30 Nisan 2011 Cumartesi
Ucube beyinler, ucube zihniyet
M.Nedim HAZAR / ZAMAN 30.04.2011
Bu memlekette yeteneği sınırlı, sanatı vasat kimilerinin ideolojik tartışma üzerinden ekmek yemesi rahatsız ediyor beni. Yazdığı metinler sıradan, çizdiği resimler üç kuruş etmez, yaptığı heykellerin hiçbir sanat değeri olmayan kimilerinin 'laiklik/Kemalizm' gibi sakızlar ile gürültülü bir şekilde var olmaya çabalamaları tuhaf...
Açık söyleyeyim Kars'taki anıt olayına böyle bakıyordum ben. Saygı duyulabilir sanatçı Mehmet Aksoy'un sanatına, lakin yaptığı eser hiç hoşuma gitmedi şahsen. Yıkım tartışması sırasında ekran ekran gezip sanattan çok ideolojik cerbeze yapması ise, kişisel kanaatimi pekiştirdi.
Bu ülkede sanat eserlerinin yıkılmasına, yok edilmesine, tahrip edilmesine kesinlikle karşıyım. Ama en az bunun kadar, yerel ve merkezî yönetimlerin sanat adı altında birtakım hafiflikleri, kendi ideolojik hislerini tatmin amacıyla millete yedirmeleri de hoş ve doğru değil.
Maalesef ülkemizin neredeyse her şehrinde 'heykel' adı altında yaptırılan (genelde bunları yapan sanatçılar belediyenin ideolojik yakınları oluyorlar) ucubeler mevcut. Kimse de bu çirkin yapıların sanat diye yutturulmasına pek ses çıkarmıyor.
Esasen mesele bu da değil. Başbakan doğru söylemiş olabilir ama apar topar bir heykeli yıkmak doğru değil şahsi kanaatim.
Lakin sevgili dostlarım, heykeltıraş Mehmet Aksoy'a destek veriyorum diye, bu milletin insanına, inancına, kültürüne, giyimine, kuşamına hakaret etmeyi marifet sayan birtakım müptezellerin yaptıkları, inanın heykele ucube demekten de, heykeli yıkmaktan da daha rezil bir şey.
Haberiniz olmuştur; Eskişehir'in CHP'li Tepebaşı Belediyesi, heykeltıraş Aksoy'a destek adı altında bir sergi açıyor. Ki olabilir, hem parti olarak, hem de belediye olarak Kars'taki anıtı sevebilir, destekleyebilir, yıkımına karşı olabilirsiniz. Ama bunu ifade eden sergide bu milletin camiine, örtüsüne, inancına hakaret etmeyi marifet sayıyorsanız, en ilkel rejimlerden, en iptidai ideolojilerden daha geridesiniz demektir.
Bilmem sergilenen ve 'sanat' denen ucube zihniyetin ürünü 'şey'leri gördünüz mü? İki minaresi arasına mahya ile 'ucube' yazılmış cami ve gözlerinin altına iç çamaşırı yapıştırılmış mütesettir Müslüman kadın resmi.
Ve bunu yaptıran, aracı olan CHP'li belediye. Malum, geçen referandum öncesi Kılıçdaroğlu ve arkadaşları kendi partilerinin gençlik kollarının açtığı ve rakip parti liderleriyle alay eden birtakım afişlerin yer aldığı sergiyi 'kakara kikiri' eşliğinde gezmişlerdi. Kısa süre sonra sergiyi kaldırıp, tasvip etmediklerini söylediler ama millet sandıkta gereken cevabı verdi bu zihniyete. Sanki şimdi Sayın Kılıçdaroğlu ve partisi aynı hatayı yapmaya and içmiş gibi davranıyor. Şu var: Eğer sayın başkanlarının bu sergiden haberi var ve destekliyorsa faciadır, yok eğer haberi var da engelleyemiyorsa acziyettir, habersizce yapılıyor ve umursamıyorsa zafiyettir, daha büyük rezalettir.
Toplumun bir kesimini, inancını, kutsalını aşağılamaya sanat denmez, başka bir şey denir. Ve aşağılamaya çalıştığınız şey küçülmez siz küçülürsünüz, siz bayağılaşmış olursunuz. Buradan CHP ve bu sergi tıynetindeki güruhu kendine gelmeye davet ediyorum; sanat denen güzelliği iğrenç bir ideolojik çamur kovasına çevirmek, sizi rahatlatabilir ama bedelini -on yıllardır olduğu gibi- sandıkta görürsünüz. Bu kadar basitleşmemeli bu işler, bu kadar ayağa düşürülmemeli..
Benden CHP'ye tavsiye; bırakın kampanyayı, reklamı, beyannameyi, şunu, bunu. Bu tür şeyler yaptıkça iniyorsunuz, ellemeyin hiçbir şeyi en az yüzde 25 alın. Bu cıvıklıklar sizi milletin gözünde batırdıkça batıracak.
Şu ülkede 'sol' denen zihniyete bir bakar mısınız: Gül dağıtan, Peygamber'i tanıtan stant basılıyor, öğrenciler tartaklanıyor, yıkılıyor, darp ediliyor. Sanat adı altında milletin inancına hakaretler ediliyor!
Siyaset; beraber ve solo ucubelerin ordusu olmasın!
28 Nisan 2011 Perşembe
Kritik eşik: 27 Nisan ya da 2007...
Ali BAYRAMOĞLU / YENİ ŞAFAK 28.04.2011
Startı CHP vermişti. Baykal 10 Ocak günü Başbakan Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığına aday niyeti olduğunu söyleyerek, "Anayasa'ya inanmıyor, YÖK'le kavgalı. Bu üslupla cumhurbaşkanı olamaz. Başkomutanlığı temsil eden birisi, kavgalı olduğu orduya başkomutanlık yapabilir mi?" diyordu.
12 Nisan 2007'de Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt yaptığı basın toplantısında "Hem vatandaş hem de TSK'nın bir personeli olarak, Cumhuriyetin temel değerlerine sözde değil özde bağlı olacak bir kişinin Cumhurbaşkanı seçilecek olmasını umut ediyoruz" diyerek TSK'nın tavrını ortaya koydu.
Ertesi gün, Cumhurbaşkanı Harp Akademileri'nde verdiği konferansta, 'Türkiye'de siyasal rejim, Cumhuriyet kurulduğundan beri, hiçbir dönemde günümüzde olduğu kadar tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştır. Laik Cumhuriyet'in temel değerleri, ilk kez açıkça tartışma konusu yapılmaktadır' sözleriyle ateşi biraz daha körükledi.
Sıra 28 Şubat ürünü para-militer örgütlere gelmişti.
14 Nisan'da, şimdilerde Ergenekon sanığı, emekli Org. Şener Eruygur'un başkanı olduğu Atatürkçü Düşünce Derneği önderliğinde ve çeşitli sivil toplum örgütlerinin katılımıyla Ankara Tandoğan'da, başörtü meselesini öne alan, Çankaya ve örtü bağlantısı üzerine kurulan 'Cumhuriyet Mitingi' yapıldı. Bu mitingler, İstanbul, İzmir, Samsun, Manisa, Çanakkale ve Mersin olmak üzere ülkenin çeşitli bölgelerinde 22 Temmuz genel seçimlerine değin devam edecekti.
24 Nisan günü Abdullah Gül, 11. Cumhurbaşkanı olmak için aday olduğunu açıkladı.
27 Nisan'da TBMM Genel Kurulu'nda yapılan ilk tur oylamada Abdullah Gül, 357 oy aldı. Oylamaya 361 milletvekili katılmıştı. CHP, oylamada "toplantı yeter sayısının 367'yi bulmadığı" iddiasıyla, bu turun iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesi'nde dava açtı.
Bu oylamadan hemen sonra ve Anayasa Mahkemesi'nin kararından hemen önce Genelkurmay Başkanlığı'ndan bir gece yarısı bildirisi geldi.
Bildiride, "Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk'ün, 'Ne mutlu Türküm diyene!' anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır. Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir" deniliyordu.
Muhtıra etkisini hemen gösterdi.
Anayasa Mahkemesi, 1 Mayıs'ta beklenenin ve kulis haberlerin tersine "ilk turda Meclis'in 367 milletvekili ile toplanması gerekir" diyerek, TBMM'deki oylamanın iptali yönünde karar verdi.
Ama asıl dalga bu noktadan sonra yükselecekti.
Asker verdiği muhtırayla, siyasi rolüne ilişkin kendi infaz fermanını imzalamıştı.
Sistem bloke olmuş, erken seçim kararı alınmıştı.
Seçim kampanyası doğal olarak cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 367 krizi üzerine yapıldı.
Ve seçimler sivil siyaset ile askeri vesayet arasındaki yapılan bir referanduma dönüştü.
22 Temmuz'da bu koşullarda AKP yüzde 47 gibi yüksek bir oy oranıyla tekrar iktidara geliyor, 28 Ağustos'ta Abdullah Gül Türkiye'nin 11. Cumhurbaşkanı oluyor ve 12 Eylül Anayasası'nın devlet ile siyaset alanını birbirinden ayıran sistematiği çöküyordu.
Olaylara uzak açıyla ve toplu olarak bakınca taşlar iyice yerli yerine oturuyor...
Dün sivilleşme sürecinin başlamasının 1. yıldönümünü yaşadık.
Mesele şimdi bu süreci alabildiğine derinleştirmekte...
26 Nisan 2011 Salı
Şah-mat dediler: Durum çok vahim!
İbrahim KARAGÜL / YENİ ŞAFAK 26.04.2011
Bize diyorlar ki; tek bir noktadan bak, başka şeyleri görme, bilme, sorgulama.. Hak talep edenlere, özgürlük isteyenlere tam destek ver ama onlar üzerinden, kan üzerinden oyun kuranları ayıplama. Bu dönemde; Libya'da iç savaş yaşanırken, Suriye'de tanklar sokaklarda gezerken, insanlara kıyılırken başkalarının neler planladığı, bu işlerde parmağının olup olmadığı ile ilgilenecek vaktimiz mi var!
Haklılar.. Özgürlük isteyenlere, despot rejimlerle mücadele edenlere tam destek veriyoruz, vereceğiz de. Onlarla birlikte üzülecek, onlarla birlikte sevineceğiz. Bu bölgede onlarca yıldır meşruiyetini halkından almayıp onları ezen rejimleri savunacak halimiz yok, hiçbir zaman da olmadı.
Ama onların dediği gibi yapmayacağız... Gözümüzü tek bir noktaya dikip, bağırıp çağırıp ondan sonra, işler sakinleşince "eyvah, biz bunu istememiştik, amacımız bu değildi" demeyeceğiz. Yani bir kez daha kazık yemeyeceğiz. Yüz yıldır bu topraklarda oyunun bin bir türlüsü oynanmışken, en masum talepler kanlı senaryolara kurban edilmişken hiçbir şey olmamış gibi haber etmeyeceğiz. Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana bu rejimler üstünden bölgeyi yönetenlerin şimdi hak talepleri üzerinden kumar oynamalarına izin vermeyeceğiz.
