacak kimse görünmüyor ufukta. Onunla siyasi alanda güreşe soyunamayacakların ortak paydası, hatta tutkusu Erdoğan olmasın da kim olursa olsun üzerine kurulu.
Adnan Faruk’un çok güzel belirttiği gibi, Erdoğan’sız Türkiye tutkusuyla yanıp tutuşanlar kendi içlerinde ikiye ayrılıyor. Bunlardan ilki, Erdoğan’ı ne yapıp edip, siyaset sahnesinden silmek istiyor. Diğeriyse, gücünü yitirmiş, kolu kanadı kırık, müdahaleye sesini çıkaramayacak duruma gelmiş bir Erdoğan düşlüyor.

Aslında, seçim dışı yollarla Tayyip Erdoğan’ı tasfiye etmek için harcadıkları çabayı, siyaset ve sandıkta onu alt etmek için harcasalar, belki oylarını biraz olsun arttırabilirler.

Ama o kafa, o seçkinci, o elitist, o diktacı, o darbeci, o faşist kafa seçim sandığından nefret ediyor! Dahası halkı hiçe sayıyor, adam yerine koymuyor.

“Halk dediğin koyun sürüsü...

Nasıl güvenirsin ki?” mantığından vazgeçilmediği sürece, hep karanlıkta el yordamıyla ilerleyecek, ne doğru dürüst bir seçim stratejisi oluşturabilecek, ne de her zaman en doğru kararı veren milletin özlemlerine yönelik bir tek kelime edebilecek.

“Bu cumhuriyeti biz kurduk! Bu bidon kafalılar hala anlamıyor birader! Zaten bunların çoğu aptal!” diye mırıldanacaklar Türkiye’nin sokaklarında dolanırken şaşkın şaşkın, her hezimetin ardından yaptıkları gibi. Sinirlenince de suçu kendilerinde aramayacak, aptallarda (?) arayacak! Şimdi bunlar mı aydın, ‘bidon kafalılar’ mı? Siz söyleyin.

26 Şubat 2011 Cumartesi

Libya'dan Dersim'e "Kendi Halkını Bombalamak"



Mustafa AKYOL / haber365.com / 26.02.2011

Daha geçen haftaya kadar adını pek anmadığımız bir ülke olan Libya, şu günlerde manşetlerden düşmüyor. Sebep de malum: Kaddafi rejimine karşı başlayan ayaklanma, ve bu "albay"dan bozma diktatörün verdiği acımasız karşılılık. Kaddafi'nin, çoğu farklı kabilere mensup isyancılar üzerine "ateş açılması" emri verdiğini duyuyor ve bunu tepkiyle karşılıyoruz. "Kendi halkını bombalama" emri alan, ama buna uymayıp Malta'ya iltica eden Libyalı pilotları da alkışlıyoruz. Aynı emri dinleyen, yani "kendi halkını bombalayan" pilotlarsa, pek de onurlu bir iş yapmamış oluyorlar gözümüzde.

Oysa hem Kaddafi'ye hem de onun yandaşlarına sorsanız, eminim daha "şık" açıklamalar getirirler aynı olaya. "Devlet otoritesini sağlamak" gerektiğini, buna başkaldıran "çapulcular"ın cezasız kalamayacağını anlatırlar muhtemelen size. Eğer biraz "modernist" literatür parçalamışlarsa, belki isyancıların "aşiret" yapısına atıfta bulunur ve "feodalitenin tasfiyesi ihtiyacı"na dair hikayeler bile yazabilirler.

Böyle bir tahminde bulunabiliyorum, çünkü "kendi halkını bombalama" işine girişmiş bir başka rejimin tam da böyle argümanlarla kendini savunduğunun -- ve epey bir insanın gözünde de haklı çıktığının -- farkındayım.

Bu rejim, herhalde tahmin etmişsinizdir, bizim "Kemalist rejim." Hepimiz bu rejimin "kazanımlarını" öğrenerek büyüyoruz, ancak "kaybedimleri"nden ve "karanlık yüzü"nden pek az haberdar ediliyoruz.

Bu karanlık yüzün en trajik unsuru ise, 1937 yılında Dersim'e düzenlenen korkunç harekat.

En az 10 bin (bazı rakamlara göre çok daha fazla) sivilin "güvenlik güçleri"nce öldürüldüğü bu harekat, tam bir "kendi halkını bombalama" örneği. Aralarında "ilk Türk kadın savaş pilotu" diye övüp durduğumuz, ama "savaş pilotu" olarak nereye saldırdığından hiç bahsetmediğimiz Sabiha Gökçen'in de bulunduğu pilotlar, aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu "asiler"i bombalıyor. (Hiç birinin aklına, "ben böyle bir şey yapamam" deyip Malta'ya filan iltica etmek gelmiyor.) Sabiha Gökçen, yaptığı işten o kadar gururlu ki, saldırı başlamadan önce Dersim'e atacağı 50 kg.lık bombalarla gülümseyerek poz bile veriyor.

O dönemde Twitter, Facebook ve El Cezire olmadığı, Dersim'de neyin yaşandığını sadece "kazananlar" yazdığı için de, tüm bu vahşetten ne dünyanın ne de biz Türklerin pek bir haberi olmuyor. Dolayısıyla bugün Sabiha Gökçen adına bir havaalanı açmakta en ufak bir sakınca görmüyoruz. ("Kendi halkını kurşunlayan" bir generalin, yani Mustafa Muğlalı'nın adının, tam da "suç mahali"ndeki bir garnizona verilmesinde bir beis görülmeyişi gibi.)

Allah'tan Türkiye'deki zihinsel prangalar yavaş yavaş çözülüyor da yakın tarihimizin böylesi karanlık sayfalarını birer birer açıp okuyabiliyoruz. Ama bir taraftan da öyle koyu bir "Tek Parti" ve "Ulu Önder" kültü var ki, Libya'daki "Rehber Kaddafi" patolojisini aratmıyor. Buna göre, rejimin egemenlerini yaptıklarına bakarak değerlendirmek değil, onları "mutlak doğru" kabul edip sonra da her şeyi buna göre "tevil etmek" gerekiyor.

Mesela, baksanıza, Van'daki sivil toplum kuruluşlarının "24 Kürt isyanının şiddetle bastırılmasından dolayı özür dilenmesi" talebi, CHP'nin ulusalcılarını kızdırmış. Nur Serter, "özür dilemek, suçu üstlenmek anlamına gelir" diye itiraz etmiş. Yani, "kendi halkını bombalama"yı suç saymadığını göstermiş.

Eğer Kaddafi de bombaladığı "isyancılar"ı yener ve iktidarda kalırsa, eminim aynı "kafayı" hakim kılacak. Adamın şanssızlığı, 1930'ların değil 2010'ların dünyasında yaşaması...

25 Şubat 2011 Cuma

Kurt tilkiyi yedi (mi?)



Taha KIVANÇ / ZAMAN 25.02.2011

Biliyorum, Arap dünyasında hareketler başladığından beri hepinizin aklında aynı soru var: "Bütün bunlar kendi kendine mi oluyor, yoksa bir yerlerin planı, hatta katkısı mı söz konusu?" Aklınızdan bu sorunun geçtiğini nereye gitsem bana yöneltmenizden de biliyorum.

Zihni farklı çalışan bir dostum, şimdilerde Kahire'deki Amerikan Üniversitesi'nin başında bulunan Prof. Lisa Anderson'dan 30 yıl önce aldığım 'Libya siyasi düzeni' dersinde edindiğim bilgilere yıllar içinde yakından gözleme fırsatıyla eklediklerimi benden dinledikten sonra, "Bin Ali ve Mübarek'i bilemem, ama Kaddafi gibi ayakta kalma maharetini sanat haline dönüştürmüş biri kendi oyununu oynuyor gibi" deyiverdi.

Kastettiği şu: Bin Ali'nin direnemediğini, Mübarek'in direndiği halde koltuğunda kalamadığını gördü Kaddafi; "Ne yapabilirim?" diye düşününce, aklına, 'erken doğum yaptırma' fikri geldi. Yani millet ayaklanmadan kendisi sınırlı bir bölgede hareketlilik meydana getirip ayaklananların tepesine bindi. Çok kan dökülmesi, herkese ibret-i âlem olsun diye...

Önceleri bana da makul gelen bu tez olayların gelişmesiyle sakatlanıverdi. Tunus ve Mısır'da kontrollü giden süreç, Libya'da zıvanadan çıktı çünkü. Ülkenin dört bir yanı farklı yöne gidiyor; her bir bölgede ayrı yönetimler kuruluyor. Kaddafi Ailesi dar bir bölgeye kısıldı kaldı.

Geçen akşam, bölgeyi ve özellikle Libya'yı avucunun içi gibi bilen bir işadamıyla birlikteydim; "Kaddafi'nin ayakta kalma güdüsünün mükemmelliği konusunda dostun doğru düşünüyor, ama sonrası yanlış" dedi bana.

Anlattıklarını soluksuz dinledim.

Kaddafi ve ailesinin fertleri işin böyle gitmeyebileceğini çok önceden hesap etmiş... "Oğullarından Seyfülislâm bugünküne benzer günler düşünülerek bir 'Batılı' gibi yetiştirildi; hep o çevrelerden insanlarla bir arada bulunması teşvik edildi."

Doğru, daha geçen ay Davos'ta liberal ve demokrat mesajlar veriyordu, şimdilerde Libya halkını "Oluk oluk kan akıtırız" diye tehdit eden Seyfülislâm...

İşadamının kendisinden 'Seyf' diye söz ettiği Kaddafi'nin 'Batılı' tarzda yetiştirilmiş oğlu ülkenin bütününe kendisini sevdirecek mesajlar vermeyi ve insani yardımlarla ismini duyurmayı da ihmal etmemiş. O güvenle de, babasına, "Libya'nın başına geçeceksem, bu, senin oğlun olduğum için değil, halk sevdiği ve oyunu verdiği için olmalı" diyormuş...

Seyfülislâm, işi, ayaklanmalar Libya'da da başlarsa kitlelerin önüne geçmeyi düşünmeye kadar vardırmış... Kitlelerin önüne babasına tavır koyan bir ayaklanma lideri olarak çıkmayı düşünüyormuş Seyfülislâm...

Bir süre sonra, kendisinin de içinde yer aldığı bir planı anlattığını fark ettim işadamının; Libya'daki neredeyse bütün siyasal aktörlerle dirsek teması olduğunu, özellikle Seyfülislâm'la şimdi dahi telefonla görüştüğünü belli ettiği için...

"Amerikalılar bu projeyi çok beğenmiş ve benimsemişlerdi" dedi işadamı, "Seyfülislâm'ı da; ancak nedense ayaklanma başlayınca sırtlarını dönüverdiler." Kaddafi gelişmelerden sonra "Gördün mü, ben bunlara güven olmaz demiştim" demiş Seyfülislâm'a; liberal ve demokrat tavırla ülkenin başına gelmeyi hesap ettiği halde, o da, "Oluk oluk kan akıtırız" demecini vermiş...

Olağanüstü ilginç bir hikâye... İçinde 'Karanlıklar Prensi' lâkaplı Richard Perle'ün de adı geçtiği ve Kaddafi gibi 'tilki' lâkaplı birine bile faka bastırıldığını gözlere soktuğu için daha da ilginçleşiyor. Bu planı onaylayanlar, "Ha Muammer, ha Seyfülislâm, koltukta bir Kaddafi oturacak, olmaz" deyip senaryonun son sahnesini onlardan saklamış olabilirler...

Niyetleri ne? "Ülkeyi bölük pörçük hale getirip, Libya'dan birkaç ülke çıkarmak" cevabını verdi işadamı. Kaddafi'nin 42 yıl önce gerçekleştirdiği darbeden sonra ülkeyi terk eden ailelerin şimdilerde Dubai ve Mısır'da yaşayan çocuklarının son zamanlarda olağanüstü faal hale geldiklerini tespit etmiş. "Bu işlerin arkasında öyle biri var" dedi.

Kaddafi'nin kayınbiraderi istihbaratın başındaymış otuz yıldır, ayaklanma öncesi onu da kendi saflarına geçirmişler... Son yıllardaki 'açıklık' politikası sayesinde ülkeye giren yardım kuruluşlarının arkasında da aynı insanlar varmış; ülkenin her tarafıyla birebir ilişkiler kurmuşlar...

Amerikalılar kendi adamlarını çok önceden Libya dışına çıkarmışlar...

"Seyf" dedi işadamı, "Şaşkınlıklar içerisinde kaldı, ne yapacağını bilemedi. Babasına isyan eder görüntüsüyle ipleri ele geçirecekti, ama ayaklananlar onu görmek dahi istemediler; babasına sığınmak zorunda kalınca sertleşmekten başka yol bulunmuyordu önünde..."

İşadamı "Ya Tunus? Mısır?" soruma, "Onları da sonra konuşuruz" dedi.

24 Şubat 2011 Perşembe

Maalesef doğru...



Fehmi KORU / ZAMAN 24.02.2011

"Libya kesinlikle Tunus ve Mısır'a benzemez; ben Zeynelabidin Bin Ali de Hüsnü Mübarek de değilim."

Libya'nın çeşitli kentlerinde baş gösteren ayaklanmalar üzerine ne zaman TV kameraları önüne çıksa Muammer Kaddafi bunu söyleyip duruyor. Dediği maalesef doğru: Ajanslar, Kaddafi'nin sokaklara döktüğü kiralık serserilerin öldürdüğü insan sayısının 1000'in üzerine çıktığını bildiriyor.

Hiçbir diktatör, gözünü ne kadar kan bürümüş olursa olsun, halkını göz göre göre kıyıma uğratmaz. Kaddafi bunu yapıyor.

Tunus'ta Bin Ali ile Mısır'da Mübarek'i koltuğundan eden süreçte devrede olan Amerikalı ve Avrupalı politikacılar, Libya'da dökülen kanları sadece seyretmekle yetiniyorlar. Birkaç cılız kınama sesi, o kadar...

Bunun sebebini anlamak için askerî darbeyle ele geçirdiği ülkenin yönetimini 42 yıldır elinden bırakmayan Muammer Kaddafi figürüne biraz yakından bakmak gerekiyor: Sosyalist arayışlardan İslâm reformculuğuna, Batı-düşmanlığından "Batı'nın çıkarlarını en iyi ben korurum" iddiasına hemen her kılığa bürünebilen biri o. Ülkesinin zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarını peşkeş çekebilen bir manipülatör aynı zamanda.