Evet, onları destekleyeceğiz, desteklerken onların kanı üzerinden hesap yapanları da göreceğiz. Bu hesapçıların bütün bölgede nasıl etnik çatışmalara yatırım yaptığını, nasıl mezhep kavgası kızıştırdığını bileceğiz. Suriye'de bir Alevi-Sünni çatışmasına ya da bir Kürt-Arap çatışmasına izin vermeyeceğiz, vermemeliyiz. Bu ülkenin dağıtılmasına, birkaç parçaya bölünmesine, her ne sebeple olursa olsun Fransa önderliğinde bir işgal gücünün müdahalesine maruz kalmasına hep birlikte karşı çıkacağız, çıkmalıyız.
Suriye yönetimi kontrolü kaybediyor. Dera ve başka bölgelerde tanklar sokaklarda geziyor, sınırlar kapatılıyor, iletişim durduruluyor, insanlar kurşunlara hedef oluyor. Bu doğru ve gerçekten çok endişe verici. Böyle bir tabloyu haklı gösterecek hiçbir gerekçe bizim için meşru değil.
Beşşar Esad yönetimi, bugüne kadarki reform beklentilerini neredeyse terk etti ya da terk etmek zorunda bırakıldı. Reform yerine silaha sarıldı. Aile çevresi, Baas bürokrasisi, istihbarat birimleri, ülkenin siyasi ve ekonomik gücünü elinde bulunduran mafyalaşmış yapı, reform yerine, hak taleplerini anlama yerine, toplumsal uzlaşmaya kapı aralama gerine güvenlik tedbirlerine başvurmaya, kan akıtmaya başladı
Bu intihar demek. Uygulanan yöntem; sadece rejime karşı tepkiyi daha da güçlendirmekle, sistemin sonunu getirmekle sınırlı kalmayacak. Muhtemelen ülkenin bir tür iç savaşa sürüklenmesine hatta askeri müdahaleye maruz kalmasına yol açacak. Şu an itibariyle bazı bölgelerdeki durum iç savaşı andırıyor. Libya'da Misrata'da ne yaşanıyorsa bu bölgelerde benzer şeyler yaşanıyor.
Gösterileri, tepkileri bastırmanın, muhalefeti silahla sindirmenin ötesinde görüntüler var. Sanki Suriye güvenlik birimleriyle bazı bölgelerdeki silahlı birimler arasında sokak çatışmaları, şehir savaşları yapılıyor. Silahlı kişilerin arasında Suriye dışından gelenler var iddiası doğruysa, durum gerçekten vahim demektir.
Şam yönetimi, bu kişilerin Ürdün, Suudi Arabistan kökenli olduğunu öne sürüyor. Bu bir dezenformasyon olabilir. Ama gerçeklik payı varsa, bu ülkelerden silahlı birimler Suriye'ye girmiş ve silahlı mücadele başlatmışsa durum bölgesel bir nitelik alacak demektir.
Ürdün sınırının kapatılması bu açıdan çok önemli. Olaylar tırmanırsa, durum, Şam'ın iddia ettiği gibi bir boyut alırsa, Suriye ile Ürdün arasında nasıl bir gerilim çıkacağını tahmin edebiliriz. İki ülkenin savaşın eşiğine gelmesi nasıl bir bölgesel tehdit oluşturur düşünelim. Sadece Suriye-Ürdün değil; Lübnan içinde Hizbullah ve Hariri taraftarları da bu gerilimin tarafı olacaktır. Yine böyle bir durumda, Bahreyn'deki Şiilerin isyanı Suudi Arabistan'ın petrol bölgelerinde yaşayan Şiilerin isyanına dönüşecektir.
Tamam; Suriye'de rejime karşı haklı talepleri olan insanlar ayakta. Ve gerçekten hazin durumlar var, kan dökülüyor ve bu daha da artacak gibi. Rejim ve hak talep edenler arasında taraf olmak çok kolay. Eğer durum sadece buysa bizim safımız bellidir. Çözüm önerimiz, Suriye yönetimi, yeni bir toplumsal sözleşme üzerinde halkıyla uzlaşmak zorunda. Türkiye de bu konuda işlerini kolaylaştırıcı rol üslenmeli. Diyalog kapıları aralanmalı, rejim belli azınlığın rejimi olmaktan çıkarılıp toplumun bütün kesimlerini temsil edecek şekilde yeniden dizayn edilmeli. Şam, bunu yapmazsa çok kan dökecek ama er geç kaybedecek.
Bu şekilde iki tarafı olan tartışmada taraf olmak da çözüm önerisi getirmek de kolay. Ama, İran-Suudi Arabistan cepheleşmesi, Suriye-Ürdün cepheleşmesi, bölge içi güç mücadelesi varken, bir de Irak ve Libya'da olduğu gibi müdahale ihtimali masada iken, yani çok taraflı karmaşık denklemler söz konusuyken dikkatli olmak zorunludur.
Olayları bütün boyutlarıyla görmeye çalışanların işi gerçekten zor. Tarafların hepsi sizi suçlayacaktır. Öyle de oluyor. Bireysel ve toplumsal vicdanımız bu ülkede ezilenlerin yanında. Acı duyuyoruz ve çok endişeleniyoruz. Ancak, farklı ihtimalleri, senaryoları bugün tartışamazsak, yarın çok acı çekeceğiz. "Ne oldu bize, neden oldu, şimdi ne yapacağız" şeklinde ağıt yakmaktan başka seçeneğimiz kalmayacak.
Libya, Kaddafi despotluğuna karşı ayaklandı. Haklı bir dava. Bugün Libya hem iç savaş yaşıyor hem işgal ediliyor. Bu işgali durdurabilecek ya da ömrünü kısaltabilecek miyiz? Elbette hayır. Belki on yıl sürecek ve Irak benzeri trajediler yaşayacağız.
Suriye ayağa kalktı. Baas yönetimine başkaldırdı. Onlarca yıllık eziyete bakınca son derece haklı talepler. Yarın Suriye de Libya gibi iç savaşa sürüklenirse, ardından müdahale gelirse, yapacak hiçbir şeyimiz kalmayacak. Bazı aklı evveller, bir hafta öncesini ve bir hafta sonrasını düşünemeyenler için bu cümlelerin hiç bir anlamı yok, biliyorum.
Ve yarın, Ortadoğu'da, Türkiye'nin öncülük etmeye çalıştığı her şeyin silinip süpürüldüğünü, bölgenin kapılarının Türkiye'ye kapandığını gördüğümüzde ne yapacağız?
Unutmayın; birileri şah-mat dedi. Bunu, onlarca yıldır ezilen halkların üzerinden, onlarca yıldır yönettikleri rejimler üzerinden dedi. Sadece bu ülkelere karşı değil, Türkiye'ye karşı da dedi. Hadi, rejimlere duyduğumuz öfke kadar, en az o kadar bu oyunu kuranlara karşı da yürüyelim. Var mısınız?
25 Nisan 2011 Pazartesi
Hurşit giymiş beyaz mintan kaza namazından gelir
Ahmet HAKAN / HÜRRİYET 25.04.2011
CHP seçim bildirgesini “cuma namazı” vaktinde açıkladı ya...
İşte bu olaya karşı ben de 7 maddelik bir bildirge hazırladım.
Arz ediyorum:
BİR: Cuma namazı vaktini dikkate almanın, ne yükselen muhafazakârlığa uyum sağlamakla, ne de dine taviz vermekle bir ilgisi vardır.
İKİ: Bu coğrafyada en seküler kesimler bile cuma namazı vaktini hesaba katarlar.
ÜÇ: Burası dükkân kapılarına “Cumaya gittim, geleceğim” yazısının asıldığı bir ülkedir.
DÖRT: Memleketin dinsel kültürüne saygı duymak, din üzerinden siyaset yapmak anlamına gelmez.
BEŞ: Sen istediğin kadar çarşaf açılımı yap, emekli müftüleri, sola açık ilahiyatçıları partine doldur, cuma namazı vakti konusunda bir duyarlılığın yoksa attığın adımlar göz boyamaca olarak algılanır.
ALTI: İddialı ya da iddiasız herhangi bir partinin, bu memleketin kültüründe, inancında ve geleneğinde çok esaslı bir yeri olan cuma namazı vakti olgusuna yabancılaşmak gibi bir lüksü olamaz.
YEDİ: İnsan hiç olmazsa BDP’den ders alır. Adamlar “Devletin imamlarının arkasında cuma kılmayız” dedikten sonra alternatifini de ortaya koydular: “Sivil cuma namazı.”
* * *
Gelelim yazının başlığındaki Hurşit meselesine...
CHP Genel Başkan Yardımcısı sıfatını taşıyan Hurşit Güneş, cuma namazı vaktinde seçim beyannamesi açıklama olayını, “Cuma namazını kazaya bıraktık” diye savunmuş.
Bakar mısınız şu işe!
Koskoca muhalefet partisinin önemli bir ismi, cuma namazının kazaya bırakılamayacağından habersiz...
Hadi dini kültürü yok, bari biraz türkü kültürüne sahip olsaydı.
Çünkü hayatında bir kez olsun, “Beyaz gül kırmızı gül güller arasından gelir / Yarim giymiş beyaz mintan cuma namazından gelir” türküsünü kafasını gözünü yarmadan söylemiş biri, cuma namazının kazaya bırakılamayacağını hissederdi.
23 Nisan 2011 Cumartesi
Sen bizi batıracaksın Kemal
Ahmet KEKEÇ / STAR 23.04.2011
Babaları Demirel de böyleydi... Seçim kazanmaktan umudunu kesince, işi promosyona dökmüştü: “Kim ne veriyorsa, ben 5 fazlasını veriyorum...”
Demek ki Baba sadece liste yapmıyormuş.
Ufuk ve vizyon da çiziyormuş CHP’ye.
Dün Kemal Kılıçdaroğlu’nun ağzından dinlediğimiz CHP’nin “seçim beyannamesi”, bir Demirel klasiğiydi adeta...
Keşke toplantı Selim Sırrı Tarcan Salonu’nda yapılsaydı.
Kapıda toplum polisleri (frukolar) bekletilseydi.
Retro görüntü vermek için kürsü ve izleyici koltukları arkaik ışıklandırma sistemiyle aydınlatılsaydı.
İsmet Paşa da mezarından kalkıp gelseydi ve “son numarasıyla” gurur duysaydı. “Biz ortanın solu derken, bunu murat ediyorduk işte evlat... Soldan soldan gider gibi yapıp, sağdan vuracaksın. Bunu Ecevit’e anlatamadık. Bakın Kemal Bey oğlumuz işi nasıl kıvırıyor...”