Berlin'de bir disko, ajanları tarafından bombalandığı için Almanlar, Lockerbie üzerinde düşen Pan Am uçağında 270 kişinin ölümünden onu sorumlu tutan İngilizler ve Amerikalılar Kaddafi'yi kara listeye almıştı 1980'lerde... Son on yıl içerisinde, Libya, İngiliz, Amerikalı ve Alman politikacılarla çeşitli düzeydeki diplomatlarının sempati taarruzuna uğradı. Kaddafi'nin kıvraklığı sayesinde... 1986 yılında ABD Başkanı Ronald Reagan, Libya'nın başkenti Trablus'un üzerine bomba yağdırmaya uçak göndermişti; Irak'a bomba yağdıran George W. Bush ise, 2006 yılında, Libya'yı 'terörü destekleyen ülkeler' listesinden çıkardı, ABD ile Libya arasında diplomatik ilişkileri yeniden oluşturdu.

İki ülke arasındaki yakınlaşmanın mimarı, hepimizin tanıdığı ilginç bir isim: Richard Perle... 'Karanlıklar Prensi' lâkaplı Perle 2006 yılında iki kez Libya'ya uçtu ve Kaddafi'yle görüştü. Her iki görüşmesini Bush'un yardımcısı Dick Cheney'e rapor ettiği de biliniyor. Perle'ün ziyaretleri sonrası gerçekleşen ilişkilerdeki düzelmeyi, Kaddafi'yi Amerikan halkına sevimli gösterme çabası izledi. Bu çabayı Kaddafi adına Neo-Çılgınlar takımıyla içli dışlı lobi firmaları yürüttü.

'Libya ve Albay Kaddafi'nin Profilini Yükseltme' başlıklı rapor lobi firmalarından Monitor Group'a ait. Projenin bir parçası olarak Libya'ya götürülüp Kaddafi'yle yüz yüze görüştürülen iki isim özellikle dikkat çekiyor: Dönemin akıl hocaları Francis Fukuyama ile Bernard Lewis...

2000'li yılların ikinci yarısından itibaren, Libya, Amerikan petrol şirketlerinin çıkarları istikametinde politikalar izledi. Fiyatların düşmesi gerektiğinde de artması gerektiğinde de devreye giren ülkeydi Libya. Tunus ve Mısır'daki kitle hareketleri global ekonomiyi fazla etkilememişken, Libya'nın hareketlenmesiyle birlikte petrol fiyatları başını aldı gidiyor.

Türkiye gelişmeden en fazla etkilenen ülkelerin başında geliyor.

Kaddafi, "Libya, Tunus ve Mısır'dan farklıdır, ben de Bin Ali ve Mübarek değilim." diyor ya, dediği maalesef doğru...

23 Şubat 2011 Çarşamba

Yapılamayan Darbe



Engin ARDIÇ / SABAH 23.02.2011

Tam otuz yıl önce bugün, 23 Şubat 1981 günü, İspanyol jandarma komutanı Yarbay Antonio Tejero Molina iki yüz silahlı adamıyla birlikte meclisi bastı, milletvekillerini rehin aldı.

Olay, o gün bugündür İspanyol ve dünya kamuoyunda "23F" olarak bilinir. Hani
"9/11" gibilerden.

Yarbay Tejero ve adamları mecliste sağa sola ateş ettiler. Duvarlardaki kurşun izleri otuz yıldır ibretlik bir "demokrasi anıtı" olarak saklanır...
Ateş açılınca milletvekilleri tam siper yere, sıraların arasına yattılar. Üç kişi hiç kıpırdamadı, Başbakan Adolfo Suarez, Savunma Bakanı General Mellado ve İspanyol Komünist Partisi Birinci Sekreteri Santiago Carillo.
Carillo, darbecileri hiç umursamadığını ve adam yerine koymadığını göstermek için bir de sigara yaktı...

İç savaş yıllarında partinin gençlik kolları başkanıydı (dün akşam İspanyol televizyonunda konuşuyordu, haber bülteninde, baktım, iyice moruklamış, şimdi tam doksan altı yaşında, ama sesi dimdik.) İspanyol solcuları darbecilere köpek olmuyorlardı, onlarla 1936'dan 1939'a kadar iki buçuk yıl boyunca dövüşmüşler, ölmüşler ve öldürmüşlerdi...

İspanyol demokrasisinin de çiçeği çok burnundaydı. Franco'nun otuz altı yıllık diktasından yeni kurtulmuşlardı, bugün bile dünyanın en ileri anayasası kabul edilen, Amerika ve İngiltere'den bile daha ileri özgürlükler getiren 1978 Anayasası henüz üç yaşındaydı, yani rejim daha "tam oturmamıştı"...

Yarbay Tejero'nun meclis baskını, darbenin ilk ayağıydı. Baskın haberi üzerine cuntanın asıl lideri General Milans del Bosch, tanklarını Valencia sokaklarına saldı. Fakat ertesi gün çıkan hiçbir İspanyol gazetesi bunu sevinç çığlıklarıya karşılamadı.
Yok canım, General Del Bosch, General Franco'nun darbeyi Kuzey Afrika'dan başlatması gibi taşrada bir ayaklanma başlatıp sonra da Madrid üzerine yürüyecek değildi.
Tıpkı 1936'da olduğu gibi, birçok noktada aynı anda ayaklanacaklardı (1936'da taşra birlikleri başarılı oldular ama Madrid ve Barcelona'da General Fanjul ve General Goded çuvalladılar, kurşuna dizilip kuyruğu titrettiler!) Aslında darbeciler kralın kendilerinden yana ağırlığını koyacağını ummuşlardı (ne de olsa "Franco'nun yetiştirmesiydi" ya)... Bu arada General Torres Rojas da başkentte radyo ve televizyonu ele geçirecekti, başaramadı. (Aziz Nesin'in ünlü bir öyküsünde cuntanın en yaşlı üyesi de "kız lisesinin yatakhanesini" ele geçirmeye kalkar.)

Kral Juan Carlos gece saat biri çeyrek geçe televizyona çıktı (kaset kayıdı birkaç saat önce yapılmıştı), ağırlığını demokrasiden yana koydu, darbecilerin soytarılığı bırakıp hemen teslim olmalarını istedi.

General Del Bosch ertesi sabah saat beş buçukta tutuklandı. Yarbay Tejero da 24 Şubat günü öğle saatlerine kadar direndi, sonra teslim oldu.

Kimsenin burnu kanamamıştı ama otuzar yıl yediler.

Yarbay Tejero, Alcala de Henares askeri hapisanesinde on beş yıl yattı çıktı. Şimdi yetmiş dokuz yaşında. Ara sıra aşırı sağcı gazetelere makaleler gönderiyor. Internet sitesi var mıdır bilemem.

Fakat şunu bilirim: Gelip geçen hiçbir İspanyol genelkurmay başkanı ya da kuvvet komutanı Tejero'yu hapisanede ziyarete gitmedi.

Büzük isterdi...