Hakikaten de iyi kıvırıyor.
Hiçbir şey söylemeden, çok şey anlatıyor.
Mesela, “Kürt” demeden Kürt meselesini çözüyor. “Alevi” sözcüğünü ağzına almadan Alevi meselesini hallediyor. Başörtülü kızları merdiven altına hapsederek, başörtüsünü “sorun” olmaktan çıkarıyor.
Bu arada, bol bol da dağıtıyor...
Kim ne veriyorsa, 5 fazlasını veriyor.
İktidar partisi 500 milyar dolar ihracat mı öngördü?
Bu ne ki? “Biz geldiğimizde 650 milyar dolara çıkaracağız” diyor.
Büyüme hedefi yüzde 6 olarak mı belirlendi?
Bunu çok düşük buluyor: “Bizim zamanımızda yüzde 7 olacak...” diyor.
İktidar, milli gelir hedefini Cumhuriyet’in 100. yılında 25-30 bin dolar olarak mı belirledi?
Rakamların efendisi Kemal Bey bunu da az buluyor. “Bizim iktidarımızda milli gelir 31 bin dolar olacak?”
Neden 30 değil, 35 değil, 40 değil de, 31 bin dolar?
Bu küsurat, Kemal Bey’in işin üzerinde ciddiyetle durduğu, bu rakamı bulmak için kılı kırk yardığı anlamına mı geliyor.
Peki, işini ciddiye alan bir adam, “Büyüme rakamını yüzde 6 olarak belirlemişlerdi, yüzde 9 çıktı... Yine hedefi tutturamadılar!” der mi?
Kemal Bey bunu dedi işte... Recep Bey’i “hedefi tutturamamakla, kamuoyunu yanıltmakla” suçladı.
Kemal Bey’in “Retro seçim beyannamesinde” başka neler var?
Ne yok ki?
Hem, kim ne veriyorsa 5 fazlasını veriyor, hem de kimsenin aklına gelmeyecek yeni promosyon kalemleri icat ediyor...
Her ev kadınına, 600 lira aile yardımı... (Recep Bey kömür ve buzdolabı işine abanırsa, bu rakam duruma göre bin 200 liraya da çıkabilecek.)
Fındık üreticisi taban fiyatını kendisi belirliyor. (Dünya piyasası diye bir şey yok sanki... Borsa diye bir şey yok.)
Kayısı üreticisi, kayısısını kendi koyduğu fiyattan satıyor.
Köylüye mayınlı arazilerden bol bol toprak dağıtılıyor.
Taksiciden KDV ve ÖTV alınmıyor.
Her yıl 1 milyon kişiye kamu kesesinden iş bulunuyor. Vs...
Bütün bu sarf kalemlerini topladığınızda 300-400 milyar dolar gibi bir rakama ulaşıyorsunuz ve ister istemez “kaynağı” merak ediyorsunuz ama onun adı Kemal...
Demirel, 5 fazlasını vaat etmişti ama sözünü tutamamıştı.
Mevcudun üzerine bir şey koyamamıştı çünkü.
Biriktirilenleri çarçur etmiş; hem kendisini, hem ülkeyi harcamıştı.
Kemal Bey de mevcudun üzerine bir şey koymuyor.
Bir büyüme hedefi, bir kalkınma reçetesi, bir ekonomi vizyonu yok.
Bütün politikaları, “biriktirilenleri sarf etmek” üzerine kurulu...
Ben Demirel’in yerinde olsam, “Sen bizi batıracaksın Kemal” derdim.
Giderayak bu iyiliği yapardım.
Beni Cumhurbaşkanlığıyla taltif eden halkıma borcumu bu şekilde ödemiş olurdum.
22 Nisan 2011 Cuma
Batsın bu bürokrasi
Cüneyt ÖZDEMİR / RADİKAL 22.04.2011
Bugünkü konumuz güvenliğimize karşı tehdit, hem de ciddi tehdit oluşturan bir düşman. Bu düşman, dünyanın son merkezi planlama kalelerinden biri. Beş yıllık planlar dikte ederek hüküm sürmektedir. Taleplerini bir başkentten zaman dilimlerine, kıtalara, okyanuslara ve ötesine dayatmaya çalışmaktadır. Özgür düşünceyi acımasız bir kararlılıkla bastırıp yeni fikirleri ezmektedir. Savunma gücüne sekte vurmakta ve insanların canını kadın-erkek ayrımı yapmaksızın tehlikeye sokmaktadır. Bu düşman kulağa eski Sovyetler Birliği gibi gelmiş olabilir ama o düşman öldü. Bugünkü düşmanlarımız daha kurnaz ve acımasız. Dünyanın bir ayağı çukurdaki son diktatörlerinden birini tarif ettiğimi düşünebilirsiniz. Ama onların devri de kapandı, kapanıyor ve sözünü ettiğim düşmanla ne güçte ne de boyutta boy ölçüşebilirler. Düşman evlerimize daha yakın. Sözünü ettiğim, bürokrasidir.(..) Onu kendisinden korumamız gerek.”
Bu sözler George W. Bush yönetiminin Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’e ait. Konuşmayı Pentagon’da yapmış. Tarihi de pek bir manidar; 10 Eylül 2001. Ertesi gün 11 Eylül saldırıları gerçekleşti ve ABD’nin tarihi değişti. Birkaç gündür Türkiye’de bürokrasinin demokrasiyi hallaç pamuğu gibi atmasını şaşkınlıkla ve öfkeyle seyrederken aklımda hep bu konuşmanın yer aldığı Blackwater’ın hikâyesinin anlatıldığı kitap vardı. Dünyanın en büyük özel ordusundan bahsediyorum. ABD’nin savunma bakanı bürokrasiye çok haklı bir savaş açtı ve sonrasında kazanan dünyanın son yüzyılda gördüğü en büyük özel ordusu oldu.
Yukarıdaki şu birkaç satırdan çıkarılacak çok ders var. Ankara’ya çöreklenen bürokrasi yıllarca toplum mühendisliğini kendisine bir görev bildi. Halkı sadece lojmanların pencerelerinden ya da makam araçlarının camlarından gördüler. Kendi güdümlerindeki gazetelerde okuduklarını gerçek Türkiye sandılar. Hantal bir devlet mekanizmasının dişlileri olarak Ankara bozkırına sıkışıp kaldılar.
Yeni Türkiye kurulurken anayasada bu köhne bürokrasiden de kurtulmanın bir yolunu bulmamız gerekecek.
Evet, buraya kadar herkes hemfikir, ama sonrasında yaşanacakları da düşünmemiz gerek. Rumsfeld’in o gün ayakta alkışlanan konuşması ardından şu son 10 yılda yaşananlar gösterdi ki, yola çıkılan hedef ile varılan hedef her zaman bir olmuyor. Öyle olsaydı bugün ABD ordusu topyekûn Irak’tan çekilirken geriye ABD vatandaşlarının paraları ile finanse edilen ve artık Blackwater adını bile kullanmaya utanan özel orduyu bırakmazdı.
Yani Ankara bürokrasisini yıkmasına yıkalım da yerine ne koyacağız, onu da en baştan konuşalım...
21 Nisan 2011 Perşembe
Bu ölümün vebali var
Okay GÖNENSİN / VATAN 21.04.2011
Yüksek Seçim Kurulu’nun koyduğu bombayı bugün kaldırması bekleniyor. Bekleniyor, ama bugünkü toplantıya kadar yine hangi ellerin devreye gireceği belli değil.
Böyle bir kararın, Kürtlerin demokratik siyaset içinde yer almasının istenmemesi olarak görüleceğini ve büyük tepkiyle karşılanacağını “yüksek yargı” içinde yer alan ve deneyimli hukukçulardan oluşan bir kurulun bilmemesi mümkün değil.
YSK’nın veto kararını almadan önce, adayları eksik belge varsa bilgilendirmek, uyarmakla yükümlü olduğunu ve bunu yerine getirmediğini de herkes öğrenmiştir.
Kurul, neden bu görevini yerine getirmediğini, “muhbir vatandaş” olayı da dahil olmak üzere kamuoyuna açıklamak durumundadır.
Çünkü “vebal” altındadır.
Demokratik gelişmelerin çok gerisinde kalmış bir mantıkla çalıştığı için vebal altındadır.
Ülkeyi gereksiz bir gerilime soktuğu için vebal altındadır.
İnsanların sokağa dökülmesine yol açtığı için vebal altındadır.
Genç bir insanın güvenlik güçlerinin açtığı ateş nedeniyle ölmesi yüzünden vebal altındadır.
Demokrasi ve özgürlüklerin bu ülkede geriye dönülemeyecek şekilde yerleşmesini isteyen milyonlarca kişiyi umutsuzluğa sevk ettiği için vebal altındadır.
***
12 Eylül’ün ruhunu içine sindirmiş bir yargı düzeniyle, özgürlüklerin ve bütün vatandaşlarının yanında olmayı değil devletin koruyucusu olmayı görev bellemiş bir yargı düzeniyle demokrasinin birlikte var olamayacağı ortadadır.
Sadece YSK’nın değil, otuz yıldır 12 Eylül’ün vatandaşını düşman gören anayasasını değiştirmeyen, yasalarını değiştirmeyen bütün siyasiler de vebal altındadır.
İnsanı merkez alan, vatandaşlarının özgürlüklerini, yönetimde şeffaflığı ve katılımı esas alan bir anayasa yapılmadığı sürece Türk toplumu son krizin benzerlerini yaşamaya, genç insanların ölümlerini izlemeye mahkûm kalacaktır.
Ankara’daki “müesses nizam” bunu görmemekte hâlâ direniyor. Müesses nizama dâhil olan siyasiler ise, önceleri görseler de yerlerine yerleştikçe görmeme eğilimine giriyorlar.
Önümüzdeki seçim bu körlüğün ortadan kalkması, en azından etkisinin azaltılması için yeni ve çok önemli fırsattır. Bu fırsatı değerlendirmek sadece iktidar adayı AKP’nin değil, CHP’nin ve BDP’nin de görevidir.
20 Nisan 2011 Çarşamba
YSK'yı eleştirmek için BDP'yi mi desteklemeli?
Ahmet Turan ALKAN / ZAMAN 20.04.2011
Hukuka aykırı ama kanunlara uygunmuş; öyle diyorlar.
Bu tesbit, Türkiye'de hukuk devleti kavramının başına gelen bütün trajedileri kapsıyor: Hukuka aykırı ama kanunlara uygun!
Hepimiz, bu ve buna benzer "ârıza"ların çıkabileceğini öngörüyorduk; hamle YSK'dan geldi. İçlerinden bazıları, daha önce aynı kanuni durumda bulunan BDP'li vekillere "Sen vekil olamazsın" deniliyor şimdi. Öfkelenmek için BDP'li veya Kürt seçmen olmaya lüzum yok, biraz insaf sahibi herkes bu kararı beğenmedi.
YSK ise bombanın pimini çekip hükümetin kucağına bıraktı.
Bu garip ama bir o kadar çılgın durum, ârıza çıkarmaya teşne merkezî bürokrasimizin "BDP aleyhtarlığı" olarak yorumlanabilir mi? Zannetmem; hukukumuz hem bağımsız hem de tarafsızdır ve asla duruma göre karar vermez. En azından kitaplarda öyle yazıyor. Evet, bu durum BDP veya doğrudan Kürt aleyhtarlığı olarak yorumlanamaz ama fiilen en çok BDP'yi hoşnut ettiği gerçeği de gözardı edilemez.
BDP, siyasetini krizden üreten bir parti; böylesi krizler BDP'ye enerji, sinerji, heyecan, yaşama zevki ve saadeti veriyor. Şimdi yine "Bakın bize ne akıl almaz engeller çıkarıyor, Kürt halkının seçilme hakkını nasıl baltalıyorlar" diye sızlanacaktır ve yerden göğe haklıdır bu noktada.
Niçin haklı olduklarını Deniz Baykal gayet isabetli değerlendirmiş; diyor ki: "Herkes planlamasını ona göre yapmış. Adaylıklarını ona göre ilan etmiş. Türkiye'de zaten bir baraj problemi var. Baraj problemini aşabilmek için insanlar bağımsız aday olarak ortaya çıkıyorlar. Şimdi bağımsız adaylıkları birden bire, adaylıkları yenileme şansı da yokken, geçmişte de bu insanlar seçilmiş ve halen de bir kısmı milletvekili olarak görev yaparken, 'siz artık milletvekili olamazsınız' diye geri çevirmek adaletle, hakşinaslıkla, hukuka saygıyla, devletin sürekliliğiyle, geçmiş uygulamaların tutarlılığıyla izah edilebilir bir durum yaratmıyor."
Yeri gelmişken söyleyim, Sayın Baykal'ın YSK kararını, üstelik gayet demokratik ve hukuka uygun bir mantıkla eleştirmesi hayra alâmettir; zira 2007'deki şu meşhur 367 krizinde AYM'yi açıkça tehdid etmiş ve karar da -ne tesadüf!- tehdid istikametinde çıkmıştı. Bu tehdide karşı AYM'nin hâlâ duymamış gibi davranması pek câlib-i dikkat bir keyfiyet olarak yerinde duruyor.
Fiilen BDP açısından birşey değişmez; veto edilen adaylar yerine yenisi gösterir, daha büyük oy oranlarıyla yine mecliste grup kurarlar, fakat gadre uğradıkları yolunda kamuoyunda yerleşik bir kanaat vardır; önemle ilâve etmeliyiz ki bu kanaat hukuka uygun fakat yürürlükteki kanunlara aykırıdır.
Kızıyorlar, haklılar ama daha derinlerde bu karardan hoşnut olduklarını tahmin ediyorum. BDP bu şekilde milyonlarca lira harcamakla başaramayacağı bedava bir seçim kampanyası ve propagandası fırsatı buldu; değerlendireceklerdir. ABD'nin Ankara büyükelçisi bir kere daha, "Bu ne perhiz ne lahana turşusu" diyerek mutsuzluğunu belirtirken AB, "Siz kiim, demokratik standartlar kim be yav!" diye dalgasını geçecek, sınır tanımayan hoşnutsuzlar kulübü Türkiye'ye işaret parmağını sallayarak ağzımıza biber sürecektir. Bu noktada çelmeyi, hükümet yemiştir ve "müstehaktır" diyesim geliyor.
"Hukukla kanun çatışırsa ne olur?" sorusunun cevabını artık hepimiz biliyoruz. Kanun, -eğer yakalarsa- hukuku döver; hukuk daha sonraları toparlanıp kanunu çıktığına pişman ederse de dar günde atı alan Üsküdar'ı geçmiştir.
Acaba diyorum, şu kanuna uygun ama hukuka aykırı kararı eleştirmek için tutup BDP'ye mi oy versem? Fesübhânallaah!
19 Nisan 2011 Salı
YSK davetiyesi: TBMM'ye gelmeyin; dağlara gidin...
Cengiz ÇANDAR / RADİKAL 19.04.2011
Bu köşede bambaşka bir yazı yazmıştım dün. YSK’nın 7’si BDP’nin desteklediği, 12 bağımsız adayın adaylıklarını iptal kararı gündeme bomba gibi düştüğü vakit, yazıyı da iptal ettim.
Çünkü, demokrasi ve Kürt sorununun barışçıl yollardan çözüm çabalarının bağrına bir hançer saplanmıştır. Bu hançeri YSK saplamıştır.
Bu, herhangi bir basit karar değil. Ülkenin yakın geleceğini karartma sonucu doğuracak, “siyasi” nitelikte bir karar. Bir şey değilse, “hukuki” değil. Bu, “hukuki” bir karar değil.
Karar gerekçesinin, geçmiş mahkûmiyetler olduğu ileri sürülüyor. Nasıl şey bu? Karara konu olanlardan ikisi, BDP eşbaşkanı Gültan Kışanak ile Sebahat Tuncel, zaten milletvekili. 2007’de milletvekili seçilmiş, gelmişler. “Geçmiş mahkûmiyetler” gerekçesiyle, 2011 yılında seçimlere girmeleri nasıl engellenebilir? Nasıl “hukuki” olabilir böyle bir karar?
İler tutar tarafı yok.
Düşünebiliyor musunuz, “darbecilik” iddiası ile Ergenekon davasından tutuklu ve sanık bulunan isimler, CHP listelerinden aday olabiliyor, zaten yüzde 10 barajı ile önlerine akıl almaz engeller dikilmiş BDP’liler ve BDP’nin destekleyeceği isimler “bağımsız aday” bile olamıyorlar.
Bu ülkenin “demokratik vicdanı”nın kabul edebileceği bir şey mi bu? Bin dereden seksen sekiz tane mevzuat açıklaması getirseniz, kabul edilmez. Vicdanlarda mahkûm olan hiçbir hükmün “hukuki değeri” de olamaz. Yoktur.
Başbakan ve Ak Parti tavır almak zorunda
YSK’dan kuşkusuz iktidar partisi, yani Ak Parti sorumlu değil. YSK, yargının bir parçası sayılıyor. İşin ilginç tarafı, Ak Parti’nin herhangi bir şekilde nüfuzunu gösteremediği bir parçası yargının. Daha birkaç gün önce, Ak Parti’nin istekleri hilafına, yurtdışında oy kullanma imkânlarını da geri çevirmişti.
Ancak, daha birkaç gün önce, seçim beyannamesinin başına “insan odaklı, özgürlükçü bir anayasa” vaadini yerleştiren Ak Parti ve genel başkanı Tayyip Erdoğan’ın, ülkenin demokratik geleceğine hançer gibi saplanan böyle bir karar karşısında suskunluğunu koruması ya da “yargıya karışamayız” basmakalıp bahane söyleminin altına girip saklanması da olmaz.
Tayyip Erdoğan’ın iktidarının devamının da, garantisinin de “güvencesi”, demokrasinin kendisidir. Demokrasinin geleceğinin böyle bir YSK kararı ile mayınlanmasına bigane kalamaz.
Başbakan, dün, “Bu ülkede Kürt meselesi artık yoktur, benim Kürt kardeşlerimin meseleleri vardır. Bu ülkede Kürt kardeşlerimin istismarı vardır, ama bu oyuna onlar da gelmeyecek, bu oyunu bozacaklar. Kurulan tezgah budur. Diyorlar ki, Ak Parti Güneydoğu’da Kürt orijinli olan adayları, Kürtlerin meselelerini sorun yapmayanlar çekti. Ya cehaletleriyle konuşuyorlar ya da bilmiyorlar. Biz oradaki sorunlara vakıf arkadaşlarımızı aday yaptık ve inşallah o sorunları bu arkadaşlarımızla beraber gece gündüz çalışmak suretiyle çözmeye devam edeceğiz” demişti.
Bu sözleri YSK kararından önce, onunla hiç ilgili olmayan bir bağlamda söyledi. Ama, önüne kocaman bir sorun YSK tarafından çıkartıldı. Bu sorunu aşmak için harekete geçmek zorunda.
TBMM yerine “dağa” davetiye kararı
Bu ülkede “Kürt meselesi” artık var mıdır, yok mudur, “mesele” Kürt kardeşlerimizin meselelerinden mi ibarettir; bunu bol bol tartışırız. Ne var ki, tartışma götürecek husus şudur: Kürt siyasetinin “dağdan inmediği”, inebilmesi için siyaset kulvarlarının açılmasının gerektiği bir dönemde, TBMM zemininde siyaset yapmak isteyen, yüzde 10 barajı nedeniyle “bağımsız” olarak seçim yarışına girenlere bile engel çıkarılırsa, bunun siyasal anlamı ve sonuçları olur.
BDP, “yasal yollar tıkanmıştır” dediği anda, bu hüküm, binlerce Kürt gencinin dağların yolunu tutması teşviki anlamına gelir. YSK kararı, bu yönüyle, Kürtlere “TBMM’ye gelmeyin; dağlara gidin” davetiyesi demektir.
Tam da bu yüzden, YSK kararı, “siyasi sonuçlar” üretmeye ve demokrasinin bağrına hançer saplamakla eşanlamlı bir karardır.
YSK’nın bu kararından sonra, “yargı reformu” ve “yeni anayasa”nın ne kadar vazgeçilmez ihtiyaçlar olduğu daha da çarpıcı biçimde ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde, yüzde 10 barajının da mutlaka kalkması zorunluluğu da.
Yüzde 10 barajı, koalisyon hükümetlerine yol açarak “yönetimde istikrarı” bozan bir etki potansiyeline sahiptir. Ancak, “temsilde adalet”in sağlanamaması da, ülkeyi aynı şekilde yönetilemez hale getirme potansiyelini taşıyor.
Ne yapıp edip, YSK kararının düzeltilmesi sağlanmalıdır.
Aksi halde, seçim “şaibeli” duruma düşer, o seçim sonucunda oluşan parlamento, “demokrasi üzerine düşen gölge”yi asla kaldıramaz.
“Türkiye 2023”, bir stratejik proje olmaktan çıkıp, “hayal” haline gelir.
18 Nisan 2011 Pazartesi
Şener, tek başına
Nazlı ILICAK / SABAH 18.04.2011
Abdüllatif Şener, "tek başına iktidar" olma iddiasındaydı. Meğer, partisinden ayrılarak, seçimlere "tek başına" girmeyi kastediyormuş. Türkiye Partisi de MHP ve CHP'yi destekleyecekmiş.