21 Şubat 2011 Pazartesi

Soner Yalçın sınavı



Yıldırım TÜRKER / RADİKAL 21.02.2011

İşte gene suçüstü yakalandım.
Şu canım memlekette yıllardır yazı yazarak ekmeğini kazanmaya çalışan; örnek bir demokrat olarak tanınmak için çırpınan bir insanım. Ama beklemediğim bir anda tökezleyeceğimi hissediyordum bir yandan da. Nitekim gün geldi. Tökezledim.
İçimden oturup % 10 barajı üstüne yazmayı geçiriyordum. Kürtlere yaranmak için. Olur a, bir gün devlet kurarlarsa, onlardan gelecek bir fahri vatandaşlık beratını güvence altına almak fena mı olurdu?
Bu balta değen her karışından toplu mezarlar çıkan, bir karışını vermemek için kurdunu kuşunu, köyünü ormanını yaktığımız memleketin hayati meselesinin, tam da şu yoksul seçim arifesinde, kimsenin artık pek tartışmaya değer bulmadığı %10 barajı olduğuna kalıbımı basabilirdim, daha birkaç gün öncesine kadar.
Oysa muhalif bir yazar tutuklandı. Benim de aslında onun fikirlerini paylaşmadığım halde göğsümü siper edip basın özgürlüğünden, demokrat olmanın erdemlerinden söz etmem icap ediyor.
Çünkü ben, kısaltılıp basitleştirilmiş bir cep Voltaire’i olarak onun sözünü dolaşıma sokabilmesi için hayatımı fedaya hazır olduğumu haykırmalıyım.
Çünkü artık tartışılmaz bir hakikat ki Soner Yalçın muhalif bir yazardır.
Muhalif olmak, aslanlar gibi çıkıp insanların soy kütükleri üstüne olmadık buluşlarla araştır araştır kitaplar yazmak, kim bilir hangi katillere hedef almaları gereken insanların listelerini sunmak, Bedrettin Dalan ve Ertuğrul Özkök ve Kılıçdaroğlu’nu arkasına alıp gözü dönmüş bir halde ırkının, milletinin neması için saf tutmaktır.
Bu küçük nefret yumağı tutuklanırken Uğur Mumcu’dan, Abdi İpekçi’den el aldığını, mücadelesinden yılmayacağını haykırmış. Tüyleri diken olmuş milli kirpiler kıyameti koparıyor. “Sıra kime gelecek?”
Şimdi ben, muhalif kahraman küçük adamın hedef gösterdiklerinden biri olarak en büyük parsayı, aslında onun düşmanı olduğum halde hakkını savunan yazar müsameresiyle toplayabilirim.
Hatta bir fırsatını bulup sırtını sıvazlayabilseydim, nemli gözlerle memlekete uzaktan bakıp birlikte iç geçirebilseydik.
Bu toplumun en büyük ihtiyacının utanç duygusu olduğunu daha önce de yazmışlığım var. Ben zaten hemen her şeyi ısrarla tekrar eden, döne dolana aynı herzeleri yazan, kahraman basın mücahidinin aksine Yalçın Küçük ama mide bulandırırın ne mal olduğunu iyi bilip uzak duran bir yazar parçasıyım.
Kahramanın zamanında beni suçüstü yakaladığına inanarak işaret etmiş olduğu paralara hiçbir zaman sahip olmadığım gibi demir kapılı villalarda oturmuyorum. Türklük şuuruna hiçbir zaman sahip olamadım.
Lafı dağıtmayayım; insan utanır demek istiyorum. Bir kez daha.

İnsan utanır
Gerçekten bu toplum, bu kadar sakil bir vicdan muhasebesini hak ediyor mu? Gerçekten bu toplum, basın özgürlüğü konusunda bu kadar hassas mı?
Gerçekten bu toplum, ırkçı faşist bir işadamının demokrasi ve fikir özgürlüğünü temsil ettiğine inanıyor mu?
Keşke sözgelimi bundan daha birkaç ay önce Suzan Zengin’in mektubunu yayımlamasaymışım. Hani, “Ben 10 aydır Bakırköy Kadın Kapalı Hapishanesi’nde tutuklu bulunan bir çevirmen-gazeteciyim. Bu süre içinde hiç mahkemeye çıkarılmadım. İlk duruşmam 26 Ağustos 2010’da. Yani tutuklanmamdan tam bir
yıl sonra. Bu tarihin adli tatile denk getirildiğini de ayrıca vurgulayayım.
Tutuklanmamdan tam 8 ay sonra hazırlanan iddianamede ‘yasa-dışı örgüt üyeliğ ile suçlanmaktayım. Ancak ne iddianamede ne de dosyada yöneltilen suçlamaya dönük tek bir ‘kanıt’ bile yoktur. “Kanıt” olarak sunulmaya çalışılan-sunulan materyallerin tümü çalıştığım İşçi-Köylü Gazetesi’nin çalışmaları kapsamındadır.
Bunlar, gazetede yayımlanmış haber, röportaj, gazetenin açıkça belirtilen büro kirası, telefon vb. hesapları ve de gazetenin irtibat telefonu üzerinden yapılan, gazete çalışması kapsamında görüşmelerdir. Bunların tümü de yasal-meşrudur.” cümleleriyle başlayan.
Ne de İrfan Aktan’ı yazsaymışım. Yazmış olduğu haber nedeniyle ceza yiyen.
Çünkü onlar girişimci-muhbir-tetikçi değiller.
Onların durumunu yazınca herkes bir anda twit twit ederek sistemin vahşetine uyanamıyor. Çünkü onları bencileyin birkaç kırık kalem dışında yazan da umursayan da yok.

Sınav zamanı
Hak ihlalleri konusunda yazan; devlet eliyle kısıtlanan, yok edilen özgürlükler konusunda bir itiraz oluşturmaya çalışanların ikide bir başına gelir.
Onların samimiyetleri sorgulanır, soluk aldırmadan.
Ya oradan buradan para almışlardır ya da bir yerden kalma kuyruk acıları vardır. Yalçın ve gibileri onların listelerini çıkarır. Milliyetçi-ulusalcı katil adaylarına rehberler oluştururlar. İtibarsızlaştırmak amacıyla hayali kazançlarından söz ederler. Onlara yepyeni birer hayat senaryosu yazar Yalçın ve gibileri.
Sonra havaya uçan çoban kızının, anasının gözü önünde işkence edilen bebeklerin hesabını sordukları için bir gün köşeye sıkıştırılacaklardır. Yalçın ve gibilerinin iş hayatlarındaki bir aksilik sonucu ayakları kayıverdi mi, onlar samimiyetlerini kanıtlamaya çağrılırlar.
Ne de olsa hukuk hepimiz için gereklidir. Onun gibi düşünmesek de... Basın özgürlüğüne vurulan darbe vb. klişelerle yine o soğuk çiğ ışığın altında sorguya alınırlar. Hani hak savunucusuydun? Hani basın özgürlüğü dendi mi mangalda kül bırakmıyordun? Buyur, Soner Yalçın’a sahip çık da senin ne tatlı bir Gandicik olduğunu görelim. Belki o zaman inanırız Ceylan’ın havaya uçtuğuna. Azat’ın iki yaşında işkence gördüğüne. Mutki’de, Kulp’ta ve onca yerde çıkan kemiklerin varlığına. Kayıp edilenlere, yok sayılanlara, SDP Genel Başkanı’nın hapiste olduğuna. İşçilerin yedikleri dayaklara.
Odatv adresli bataklığın bekası için mücadele etmezsen yarın sıra sana da gelecek.
Sıra zaten hep bizdeydi. Yalçın ve gibilerinin gayretleriyle.
Riyakârlığı bir kenara bırakın.
Faşist bir işadamının muhalif bir basın emekçisi olarak portresini yutturamayacaksınız.
Onun kahramanlığının tescilini de potansiyel kurbanlarından beklemeyin bari.