Bir siyasi kariyer böylesine heba edilir. AK Parti aleyhine kapatma davası açıldıktan bir süre sonra, "yolsuzluk üreten mekanizma" suçlamasıyla partisinden ayrıldı. AK Parti kapatılıp önde gelenlere siyasi yasak gelince, kitle, hazır kuvvet olarak bir köşede bekletilen Şener etrafında toplanacaktı.
Toplum mühendisliğinin aktörü olunca, galiba halk bunu hissediyor ve cezalandırıyor. İşte tek başına kaldı...
Haberal ve hastaları
Mehmet Haberal'ın hastanesinde sadece Bülent Ecevit'in başına gelenleri biliyordum. Haberal'ın, Ecevit'e "iş göremez" raporu vermeyi planladığı, Ecevit'in de bunu anladığı için, hastaneden kaçarcasına çıkıp kendisini başka doktorlara emanet ettiği sık sık tekrarlanan iddialar arasında.
Yeni bir şey daha öğrendim Taraf gazetesinde, Ferhat Kentel yazmış. 1978'de Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan ve o günkü çatışma ortamında, pusuya düşürülerek ağır yaralanan Necdet Bulut da Hacettepe Hastanesi'nde Haberal'ın hastasıymış; barsağı delinen, mide kanaması geçiren Bulut'a sütlü kahve ve şeftali kompostosu verilmiş; Kentel, ODTÜ öğrencisi Semih Erbek'in de benzer bir muameleye maruz kaldığını, yakınlarının iddialarını tekrarlayarak anlatıyor.
Söylenilenlerin, gerçekle bir ilgisi olmadığı ileri sürülebilir. Ama şuyuu vukuundan beter. 1980 öncesinin çatışmacı ortamından, özellikle sol kesimde, böyle hatıralar ve izlenimler kalmış.
Bakalım, Zonguldak, Haberal'a nasıl ses verecek?
Latife
Şemdinli Savcısı Ferhat Sarıkaya, mesleğe iade edildi. Twitter'da her olay gibi bu gelişmeyle de ilgili esprili sözler dolaşmaya başladı: "Sarıkaya'ya sormuşlar: "Yaşar Büyükanıt'ı tanır mısın?" Cevap vermiş: "Tanırım... İyi çocuktur"
Kutlu Doğum
Geçen gün Erdoğan ve Kılıçdaroğlu, Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle bir araya geldi. Güzel konuşmalar yaptılar. Kılıçdaroğlu, AK Parti'ye, İslamiyet yorumlarıyla hafifçe dokundurdu ama, kavga gürültü çıkmadı. Hoşgörü hakimdi. Türkiye "nereden nereye geldi" diye düşündüm.
Her Kutlu Doğum Haftası'nda, laiklik tartışmaları çıkar, ilahiler okuyan, başları örtülü kızların fotoğrafları yayınlanır, "alternatif 23 Nisan'dan" söz edilirdi. Dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın meşhur 27 Nisan e-muhtırasının önemli bir bölümünün Kutlu Doğum Haftası'na ayrıldığını unutmayalım.
Bazı çevrelerin 23 Nisan hassasiyeti gözetilerek peygamberimizin doğum günü etkinlikleri, birkaç gün geri çekildi. Gazeteler, o kışkırtıcı fotoğraf ve haberleri yayınlamaz oldu. Böylece, Kutlu Doğum Haftası, hiçbir kesimde endişe yaratmadan rahatça kutlanabiliyor.
Medya parmağını çekti; sükûnet geldi.
17 Nisan 2011 Pazar
Sen ki...
Ahmet ALTAN / TARAF 15.04.2011
Oturduğum yerden baktığımda, karşımda Ayasofya ile Sultanahmet Camii’ni görüyorum.
Biri, klasik Yunan ve Roma kültüründen süzülmüş Hıristiyan bir imparatorluğun, diğeri geniş bir coğrafyanın dört bir yanından izler taşıyan Müslüman bir imparatorluğun mabedi.
Mirasçıları olduğumuz Doğu Roma ve Osmanlı imparatorluklarının bize bıraktığı iki görkemli yapı.
Bin beş yüz yıllık bir medeniyete bakıyor pencerem.
Sandaletlerine altından kartallar işlenmiş erguvan rengi harmaniyeli Bizans imparatorları da, inci işlemeli kavukları, samur kaftanlarıyla Osmanlı padişahları da benim baktığım kıyılarda gezindi.
Yunan filozoflarını doğurmuş İyonya da benim toprağım, Mevlana’yı dünyaya armağan eden Konya da benim toprağım.
Homeros’un anlattığı Truva da benim toprağım, Evliya Çelebi’nin anlattığı Anadolu da benim toprağım.
Hazreti Meryem Efes’teki kulübedeydi.
Anibal bu topraklarda öldü.
Yunus burada doğdu, Pir Sultan burada can verdi.
Cihanın dört bir yanına dağılan dinler, yeryüzüne ayak izlerini bırakan kavimler buradan geçti.
Trabzon’daki Rum kilisesi, Van’daki Ermeni şapeli, Sıvas’taki Selçuklu camii, İstanbul’daki Yahudi sinagogu benim.
Cenevizliler Galata Kulesi’nin dibinde yaşıyordu, Barbaros gemilerini buraya yanaştırıyordu.
Ermeniler, Kürtler, Rumlar, Romalılar, Moğollar, Acemler, Araplar, Türkler bu topraklarda at koşturdu.
Dionysos ayinleri bu topraklarda yapıldı.
Ahiler bu topraklarda oturdu.
Semazenler bu topraklarda döndü.
Bektaşiler bütün âleme buradan güldü.
İncil’i İznik’te temize çektiler.
Kur’an’ı hattın en güzeliyle burada yazdılar.
Bahçelerinde asmalı çardaklar olan zaviyelerde tasavvufun derinliklerine daldılar.
Tekkelerde kendilerinden geçerek zikrettiler.
Şeyh Galip, şiirinin sesini burada buldu.
İsyanları gördük, savaşları gördük, cellatları gördük, canileri gördük, korsanları gördük, şairleri gördük, evliyaları gördük, velileri gördük, imparatorları gördük, padişahları gördük, düşmanlığı ve dostluğu gördük, efsaneleri ve gerçekleri gördük.
Sen, bu geçmişin çocuğusun.
Ruhunda, bütün cihanın ruhunu taşıyorsun.
Sesinde, bu seyyarenin sesi var.
Homeros seni anlattı, Yunus seni söyledi.
Şöyle bir başını kaldırıp baktığında binlerce yılı görüyorsun.
Kökleri binlerce yıla uzanmış, her bir dalında başka bir dinin, başka bir mezhebin, başka bir kavmin çiçeklerinin açtığı büyük bir ağaç gibisin.
Kimse sana yabancı değil.
Sen kimseye yabancı değilsin.
Kiliselerin çan sesleri de yankılandı bu topraklarda, müminleri her biri başka makamda Allah’ın huzuruna çağıran ezanlar da...
Kılıç şakırtılarını, top seslerini, en güzel şarkıları, en içten ayinleri bu topraklarda duydun.
Nasrettin’le güldün, Şeyh Bedrettin’le ağladın.
Zındık şeyhülislamlar, gizlice ibadet eden günahkârlar gördün.
Yaratılanı Yaratan’dan ötürü seven bir geçmişten geldin.
Sen, bu tarihin çocuğusun.
Meydan okumak yakışmaz sana.
Sen, meydan okunacak olansın.
Övünmek yakışmaz sana.
Sen, övülecek olansın.
Sen, “toprak vatanım, nev-i beşer milletim” diyen şairin çocuğusun.
Dünya senin vatanın, insanlar senin milletin. Dininle, dilinle, inancınla, tevekkülünle, bu dünyanın kulu ve efendisisin, ne başkasını kendinden, ne kendini başkasından ayırırsın.
Sen ki bu geçmişin çocuğusun...
Hüzün kadar vakar yaraşır sana, tevekkül kadar tevazu yaraşır.
Sen ki bu geçmişin çocuğusun, ne başını eğersin, ne başları eğdirirsin.
Dünya vatanın senin, insanlar kardeşin.
Çünkü sen bu geçmişin çocuğusun.
16 Nisan 2011 Cumartesi
Güvence, Şemdinli ve Çiçek
Ahmet ALTAN / TARAF 16.04.2011
Bizde hukuk sisteminin çok ciddi sorunları var ama bu sistemin içinden Ferhat Sarıkaya gibi Zekeriya Öz gibi çok cesur ve işinin gereğini yapan insanlar da çıkıyor.
Sarıkaya, daha 2005 yılında, Susurluk’tan Ergenekon’a uzanan zinciri yakalamıştı.
Şemdinli’de bir kitabevinin bombalayan jandarma astsubayların ilişkilerinin Ankara’ya kadar uzandığını saptayıp, hiç çekinmeden bunu iddianamesine yazmıştı.
O zamanlar Kara Kuvvetleri Komutanı olan Orgeneral Yaşar Büyükanıt, bombacıları “iyi çocuklardır” diye savunduktan sonra savcıyı da işinden attırmıştı.
Genç savcıyı görünürde Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu “meslekten” atmıştı ama Büyükanıt daha sonra bir televizyon programında onu “işten attıranın” kendisi olduğunu itiraf etmişti.
Kendi deyimiyle “İkinci Susurluk’u yakalayan” savcı, bir generalin emri ve o generalin emrine riayet eden hukukçuların kararıyla, “avukatlık bile yapamaz” kaydıyla hukuk dünyasının dışına fırlatılmıştı.
Savcıyı bir generalin emriyle meslekten atan o hukuk kurulunun başında kim vardı peki?
O zamanki hükümetin Adalet Bakanı olan Cemil Çiçek.
Hükümetin Adalet Bakanı, “atın bunu” diyen generalin emrinden sonra Ferhat Sarıkaya için nasıl bir oy kullanmıştı?
“Atılsın” diye oy kullanmıştı.
Başbakan Erdoğan’ın Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde yaptığı konuşmada, “Fransız kaldınız, size sormayacağız” türünden tuhaflıkların arkasında kaybolan bir başka çarpıcı lafı daha vardı.
Erdoğan, “Türkiye’deki azınlıkların güvencesinin kendisi olduğunu” söylüyordu.
Türkiye’deki azınlıkların güvencesi anayasa değil, yasa değil, hukuk değil, sistem değil, Başbakan Erdoğan.
Sistemsizliğin bundan daha büyük itirafı zor bulunur.
Bu, sistemi bütünüyle dönüştürüp değiştirmek yerine, kendi kişisel inisiyatifiyle ve şartlara uygun biçimde meseleleri ele almaktan hoşlanan Erdoğan’ın “yönetim” anlayışını açık biçimde ortaya koyuyor.
Güvence olarak hukuku gösteremediği, güvence olarak gösterilebilecek bütünlüklü bir hukuk sistemini kuramadığı için “kendisini” güvence olarak ortaya koyan Erdoğan’ın, önümüzdeki seçimler için hazırladığı aday listelerinin liste başlarından biri kim?
Ferhat Sarıkaya’yı meslekten ihraç eden heyetin başındaki Cemil Çiçek.
De, buyur bakalım.
Suçu ve suçluyu bulduğu için bir savcıyı işinden attıran, generallerin emriyle hareket eden adamı alıp liste başına koyuyorsun sonra da “güvence benim” diyorsun.
Erdoğan, Sarıkaya’yı işten attıran Çiçek’in yaptıklarından memnun ki onu yeniden listesine alıyor, peki, Şemdinli skandalının başaktörlerinden Çiçek’i böylesine benimseyip bağrına basan başbakan nasıl haksızlıklara karşı “güvence” olacak?
Çiçek’i bu kadar seven başbakanın bir daha Şemdinli skandalını yaşatmayacağının güvencesi kim ya da ne olacak?
Böyle bir güvence yok.
Olamaz da zaten.
Bir ülkede hukuksuzluğa karşı güvence “bir adam” ise orada güvence yok demektir.
Erdoğan isterse dünyanın en iyi, en dürüst adamı olsun, neticede bir politikacı ve gerektiğinde Ferhat Sarıkaya’yı harcayabiliyor, harcamakla kalmıyor, onu işten attıran adamı da yamacından ayırmıyor.
İnsanların inatla anlatmaya çalıştığı, Erdoğan’ın da inatla anlamamakta direndiği gerçek bu işte, sahici bir devlette hukukun ve vatandaşların güvencesi “bir kişi” olmaz.
Herkesi güvence altına alacak bir hukuk sistemi kurulur.
İnsanlara, “başbakan güvence olmaktan vazgeçtiğinde” bile dokunulmasına cevaz vermeyen bir sistem olur bu.
Erdoğan’dan beklenen “güvence olması” değil, ondan beklenen, kimsenin “güvence” olmasına gerek bırakmayacak bir sistemi nasıl kuracağını halkına anlatması.
Başbakan, böyle bir sistemi kurmak için önemli adımlar atmıştı bir zamanlar, son referandumda yapılan değişiklikler de bu yolda çok ümit verici hamlelerdi ama Erdoğan birden durdu, anlayamadığımız bir biçimde gittiği yoldan geri döndü, arkasındaki değişimi destekleyen geniş kitleye rağmen “güvence” olarak, yapılacak yeni anayasayı ve çağdaş hukuka uygun biçimde kurulacak yeni sistemi göstermek yerine, kendisinin güvence olduğunu söyledi
Biz Erdoğan’dan, herkesin güvende olacağı bir sistemi oturtmasını bekliyoruz, o sistemin yerine kendisini koyuyor.
Bir ülkenin güvenliği “tek bir insanın iradesine” bırakılamaz.
O irade gün gelir Sarıkaya’yı siler atar, gün gelir o savcıyı atan adamı liste başı yapar.
Erdoğan, herkesin “güvencesi” olacak yeni anayasayı anlatsın halkına.
Öyle bir anayasa sadece halkın değil Erdoğan’ın da güvencesi olur.
15 Nisan 2011 Cuma
Oya Eronat: Kadın, üzüntü ve siyaset
Sibel ERASLAN / STAR 15.04.2011
2008 yılının Ocak ayı başlarındaydı yanılmıyorsam... Diyarbakır’daki bir dershanenin önünde patlayan bomba ile sarsılmıştı tüm ülke... Öğrenciler, dershaneden evladını almaya gelen veliler, yoldan geçenlerdi korkunç patlamayla hayatını kaybedenler...
Şehrin ortasında üstelik bir eğitim mekanındaki gençleri, yolda yürüyenleri hedef alan bu canice patlamanın ardından yıkık duvarlar, yerlere saçılmış kemikler, yanıp tükenmiş umutlar kalmıştı...
Oya Eronat’ı, patlamada hayatını kaybeden 17 yaşındaki Fen Liseli Eren Şahin’in annesi olarak hatırlıyorum. Gökekin derler bizim yöreler, genç ölümüne. Oya Hanım, oğlunun kabrinde ağlarken, “daha çok küçüktü biraz büyümesi gerekmez miydi şehid olmak için” diye bir şeyler söylüyordu. Bir şeyler... Bir şeyler... Tüm kelimelerin yandığı, yanarken de soğuk ve uzak kaldığı, taşa, bıçağa, demire döndüğü bir eşikteydi Oya Hanım... Canı kopmuş, canı sökülmüş, canı oğulcuğu, kabirlere uzatılmıştı... Dün gibi hatırlıyorum Eren’in gittiği Fen Lisesi’ndeki sırasını; cam kenarında ve duvar dibinin bir önündeki o sırayı... O boş ve ahşap sıranın çiçeklerle donatıldığı o yas gününde, başı önde, cılız ve esmer arkadaşlarının gözlerinden akan sessiz yaşları... Anne ve babası gibi mühendis olmak istiyordu oysa Eren... Çalışkan, nazik bir çocuktu... Su almak için çıktığı dershanenin önünde, korkunç bir patlamayla sarsılan yerin içine çekmişti onu kader... Yatılıydı... Üçgenler ve iç açılarına çalışıyordu patlamadan on dakika evvel...
Açı... Üçgen...
Şimdi Oya Eronat, oğlunun bıraktığı yerden çalışıyor bu matematiğe... Üç kenarının ayrı ismi olan bu üçgende: Kadın, üzüntü ve siyaset adlı kenarları yan yana toplayarak o üçgenin çevresini hesap edebilir . Hatta iç açılarının toplamı 180 olan o üçgenin kenarlarını açarak, aynı üçgenden, bir ucu eksi sonsuza diğeri artı sonsuza doğru gidebilecek upuzun bir cadde de kurabilir... Upuzun bir cadde. Üzerinde hiçbir çocuğun patlatılmadığı, hiçbir çocuğun dövülmediği, hiçbir çocuğun boynunun bükülmediği, upuzun bir cadde...
Oya Eronat, Diyarbakır kızı... Mühendis. Korkuya, tehdide pabuç bırakmamış, çalışkan, evladına hem ana hem babalık etmiş, yiğit bir Diyarbakır kızı... Oğlunun teröre kurban gittiği günlerdeki resimleriyle son haline baktığınızda, evlat acısı ve hüznün, bir anneye neye mal olabileceğini hesap edebilirsiniz... Hz. Fatıma, muhterem Babası vefat ettikten sonra, o kadar çok ağlamış, gözyaşı dökmüş ki, eşi Hz. Ali, ona yasını tutup dua edeceği bir çardak kurmuş. Beytül Ahzan ismini taşıyan bu yas çardağı, Hz. Fatıma’dan sonra tüm gönlü yaralıların, sevdiğini yitirenlerin, altında birleştiği bir taziye mekanı olmuştur... Oya Eronat’ın oğlu Eren’den sonra gözlerine ve simasına sinmiş o ağır hüzün, bana bu annenin aslen oturduğu yerin tarifini yaptı: Hüzünler Evi...
Diyarbakır’ımızdan acılı bir anne, hüzünler evinden, barışlar evine çıkışın yolunu, siyaset yapmakta bulmuş... Beni üzüntülerim çekti siyasete diyor... Başka anneler, başka Erenler, artık ağlamasın... Ölüm çukurları, toplu mezarlar, patlayan bombalar, işkenceler, tehditlerle değil, sevgiyle, barışla, umutla, gülümseyen yüzlerle bakalım geleceğe diye...
Bir kadın. Bir anne yola çıkıyor...
Kendisini coşkuyla selamlıyorum!
13 Nisan 2011 Çarşamba
Kaseti çıkaran listeyi yapar!
Ergun BABAHAN / STAR 13.04.2011
CHP listeleri daha uzun süre konuşulacak hatta seçimin temel tartışma konularından biri olacak.
Çünkü bu listeyi Kemal Kılıçdaroğlu veya CHP Parti Meclisi’nin yapmadığı ortada.
Ergenekon’dan 3 isim; Mehmet Haberal, Sinan Aygün ve Mustafa Balbay.
Doğan Grubu’nun Posta hariç her gazetesinden birden fazla isim...
Derin Devlet veya onunla eklentili yapıların Türkiye’yi okuyup anlamaktaki çaresizliklerinin de bir göstergesi bu durum açıkçası.
CHP’yi bu yolla daha da zayıflattıklarının, AK Parti’nin yolunu açtıklarının farkında bile değiller.
Çünkü Deniz Baykal’ın AK Parti’yi frenleme konusunda yetersiz olduğunu düşünüp bir kasetle devirdiler.
Erdoğan’ın sadece İstanbul performansının onu Başbakanlığa taşıdığı düşüncesiyle partiyi Kemal Kılıçdaroğlu ile Gürsel Tekin ikilisine emanet ettiler.
Oysa “Sokma akıl kırk adım gider” diye güzel bir atasözümüz var.
Yerleştirilmiş genel başkandan lider çıkmayacağı gerçeğini göremediler.
Kasetle atanan lider de aday kadrolarını hazırlarken kendisini oraya oturtan tüm merkezleri memnun etmek zorunda kaldı.
Büyük medyanın isteğini de, askeri de, işdünyasını da hoş tutma ihtiyacı hissetti. Bu tablo da parti teşkilatıyla seçmen dışarıda kaldı.
CHP açısından durum vahim, hele BDP listesinin Türkiye gerçeğini doğru okuyan yapısını görünce bu partinin geleceğinin çok parlak olmadığını daha açık görebiliyorsunuz.
Bir yandan büyük bir mücadele içinden çıkıp gelmiş Recep Tayyip Erdoğan, bir yanda uluslararası tecrübe sahibi olmuş (!) Abdullah Öcalan, diğer yanda kaset kahramanı, emekli memur Kemal Kılıdaroğlu.
Bahis olsa, paranızı kime yatırırdınız?
Bu işin liderlik yönü ve kapasitesiyle ilgili kısmı.
Bir de ideololik yanı var meselenin.
Daha sosyal demokrat olmayı başaramamış, kapılarını darbeci kadrolara açmış CHP’nin bu seçimde bir de merkez sağa açılım iddiası, tek kelimeyle traji-komik.
AK Parti’nin merkez sağı domine ettiği, MHP’nin bu kesimle özdeşleşmiş Sümer Oral, Murat Başesgioğlu gibi isimlere kapısını açtığı bir dönemde, CHP’nin aynı alana yatırım yapması, mahalleye süper marketten sonra bakkal dükkanı açmaya benziyor.