20 Şubat 2011 Pazar

Bildiklerinizi ne zaman açıklayacaksınız



Yıldıray OĞUR / TARAF 20.02.2011

Gerçeğin başı ters dönmüş... Ikın ıkın çıkmıyor dışarıya. Acılar çekiliyor, bağırış, çağırış...

1990- 2010 yılları arasında bu ülkede tam olarak neler yaşandı?

Doğumuna yardım edin gerçeğin. Polisten, savcılardan, mahkemelerden mi şikâyetçisiniz. Onların kaba saba bulduğunuz yöntemlerine işi bırakmadan siz anlatın.
Bu 30 yıl boyunca iktidarlar yıkıp devirmeyi, devlet adamcılık oynamayı, istihbarat savaşlarında ön saflarda dövüşmeyi, patronlarını daha zengin yapmayı, askerin, MİT’in, polisin sözcüsü olmayı, ideolojilerini mesleğine tercih etmiş tüm gazeteciler...

Gazetecilikten hepinize af çıktı.

Yeter ki anlatın bize bu 30 yılda duyup da yazmadıklarınızı, bilip de anlatmadıklarınızı, kasalarınızda gizlediklerinizi, o gizli görüşmeleri, çalan telefonları...
İddianamelerde, dava dosyalarında aramaktan sıkıldık gerçeği. En saf haline, bizi en şaşırtacak, hayal kırıklığına uğratacak haline bile hazırız. Yeter ki gerçek olsun.
Siz sustukça gerçeğin doğum sancılarında insanlar harcanıyor, insanlar ölüyor. Anlatın bize; bugün var mı yok mu diye herkesin birbirine girdiği darbe hazırlıklarını. Medya patronlarını sırayla kabul eden Şener Eruygur’u... Hurşit Tolon’u, Çetin Doğan’ı...
Adı “Mehmet Eymür’ün, Mikdat Alpay’ın, Şenkal Atasagun’un adamı” diye geçen gazetecileri... Bazı gazetecilere Genelkurmay arşivlerinin nasıl açıldığını...
Bugün sanki üzerinden 5000 yıl geçmiş gibi, kırık toprak tabletlerden okumaya çalışıp, toprağı kazarak ortaya çıkardığımız bu çok yakın tarihimizin, Türkiye’nin en büyük gazetesinin genel yönetmeni olarak birebir tanığısınız Ertuğrul Bey.
Darbe günlüklerinden biliyoruz ki patronunuz askerlerin çağırıp “Birinci sayfanıza türbanlı kadın resmi koymayın” diyeceği kadar bir mesafesizlikteydi. Çaresizlikten, güç dengeleri öyle olduğu için... Artık hiçbir önemi yok. Sonuç olarak Özden Örnek’in, Mustafa Balbay’ın günlükleri, Nokta dergisi, T24 sitesi olmazsa Kuvvet Komutanlarının sizi karargâhlara çağırıp, hükümeti devirmek için yardım istediğini bilmeyecektik.
Yazmadınız çünkü. Bir gazeteci olarak o görüşme bittiği anda yapmanız gereken şeyi şimdi yapın. Bugün o tekliflere karşı patronunuzun kayıtsız kalmasıyla övünerek, solcuların, Sırrı Süreyyaların,Radikal İki yazarlarının arkasına saklanarak, o günlerin gerçeklerini ortaya dökmek için açılan ve ağır aksak devam eden davalardaki açıkları yakalayarak tarihin üzerinize yüklediği bu sorumluluktan kaçamazsınız.
Balyoz davasında gösterdiğiniz titiz ve adil gazeteciliği, bütün bu işler olup biterken büyük bir gazetenin temsilcisi olarak bulunduğunuz Ankara’da gösterseydiniz, Sarıkız’ı, Ayışığı’nı okumak için 2007 yılında Nokta dergisini beklemek zorunda kalmazdık Sedat Bey.
Şener Eruygur’un neredeyse açıktan yaptığı ihtiraslı darbe hazırlıklarını, gazetecilerle, gazete patronlarıyla istişare toplantılarını, Hilmi Özkök ile Çetin Doğan kavgasını ilk sizden okumuş olurduk.
Kimse konuşmadığı için 717 gündür Mustafa Balbay tutuklu. Ya da şöyle söyleyelim: 717 gündür o gazeteciler sessiz. Günlüklerinde Balbay’ı en zor durumda bırakan Şener Eruygur’la darbe istişare toplantısına katılan diğer gazetecilerden bahsediyorum.
Balbay’ın günlüklerinden hatırlayalım: Tarih 10 Şubat 2004, saat 17:15-20:00 arası, yer Etimesgut Jandarma Eğitim ve Spor Tesisleri (JEST)
Jandarma Komutanı Şener Eruygur’un “Arkadaşlar şöyle biraraya gelelim, ne oluyor, ne yapabiliriz, enerjimizi nasıl birleştirebiliriz, bir konuşalım dedim... hepimiz farklı yerlerde aynı şeyleri düşünen insanlarız ama, gücümüzü birleştirmediğimiz için bir sonuç alamıyoruz... benim düşüncem şu..... Mesela siz öncülük etseniz, burada üç kişi bir araya geldi, bu on olur, sonra 20 olur... Derneklere yön verilir... toplumu biraz duyarlılığa sürüklemek lazım..öte yandan da bu iktidar yapacağı her şeyi yapıyor..” dediği,
Gazetecilerin “Sizin bir numara ile sizin kafanızdakileri yapmak çok zor... önce orada bir şey yapmak lazım”, “Biz darbe falan yapın demiyoruz ama, şöyle bir duruş paşam... o yok, o kalmadı... o zaman da her şey havada kalıyor.”, “Şöyle bir senaryo düşünüyorum... Şimdi siz de söylediniz kuvvet komutanları blok, 4 kişi... Altında ordu komutanları, orgeneraller, korgeneraller blok, onun altında tümler, tuğlar blok, hepsi bir araya gelse ve dese ki; sizinle olmuyor... İşte Kara Genelkurmay olur, siz Karaya geçersiniz, İzmir’deki Jandarma olur, İstanbul’dakini de artık ne yaparsanız..” diye akıl verdiği o toplantıya katılan diğer gazetecilerden...
Mustafa Balbay’ın üç yıla yaklaşan haklı adalet talebi için vicdan yazısı yazmış mıdır onlar da? Bilmiyoruz. Çünkü 717 gündür gerçeğin ortaya çıkması, masum olduğunu düşündükleri Balbay’ın kurtulması için kıllarını kıpırdatmadılar. Çıkıp “hayır öyle değil böyleydi” demediler.
Gerçeğin doğumuna bir el atın artık.
Savaşa, ölüme, iktidar oyunlarına, istihbarat savaşlarına bu kadar malzeme olduğu yeter bu gazete kâğıtlarının...
Artık temiz bir sayfa ve dokuz sütuna da bir manşet gerek: Herkes bildiklerini açıklıyor...