CHP ne kuştu ne deve, şimdi ne olduğu ise tam belirsiz hale geldi.
Aslında bu tartışma onlar açısından çok önemli değil, AK Parti iktidar olsa da onlar ana muhalefet olmanın keyfini çıkarmaya devam edecek.
Oy oranı ha yüzde 23, ha yüzde 25 olmuş, fark etmez.
CHP beyliği batana kadar böyle gidecek herhalde.
12 Nisan 2011 Salı
Pes doğrusu!
Ekrem DUMANLI / ZAMAN 12.04.2011
Öyle hadiselerle karşı karşıyayız ki insanın damarlarındaki kan donuyor, söyleyecek söz kalmıyor. Hırçın, şımarık, saldırgan, mütecaviz, haksız, adaletsiz... Ne söyleseniz yapılanları anlatmaya kifayet etmiyor. İşte size birkaç örnek:
Koskoca Hürriyet gazetesi 12 Eylül askerî döneminin bir hâkimini manşet yapmış. Adam 40 idam kararına imza atmış. 4 idam infazında bulunmuş. Şimdi Balyoz sanıklarından birinin avukatlığını yapıyor. Ve gazetenin manşetinde ne buyuruyor (!) biliyor musunuz: "12 Eylül yargısı bugünden daha adildi". Yuh vallahi! Adama demezler mi: "Be birader sen ve senin gibi hâkimler değil miydi 'bir oradan bir buradan asalım' diye gencecik çocukları idama mahkûm eden? Utanmıyor musun?" 12 Eylül darbesinde yaklaşık 1,5 milyon insan gözaltına alındı. Partiler kapatıldı, gazetelere el konuldu. 700 bin civarında tutuklama yapıldı, 200 civarında insan 'kuşkulu' bir şekilde (kışlada, karakolda, hapishanede vs.) hayatını kaybetti. Ancak ar damarı çatlayan bir zihniyet kalkıp Ergenekon soruşturmasına göre 12 Eylül mahkemelerinin daha adil olduğunu söyleyebilir. Ya bu zihniyete alkış tutanlar? Yazık ki ne yazık!
Başbakan'ın kızı Sümeyye Erdoğan, Devlet Tiyatroları'nın oynadığı bir oyunu izlemeye gidiyor. Kendini oyuncu sanan bir kişi Başbakan'ın kızına ve gelinine el kol hareketleri yaparak hakaret ediyor. Oyunun orijinalinde olmayan bu hareketler öyle rahatsız edici hale geliyor ki sonunda Sümeyye Hanım ve yanındakiler salonu terk etmek zorunda kalıyor. Devlet Tiyatroları'nı babalarının çiftliği gibi kullanıp ideolojik körlüğünü her fırsatta öne sürenler utanmadan, sıkılmadan güya açıklama yapıyor. Önce o saygısız adamın yaptığı çirkin davranıştan özür dile, sonra 'endişeli modern' pozlarında bir şeyler söyle. Ne gezer!
12 Eylül hakkında dava başlatıldı ya; Radikal Gazetesi'nin muazzam bir gayreti olmuş, araştırmacı gazetecilik (!) adına kimlerin yargılanacağını ortaya çıkarmışlar (!) Sonuç? Sonuç şu: "12 Eylül darbesi yargılanırsa sadece askerler hesap vermeyecek, siviller de mahkeme karşısına çıkacak." Hatta liste hazırlamışlar; o günkü valiler, emniyet görevlileri falan filan. Hızlarını alamamış olacaklar ki; cuntanın darbe sonrası kurduğu kabineyi işin içine sokmuşlar. Onunla da yetinmeyip rahmetli Turgut Özal'ı bile yargı çemberinin içine almışlar. İyi de bu askerî darbeyi, bu adamlar mı yaptı? Açılan dava, darbecileri hedef alıyor. Darbe sonrası görev yaparken darbecilerle işbirliği yapıp kanunsuz işlere giren varsa ve onlar yargılanırsa 'darbecilik suçu'ndan mı yargılanmış olurlar? Gel de çöz çözebilirsen bazı kişilerin telaşını...
YGS'de şifre var mıydı yok muydu? İnsanın bazı çarpıtmaları gördüğünde, "Canı cehenneme! Varsa yanlış yapan, her kimse bulun da ümüğünü sıkın!" diyesi geliyor. Ancak ortada tespit edilen bir suç da yok, suçlu da. Ne var ki bir homurtudur sürüp gidiyor. Daha kötüsü kendini Türkiye komünist bilmem necisi diye tanıtan ve sayıları yüzü bulamayan marjinal bir grup sokağa çıkıp konuyla ilgisi olmayan kişileri hedef gösteriyor. Bazı gazete ve televizyonlar da bu sinsi ve kara propagandaya çanak tutuyor. Anlaşılan o ki bu kadar Fethullah Gülen düşmanlığı, bu kadar 'cemaat paranoyası', bu kadar AK Parti antipatisi sadece cibilli bir düşmanlıktan kaynaklanmıyor; aynı zamanda yaklaşan seçim uğruna kalleş metotlar uygulanıyor. Ne yapalım; Allah kerim. Zalimin maksadı neyse o maksadın aksiyle tokat yiyeceği tecrübeyle sabit değil mi?
Yılların oyuncusu Zeki Alasya'nın ettiği lafa ne demeli: "Emek Sineması'nın sahnesinde namaz kılınacaksa hiç açılmasın daha iyi." Al birini vur öbürüne! Müjdat Gezen de, AK Parti'ye oy verenleri 'aptal' olmakla suçlayarak, 'komik' olduğunu sanmıştı.
Saymakla bitmez. Asabı bozuk bir zümre bir yandan kırıyor döküyor, saldırıyor, ısırıyor; bir yandan da 'mahalle baskısı'na maruz kaldığını söyleyecek kara propaganda yapıyor. Bütün bu yaşananlar karşısında insanın bazen nutku tutuluyor. Yaklaşan seçimde Ergenekon'u iktidara getirmek için var gücüyle çalışanları belli bir yere kadar anlayışla karşılamak mümkün. Tabiatları ve ilişkiler ağı, maalesef, bu. Ancak bir iktidar uğruna bu kadar saldırgan olmaya değer mi? Halk bu hırçınlığın hesabını sizden sormayacak mı?
11 Nisan 2011 Pazartesi
Ayrının aynıları
M.Nedim HAZAR / ZAMAN 11.04.2011
Aslında genel bakışta onlar ile sizin aranızda neredeyse hiçbir fark görünmez biliyor musunuz?
Her ne kadar siz, onları küçümser, dudak büker; leşkerleriniz aşağılar, yaftalar, kulp takarlarsa bile onlar aynısını yapmazlar size. Belki de ellerinden gelmez böyle bir şey, bilemiyorum.
Ama birkaç yönden birbirinize benzersiniz siz ve onlar...
Siz, ömrünüzü belli değerler üzerinde harcarsınız örneğin...
Onlar da öyle...
Keza siz, iyi bir eğitim istersiniz, onlar da öyle... Sizin bazılarınız başarılı olur bu konuda, bazılarınız olmaz; onların da öyle...
Bu noktadan sonra ayrılırlar sizlerle... Siz bitmek tükenmek bilmeyen bir hırsla sarılırsınız iş hayatına, onlar işi biraz da başka şeyler için düşünürler...
Mesela siz kazandığınız paraları özenle istif edip, üzerine koca plazalar inşa etmeyi hedeflerken, onlar sanayide sıradan bir esnaf olmayı dert etmezler katiyen... Bu nedenle hayatı algılayış ve geleceğe bakış bağlamında sizinle onlar arasındaki makas farkı hiç de küçümsenecek boyutta değildir. Misal siz onlardan, on misli, yüz misli, trilyon misli kazandığınız halde yaptığınız en ufak bir iyiliği alay-ı vâlâ ile ilan etmekten hazzedersiniz, onlar kazançlarının neredeyse yarısını bu uğurda harcar ve seslerini bile çıkarmazlar.
Sözgelimi siz, küçücük bir derslik açarsınız eğitim için, bütün borazanlarınız ve tamtamlarınız ayyuka çıkar, böbürlenme, tantana ve tamtamların sonu gelmez. Onlar onlarca, yüzlerce dersliği mahcup bir sevinçle yapar, hatta buna bizzat kendi emekleriyle de katkıda bulunur ve kenara çekilirler sessizce.
Siz, bırakın başka memleketleri İstanbul'un farklı yakasında bulduğunuz işi bile 'yorulurum' gerekçesiyle kabul etmez, yüzünüzü ekşitirsiniz. Ve siz çocuğunuz, yeğeniniz, torununuz Anadolu'nun ücra bir köşesine memur, asker filan olarak gitmesin diye olmadık taklalar atar, bir türlü torpil arar, adamını bulursunuz. Onlar ise bunu dert etmezler, değil Doğu'nun ücra bir köşesi, haritada yerini bile bilmeyeceğiniz coğrafyalara genç yaşta, gözlerini kırpmadan, arkalarına bakmadan giderler. Siz, bazen fark edersiniz onları. Yaptıklarına değil, olmayan kötü düşünceleri üzerine kurduğunuz paranoya ile yaklaşır, küçümsersiniz. Dinlemek, anlamak yerine, suçlamak daha kolay gelir size. Onların lügatinde ise yoktur böyle şeyler...
Yanlış söyledim, bir yönünüz daha var benzeyen sizinle onların. Siz de (Allah var) işinizi iyi yaparsınız, onlar da...
Siz kapı arkalarında, izbeliklerde olmadık kurgular peşinde, en bayağı senaryolar ile kara çalmaya çalışırken onlara, onların elinde bilimin ışığı, dillerinde kendi dilleri durmaksızın koşarlar. Açıkçası rahatsız edici bir manzaradır bu, durağan olanın hareketliyi beğenmemesi, eleştirmesi, suçlaması olağan sayılır sizin jargonunuzda. Siz mayın döşersiniz geleceğe, ufuk çizmek yerine kara bulutlar indirirsiniz şafaklarımıza. Kollarınızı açıp tüm dünya ile buluşmak, kavuşmak, tanış olmak yerine kendi içimize kapanmamızı matah bir şey zannedersiniz. Onlar için ise, durmak geriye gitmektir adeta. Dillerini bilmediği, tanımadıkları yerlere bir ok gibi fırlar sevgiyi, kardeşliği ve insanlığın ortak değerlerini taşırlar. Siz yapmak istediğiniz şeyi başaramadıkça hırçınlaşır, daha aşağılara iner, daha da sertleşirsiniz. Onlar ise başardıkça başlarını eğer, tevazuun derin vadilerinde erirler.Sonra siz sıkılmadan, utanmadan elinizdeki kovaları yere bırakmadan, çamurlu parmaklarınızla onları işaret eder ve İmamın Ordusu, bilmem neyin gizli çetesi gibi bayağılıklarla onların aşkını, şevkini kırabileceğinizi, hakikati değiştirebileceğinizi zannedersiniz. Onlar ise, her zaman yaptıkları gibi buna üzülseler de, kendi doğrularını yapmaya devam ederler. Sizin ektiğiniz yerlerde kin biter, nefret biter, düşmanlık biter. Onların bahçelerinde ise sevgi çiçekleri açar her zaman.