18 Şubat 2011 Cuma

Bacak arasından ateş



Mehmet ALTAN / STAR 18.02.2011

Dünkü “kuzuların sessizliği ve bir vicdanlı ses” başlıklı yazımın son bölümü şöyleydi: “Türkiye’de toplam üretimin büyük bir kısmı KOBİ’lerde gerçekleşiyor ama oralara AB standardını uygulamıyoruz.

Çünkü oralara AB standardı getirirsek, ekonominin çökeceğine inananlar var.

Kısacası ucuz insan canı üzerinden yola devam...

Doğuştan seri katiller gibi bu korkunç vahşeti daha ne kadar seyredeceğiz?

Sendikaları, siyaset kurumu, muhalefeti, sivil toplumu ve tüm ülke neredesiniz?”

Yazının mürekkebi kurumadan Batman’ın Kozluk İlçesi’nde Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na ait Şelmo Petrol Sahası’ndaki petrol üretim tesisinde gaz sıkışması nedeniyle meydana gelen patlamada üç işçi daha pisipisine öldü.

Televizyon haberlerinde “dolum tesisi” olarak adlandırılan “tesisi” görünce fazla detaya girmeden durumu anlayıveriyorsunuz...

***

Ucuz insan canı sadece derme çatma işletmelerde kurban edilmiyor...

Batman’daki kaza haberini izlediğim akşam bülteninde ilk haber, Şırnak’taki Akçay 6. Motorlu Piyade Tugayı Seslice Taburu’ndaki atış talimi sırasında cep telefonuyla çekilen sahnelerdi.

Atış talimi sırasında bir yüzbaşı askerleri hedef tahtasının etrafına dizip nişan tahtasına önce iki el ateş ediyor... Ama bununla da yetinmiyor, bu kez hedef tahtasına ve o tahtayı tutan askerlere sırtını dönüyor ve başını bacaklarının arasına sokarak ateş etmeye hazırlanıyor. “Komutanım öyle yapmayın” diyen uyarıları dikkate almayan yüzbaşı üç el daha ateş ediyor... Kurşunlardan dördü hedef tahtasını buluyor bir tanesi ise sekiyor.

Allahtan kör topal da olsa medya var... Bu skandal basına yansıyınca Genelkurmay Başkanlığı dün açıklama yaptı ve görüntülerde yer alan subay hakkında gerekli işlemin başlatıldığını bildirdi.

“Bacak arası ateş” sırasında Türkiye halkının askeriyeye emanet ettiği çocuklardan biri ölse ve bu dışarıya yansımasa ne olacaktı?

Pimi çekilmiş el bombası nedeniyle yaşamını yitirenler için ilk açıklamalarda olduğu gibi “eğitim zayiatı” sayılmayacağına kim güvence verebilir ki?

***

Maalesef “bacak arasından” ateş eden sadece Şırnak’taki yüzbaşı değil...

“Temel hak ve özgürlüklerle”, “bağnaz bir siyasal İslam” anlayışını karıştıran profesör de “bacak arasından” ateş ediyor...

“Sorunun odağında kim var? Kadın var. Kardeşim sen dekolte giyinirsen bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmayacaktır. Tahrik ettikten sonra sonucundan şikâyet etmen makul değildir” buyurmakta...

Neyse ki ona da önce YÖK Başkanı’ndan, daha sonra bağlı bulunduğu üniversite rektöründen, en nihayetinde de Diyanet İşleri Başkanı’ndan “ayar” geliyor...

***

Siyasal kavga ve propagandanın rüzgârına kapılmış olan medya, aynı okurun çoğunluğu gibi, “insan kalitesi” yüzünden heba olan “insan dramlarına” pek kulak asmıyor...

O nedenle Uşak’ta, evlilik hazırlığı yapan 20 yaşındaki Aysel Yılmaz’ın baş ağrısı şikâyetiyle gittiği hastanede vurulan iğne nedeniyle hastaneden kısmi felçli olarak çıkması da fazla ilgi çekmedi...

***

Ama ben tecrübeli bir üniversite hocası olarak, ivmesi giderek artan insan kalitesindeki erozyon nedeniyle, başımıza gelenlerden daha büyük bir bela gelmesinden ürkmeye başladım...

O siyasal propagandadan da o nedenle artan bir şekilde rahatsızım...

Çünkü o abartılı şişinme bardağın boş yanını, temel sorunların tartışılmasını saklıyor...

Bir haftada boşu boşuna yitirdiğimiz otuz bir işçi ardından, dün dolum tesislerinde pisipisine kaybettiğimiz ve birkaç güne diğerleri gibi kimsenin dönüp bakmayacağı talihsiz insanlarımız... Erlerin yaşamını yok sayarak bacak arasından ateş eden yüzbaşı... Irza geçmede kadını sorunlu bulan “ilahiyatçı akademisyen”... Ve migren şikâyetiyle gittiği hastaneden felç olarak çıkan kızımız...

Bunlar tesadüf değil, çünkü buranın “insan kalitesi” sorunu var...

Toplum olarak “bacak arasından” ateş etmeyi bıraksak da belimizin üzerinde doğrularak göz ardı ettiğimiz bu en temel sorunu gündemin ilk sırasına yerleştirsek...

Eğer bu çok temel konuya duyarsızlık “bana bir şey olmaz” kanaatinden geliyor ise yanılıyorsunuz, çünkü maçı seyredenlerin tribünlerinin de çokça çöktüğünü hep birlikte yaşadık..

17 Şubat 2011 Perşembe

Alo patron, Kılıçdaroğlu bize girmek istiyor!



Salih TUNA / YENİ ŞAFAK 17.02.2011

Dersimli Gandi Kemal, Dersim katliamını 'feodalizmin' tasfiyesi için gerekli gören Soner Yalçın hakkında, 'Besleme ve yandaş olmayan, yalçın, kaya gibi bir adam?' dedi.


Dersimliliği böyle de, CHP Genel Başkanlığı çok mu farklı sanki?


Seçime kalmış şurada üç beş ay; hadi projen yok; bari birkaç revnaklı kelâm söyle.


Nerdeee!


Selefi Baykal 'Ergenekon'un avukatıyım?' falan demişti; bu da kalkmış Ergenekon'a üye olmak istiyor.


Aklı sıra vites büyütüyor!


İyi de, bu yolların yol olmadığını daha kaç seçim sandığı söyleyecek size?


İnsan bir yol uyanmaz mı; nasıl desem, kendine hiç çekidüzen vermez mi?


Çuvallar dolusu evraklar, lahikalar, darbe günlükleri, ses kayıtları, kafesler, balyozlar, darbe planları, lav silahları, el bombaları, itiraflar kabak gibi ortadayken CHP'nin 'iyi insanı' Kemal Kılıçdaroğlu'nun şu ettiği lafa bakın:


'İstediğiniz zaman gidip Ergenekon örgütüne üye olabiliyorsunuz. Nerde bu örgüt, gideceğim üye olacağım?'


Şuracığa yazıyorum; en kısa zamanda bu lafını da yiyecek, göreceksiniz!


En azından binlerce faili meçhul cinayetin vuku bulduğu Doğu'da bu lakırdılara sahip çıkamaz.


Ah Gandi Kemal, ah!


Keşke bundan kelli partimizde her kafadan ses çıkmayacak demeseydin de, mahut sözü Süheyl Batum'a bıraksaydın!


Çok seslilikten vazgeçecek ne vardı yani? Herkes meşrebine uygun 'repliği' söylüyordu işte.


Mesela?


Sezgin Tanrıkulu, militarizmin zulmünden dem vururken, Süheyl Batum 'Koca bir askeri yıktılar, meğer kağıttan kaplanmış?' diyordu.


Muhammet Çakmak ırkçılığın her çeşidine karşı çıkarken, Canan Arıtman da 'Arap kadınları gibi olmak istemiyoruz?' diyordu.


Eh yani, bütün bu 'ayrık sesler' yerine sadece Kılıçdaroğlu konuşunca da hepten rezillik elveriyor.


Süheyl Batum'luk yapıp, 'Nerede bu örgüt, gideceğim üye olacağım' dedi ya, yarın Sezgin Tanrıkulu'luk yapıp çetelere, cuntalara karşı olduğunu söyleyecektir.


Olan da CHP'ye olacaktır tabii.


Ergenekon'un bir numaralı adamı gerçekten var mı, varsa da kim, doğrusu bilmiyorum.


Lakin?


Gandi Kemal'in 'Nerede Ergenekon, ben de üye olayım' çıkışı, '1 Numaralı Adam' ile yardımcısı (veya yaveri) '100 Numaralı Adam' arasında şöyle bir telefon görüşmesini tahayyül etmeme neden oldu:


100 NUMARALI ADAM: Alo patron?


1 NUMARALI ADAM: Sana kaç kez bu telefondan arama dedim. Ortam dinlemesine gelmeyelim!


100 NUMARALI ADAM: Ama çok acil bir durum çıktı patron.


1 NUMARALI ADAM: Neymiş?


100 NUMARALI ADAM: Çok önemli bir şahsiyet bize girmek istiyor.


1 NUMARALI ADAM: Kimmiş; şifreli bir şekilde anlat.


100 NUMARALI ADAM: Bıyıkları var?


1 NUMARALI ADAM: Bıyıkları geç? Başka, başka?


100 NUMARALI ADAM: Efendim, eee, gözlükleri var?


1 NUMARALI ADAM: Gözlüğü, bıyığı geç; kime benziyor onu söyle.


100 NUMARALI ADAM: Valla efendim, Hindistanlı Mahatma Gandi var ya, dedikleri kadar benziyor.


1 NUMARALI ADAM: Allah belanı versin! Ben sana şifreli anlat dedim sen fotokopi gönderiyorsun.


100 NUMARALI ADAM: Anlamadım?


1 NUMARALI ADAM: Boşver! Neden bize katılmak istiyor, onu söyle.


100 NUMARALI ADAM: Örgütümüzün varlığına inanmadığı için efendim.


1 NUMARALI ADAM: Varlığına inanmadığı yere girmek istiyor, öyle mi?


100 NUMARALI ADAM: Evet efendim.


1 NUMARALI ADAM: Uzak dur ondan!


100 NUMARALI ADAM: Duramam efendim, şu anda yanındayım.


1 NUMARALI ADAM: Neee? Nasıl buldu seni?


100 NUMARALI ADAM: Yanlış anladınız efendim; o beni değil, ben onu buldum. Nerede bu örgüt girmek istiyorum deyince, bir ziyaret edeyim dedim.


1 NUMARALI ADAM: Şimdi beni iyi dinle. Ona, 'Bize girmene hiç lüzum yok, bu halin daha iyi' de. 'Sokak sokak, mahalle mahalle direniş?' çağrılarına destek vermesi çok güzel olmuş. İnönü'nün 'Şartlar müsait olunca ihtilal meşru olur!' sözünden hareketle, 'Evet bugün de aynı durum? Daha vahim?' şeklindeki tavrı var ya, şimdilik bunu sürdürsün kâfi.


100 NUMARALI ADAM: Söyledim efendim, ama ısrarla sizinle konuşmak istiyor.


1 NUMARALI ADAM: Tamam, hadi ver?


KILIÇDAROĞLU: Alo, beyefendi. Adresinizi tam olarak söyleyin; gelip örgütünüze girmek istiyorum.


1 NUMARALI ADAM: Adres kolay da bizim burada yürüyen merdiven çok.


KILIÇDAROĞLU: Nasıl yani?


1 NUMARALI ADAM: Zor olur; zahmet etmeyin diyorum. Hem sizin bize girmenize hiç gerek yok; ihtiyaç hâsıl olduğunda biz size zaten giriyoruz!

16 Şubat 2011 Çarşamba

Kamplaşmayalım, sertleşmeyelim



Ahmet Turan ALKAN / ZAMAN 16.02.2011

Bundan yaklaşık bir yıl önce "Mürüvvetmend olalım" başlıklı bir yazı yayınlandı bu köşede. Mehmet Baransu'nun Balyoz belgelerini açıklamasından sonra 49 emekli ve muvazzaf subay mahkeme tarafından tutuklanmıştı.

O yazı anlamını kaybetmedi çünkü yargılama usulü, edebi, hatta nezaketi hakkındaydı. Şöyle cümleler vardı: "Darbe zanlılarının bile, usûl hukukunun himâyesi altında, haklarındaki karar kesinleşene kadar şahsiyet ve fikir bütünlüğünü koruyabildikleri bir güvenlik rejimidir hukuk devleti ve biz Türkiye'nin artık böyle bir devlet olmasını arzuluyoruz. Hukuk devletinin egemen olması için mücadele ediyorsak, hukukun nezaket ilkelerine de sonuna kadar riayetkâr davranmak zorundayız. Tek tek her birimiz nasıl şahsen vekar sahibi olduğumuz iddiasında isek, darbe zanlılarının bile, son mahkeme kararına kadar vekar sahibi insanlar olduğuna dair önkabulümüzü kaybetmemeliyiz." diyor ve şöyle devam ediyordu: "Gözaltındaki insanlara peşinen kriminal tip muamelesi revâ görmek âdil değildir; bir hatâ, aynı çapta bir başka hatâ ile ıslah edilemez. Bu meselede usûl, esas kadar, hattâ yer yer esastan daha önemli."

Dileyen arşivde tamamını bulup okuyabilir; o gün ne yazılmışsa bu sütunda, yazarı hâlâ aynı şeyi düşünüyor, "Muzaffer vakt-i fursatta âdûdan intikaam almaz/ Mürüvvet-mend olan nâkâmi-i düşmenle kâm almaz" diyor; "Yargı işini yapsın, biz de kendi işimizi görelim, centilmen olalım, âdil, nâzik ve insaflı olalım. İntikamcılığın ayaküstü lokantasında ucuz nevâlelerle enaniyetimizi avutmayalım; farklı isek farkımız görülsün" diyor.

Mesele hakkında en doğru ve hakkaniyetli yaklaşım tarzı budur; hepimiz öyle düşünmeliyiz, çünkü Türkiye'de bugüne kadar böyle bir dava ilk defa mahkemeye düşüyor. Ordu içinde bir grup üst rütbeli subayın, siyasi iktidardan geçtik, neredeyse bütün toplum aleyhine kurguladığı bir darbe planı var orta yerde. Suçluları yargılayıp cezalandırmak yetmez; mâsumları tez vakitte ayıklayıp itibarlarını iade etmek yetmez; yapılacak her şey sadece yerli değil uluslararası hukukun usul kurallarına uygun cereyan etmeli ki bu sıkıntılı berzahtan yüz akıyla çıkabilelim.

Tarihin böyle zamanlarında darbeye uğrayan kesimden biri olmak, darbeci olmaktan yeğdir; mazlum olmak zalim olmaktan yeğdir. Aldanmış olmak, aldatmış olmaktan yeğdir. Darbecileri hukuka uygun tarzda yargılayamamış bir adalet nizamı, darbenin kendisi kadar utanılması gereken bir nâkıse, bir ayıp olur.

Balyoz iddianamesi dudak uçuklatacak cinsten iddialarla dolu; göz ardı edilemeyecek derecede güçlü deliller taşıyor. Sanıkların hukukunu zedelememek konusunda gösterilmesi gereken itina, gri propaganda ve delilleri değersiz gösterme çabası içinde bulunan basın ve tutuklu yakınlarından da beklenmelidir.

Konuya bir de şöyle bakalım: Eğer Balyoz planlarında kararlaştırılan eylemler yapılmış, darbe başarıya ulaşmış olsaydı, şu anda okumakta olduğunuz yazı, bu yazının yazarı ve bütün çalışanlarıyla birlikte elinizde tuttuğunuz gazete ve benzerleri olmayacaktı, çünkü bu darbe, sadece iktidarı değiştirip hükümete el konulmakla yetinmiyor; darbeciler, toplumda beğenmedikleri kesimleri de darbe ortamı içinde tasfiye etmeyi hesaplamışlar. Ne demektir bu?

Öyle ki, bütün kaba-sabalığına ve nobranlığına rağmen 27 Mayıs'ta (Plan olmaktan çıkıp uygulanan) adımlar bile, Balyoz'dakilerin yanında asliye hukuk davasını ilgilendiren sıradan cürümler gibi kalıyor.

Son söz: Zanlı yakınları ve onları destekleyen basın erbabı, toplumu dava etrafında kamplaşmaya zorlamamalı; hele haziran seçimlerine hiç sirayet ettirmemeli çünkü böyle gerginliklerden nihai tahlilde hükümet kârlı çıkıyor.

15 Şubat 2011 Salı

Karanlık Oda



Nagehan ALÇI / AKŞAM 15.02.2011

Uzun zamandır insanları hedef gösteren, Ergenekon ve Balyoz davalarını sulandırmak için manipülasyon yapan, kamuoyunu tahrik etmeye çalışan, adeta tetikçilik yapan bir internet sitesi göğsünü gere gere yayın yapıyor, üstelik hatırı sayılır bir kısım medya tarafından da övgü üzerine övgü alıyordu. Dün bir de baktım, bu sitenin hazırlandığı işyerinde polis Ergenekon soruşturması kapsamında arama yapıyor, sitenin sahibi ve yöneticilerini gözaltına alıyor.

***
Bu gelişme üzerine hayretler içinde izlediğim bir süreç başladı. Yok efendim, muhalefet susturuluyormuş, bu gidişle hükümete ters kimseyi bırakmayacaklarmış, zaten sırada Soner Yalçın'ın olacağını Mustafa Balbay biliyormuş vs vs... Yahu tetikçiliğin, hedef göstermenin, manipülasyonun ismi ne zamandan beri muhalefet oldu? Şayet Soner Yalçın ve sitesi adam gibi muhalefet yapıyorsa o zaman o sitede neden aslında pek yakından tanıdığımız isimler hep takma adlarla yazıyorlar? Yoksa yalan haber ve iftiralar üzerine kurulu haberler ve yorumların arkasında kimse adı ve sanıyla durmayı göze alamıyor mu?

***
Bazı medya ve koskoca CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin'in, üstelik Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu'nun da desteğiyle, korumak adına 'muhalefet susturuluyor' diye haykırdığı şu Oda TV'nin neler yazdığına bir bakalım isterseniz... Bugün o sitenin soruşturulmasını özgürlüklere ket vurmak olarak görenlerin muhalefetten ne anladıklarını bir görelim... Yerim dar olduğu için maalesef birkaç örnek verebiliyorum. Yoksa arkadaşlarda daha aşağıdaki gibi çok vukuat var...

***
1) Kasım 2010: 'Türkiye'nin gündemini sarsacağız' iddiasıyla ortaya bir haber atıyor Oda TV. MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın kardeşinin Fethullah Gülen'in danışmanı olduğunu iddia ediyor. 'Teyit etmekte çok zorlandığımız bilgilere göre' diye ilginç bir notla! Sonra ne oluyor, tahmin edin? Haber kısa süre içinde yalanlanıyor. Geriye hedef gösterme, dezenformasyon ve çamur at izi kalsın mantığıyla etiketlenen önemli bir müsteşar bırakarak...
2) Yine 2010. Taş atayım da ortalık bulansın haberlerine bir örnek daha: 'İşte Abdullah Gül'ün Anayasa Mahkemesi'ne atadığı yobaz üye' başlığıyla verilen haberde Gül'ün, sakallı bir yobazı, üstelik hukukçu bile olmayan bir kişiyi Anayasa Mahkemesi'ne üye olarak atadığı ileri sürülüyor. Atanan isim Alparslan Altan... Ancak Altan'ın fotoğrafı olarak sakallı Alpaslan Kuytul'un fotoğrafı kullanılmış. Bilinmez bir sebeple karışmış herhalde fotoğraflar! Çarpıtmayı görüyor musunuz?

***
Oda TV'nin haber mantığı ile ilgili yalnızca iki küçük örnek bunlar. Bir de Soner Yalçın'ın diğer işleri var... Konsept danışmanı ve yapımcılığını yaptığı Sağır Oda ve Kurtlar Vadisi'nde nasıl bir Yahudi düşmanlığı nasıl bir Kürt düşmanlığı, nasıl bir Hıristiyan düşmanlığı yapıldığı ne korkunç hurafelerin kafalara yerleştirilmeye çalışıldığı ortada. Bu dizilerin her bölümünde işlenmiş nefret suçları var. Kitaplarına hiç girmiyorum bile...

***
Bakın benim yukarıdaki örneklerle anlatmak istediklerimi 'Atatürkçü' kimliğiyle bilinen ünlü gazeteci ve televizyoncu Reha Muhtar ağustos ayında Vatan'daki köşesinde nasıl anlatmış: 'Türk basınında insanları ve söylediklerini itibarsızlaştırmak için yalanı, riyakarlığı, pespayeliği ve haysiyetsizce saldırıyı haber adı altında yapan Soner Yalçın diye bir kişi var. Sitesinde beğenmediği, çıkarlarına uymadığı, çatıştığı ve sindirmek istediği insanları yalan haberlerle çamur atarak susturuyor ve sesini çıkartamaz hale getiriyor.'

***
Bu tabloya bakarak hala Oda TV ve Yalçın'ın soruşturulmasını 'muhalefeti susturmak' olarak değerlendirenlere ve Yalçın'ın suç olan eylemlerini övüp ona adeta biat eden arkadaşlarına sesleniyorum: Siz ya derin bir uyku ya da büyük bir gaflet içerisindesiniz! Unutmayın ki suç olan bir fiili övmek de aynı şekilde suçtur.