Ve ara sıra gelip bizlere de gösterirler bu bahçeden topladıkları çiçsekleri. Yazık ki sizin taşlaşmış kalbinizin dışında herkesi etkiler bu manzara. Yüzlerce memleketten çeşit çeşit, renk renk çiçekleri getirir ve masanıza koyarlar. Ayrılığın altındaki aynılığı bulup çıkarır ve gösterirler tüm dünyaya. Size düşen mahcup bir utanma olabilir belki ama bunu yapmak yerine, bazılarınız daha da şirretleşir maalesef. Ne ki onlar, her yıl yaparlar aynı şeyi. Gelirler, yüreklerinde derledikleri sevgiyi, anlayışı, barışı önünüze sererler...
Her şey daha çok nasip meselesidir...
10 Nisan 2011 Pazar
Herşey vatan için
Ergun BABAHAN / STAR 10.04.2011
Askerde acemilik eğitiminde ya böyle bağırırdık ya da “Her Türk asker doğar” diye.
“Herşey vatan için” sloganının sadece genç çocuklara askeri eğitim sürecinde benimsetilen bir doktrin olmakla kalmadığı ortada.
“Herşey vatan için” olduğundan dolayı, Rahşan Ecevit 10 yıl önce kocasının sağlığıyla oynamakla suçladığı bir profesörle aynı çatı altında buluşabiliyor.
Profesörün “organ nakli” işinden başka alanlarda faal olduğu adının her siyasi davada geçmesinden anlaşılıyor.
“Hanımefendi, bu adamı Bülent Bey’in sağlığıyla oynamakla suçlamamış mıydınız?” deseniz cevap hazır:
“Herşey Vatan için... Zaten dün dündür, bugün bugün.”
Sözkonusu vatansa gerisi teferruattır zaten, o zaman kocanızın başbakan olarak kalması için mücadele ettiğiniz biriyle bugün başka bir başbakanı devirmek için işbirliği yapabilirsiniz.
Herşey vatan için olduğundan barışçıl görüşmelerle çözülebilecek bir açlık grevi onlarca insanın ölümüyle sonuçlanabilir.
Herşey vatan için olduğundan insanlar hakkında ölüm kararı alınıp uygulanabilir.
Herşey vatan için olduğundan başbakanlar asılabilir.
Burası Türkiye abicim.
Gelelim CHP’ye...
Adaylıklar tartışılırken yazdım, yine yazıyorum.
Bülent Ecevit’in hastaneye kaldırılıp etkisiz hale getirilmesi belli merkezlerin işiydi.
Medya bu operasyonun en başından içindeydi.
Ecevit’in sağlığı hakkında ipe sapa gelmez her türlü haber bu merkezden servis edildi, bol bol manşet üretildi.
Derin Devletin kendi iç çekişmesi sayesinde Ecevit kurtuldu.
Sonra Deniz Baykal olayı patladı.
Baykal hakkında doğruluğu tartışmalı bir kaset patlatıldı, medya devreye sokulup Baykal istifa ettirildi.
Aynı merkez devredeydi.
Kemal Kılıçdaroğlu’na genel başkanlık koltuğu hediye edildi.
Şimdi listeler yapılıyor, birazını Kılıçdaroğlu, birazını Tekin, birazını teşkilat yapıyor.
Kalanını belirlemek Ecevit’i hastanede tasfiyeye çalışan, Baykal’ı kasetle deviren merkez yapıyor.
Onun için Mehmet Haberal Ankara’dan birinci sıraya oturur bence.
Ne de olsa herşey vatan için.
9 Nisan 2011 Cumartesi
Yargıya askeri darbe teşebbüsü
Mehmet KAMIŞ / ZAMAN 09.04.2011
Bir ülkenin genelkurmay başkanlığı, o ülkenin bağımsız mahkemelerine ültimatom veriyor ama ortalık yıkılmıyor. Malum medya sanki olay hiç olmamış gibi davranıyor. Liderlerden dişe dokunur bir tepki gelmedi bugüne kadar.
En çok da yüksek yargının temsilcileri suspus. Bunun iki nedeni olabilir. Birincisi, kimse elinde silah bulunan birileriyle kötü olmak, dalaşmak istemiyordur. İkincisi ise kimse artık askerin siyasete müdahalesini önemsemiyordur. Yine de sükut ikrardan mı inkârdan mı geliyor, anlamak zor.
Ama ortada büyük bir hukuk cinayetinin olduğu, en azından bir hukuk cinayetine teşebbüs edildiği çok açık. Yargılanan birileri için Genelkurmay Başkanlığı, 'o adamları bırakın' diye ültimatom veriyor. Daha önce bu satırlarda yazmaya çalıştığımız bir şey vardı. Sivilleşmenin Türkiye'de kurumsal bir çerçeveye oturmadığını, ülkeyi sivillerin yönettiği gibi bir algı varsa bunun konjonktürel olduğunu, kişilerin tavrından kaynaklandığını söylemeye çalışmıştık. 6 Nisan'da yapılan Genelkurmay açıklaması da tam bu düşünceyi teyit eden bir çıkıştı. Yani Türkiye 2011 yılını yaşıyor olsa da görünen şu: Bu ülkede siyasete, hukuka ya da ülkedeki herhangi bir şeye asker müdahalesi riski bütün gerçekliğiyle sürüyor.
Elinde silah tutanın, herhangi bir konuya pervasızca müdahil olmasının, bu konuda karar verici duruma gelmesinin ne denli riskli bir şey olduğunu tarih kitapları ciltler dolusuyla yazıyor. Dünyanın hiçbir çağdaş demokrasisinde asker ya da elinde silah bulunduranlar, karar verici pozisyonda duramaz.
Bunun en iyi örneği; detayları yeni yeni kamuoyunun gündemine gelen Hayata Dönüş operasyonu! Operasyonun yeni çıkan detayları tek kelimeyle tüyler ürpertici. Birilerinin kamuoyunu, mahkûmlar hakkında nasıl yanılttıklarını, operasyona daha olaylar bile olmadan karar verildiğini, amacın hayata dönüş değil hayattan kopartılmak olduğunu yeni çıkan belgelerle görüyoruz. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, 'bu operasyondan' ya da daha doğru ifadeyle 'bu operasyonun detaylarından' haberdar olmadığını söylüyor. Gerçekten de olmama ihtimali çok yüksek. Çünkü operasyonu yapanlar, operasyonun detaylarını bakana söyleme, onun olurunu alma ihtiyacı bile hissetmiyorlar.
Ama haberinin olmaması onun sorumluluğunu azaltmıyor. Böylesine kritik bir konuyla ilgili, bütün kararları alma yetkisini Jandarma'ya verirsen ya da Jandarma'nın kendi başına inisiyatif kullanmasına müsaade edersen bundan başka bir şeyin olabilmesi mümkün değil. Jandarma'nın bu kadar dezenformasyon yapmasına, sonra bu dezenformasyonu bahane ederek inisiyatif almasına müsaade ederseniz kontrol sizden çıkar. Davul sizin boynunuzda, tokmak ise elinde silah bulunduranda olur. Ömür billah bu işin siyasal sonuçları sizin peşinizden gelir. Hayata Dönüş operasyonu ile karanlıkta kalmış birçok sorudan tamamen sıyrılanlar sizden kullandığı kredi ile bütün hesaplardan kurtulur. Size de insanlığın hatırladıkça utanacağı bir miras kalır.
Türkiye, bütün karanlık dehlizlerini aydınlatıp o karanlık dehlizleriyle yüzleşmedikçe yaşanabilir bir ülke olmayacak. Sivilleşmedikçe, sivilleşmeyi kurumsal bir hale getirmedikçe de Genelkurmay herkesin gözlerinin içine baka baka bir mahkemeye ne yapması gerektiğini söylemeyi, hakkı görecek, siyaseti dizayn etmeye devam edecek.
2011 yılına gelmiş bir Türkiye'de ne gerekçeyle olursa olsun, yürürlükteki bir davaya elinde silah tutanların müdahale etmesini anlamak mümkün değil. Böyle bir ülkede hiçbir kimsenin can ve mal emniyeti, adil yargılanma hakkı garanti değildir.
8 Nisan 2011 Cuma
Askerler ‘Yeni Türkiye’ lafını tekzip etti
Mehmet ALTAN / STAR 08.04.2011
Genelkurmay’ın hem Anayasa’nın 138. maddesini, hem de Türk Ceza Kanunu’nun 288. maddesini açıkça ihlal edip, Balyoz Davası ile ilgili muhtırayı dayamasının bir gün öncesinde, Endonezya’ya giderken gazeteciler Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e soruyorlar:
“Türkiye için 27 Nisan benzeri olayların geride kaldığını söyleyebilir miyiz?”
Gül de cevap veriyor:
“Hiç tereddüt yok. Onlar eski Türkiye’de idi, geçmişte kaldı. Şimdi yeni Türkiye var. O (e muhtıra) veya ona benzer hiçbir şeyin tekrarlanacağına ihtimal vermem.”
* * *
Türkiye’de siyaset kurumu ve uzantılarının ağzında çiğnemeyi çok sevdikleri bir “Yeni Türkiye” lafı var...
“Yeni Türkiye”…
Neresi yeni?
Örneğin, Türkiye’yi “yenilediği” söylenen “siyaset kurumu” yeni mi?
Siyasi Partiler Kanunu 12 Eylül’den…
Seçim Yasası 12 Eylül’den…
“Halk iradesini” temsil eden Millet Meclisi’nin çalışma biçimini belirleyen Meclis İç Tüzüğü 12 Eylül’den…
Bir de buna hiçbir ülke de eşi menendi olmayan yüzde 10’luk seçim barajını koyun…
Bu tablodan “yeni” çıkar mı, otuz yıldır cuntacıların oluşturduğu siyasal yapı ile sorunu olmayanların “değişimi” ne kadar köklü, ilkeli ve sistemli olabilir?
Zaten olsa, askerler mahkemeyi etki altında bırakan bildiri yayınlayamazlar, yayınlarlarsa da yargı ve idare anında harekete geçer…
Burada ikisi de olmuyor…
“Yeni Türkiye” ve “ileri demokrasi” bu mu?
* * *
Olup biteni dünkü yazımda şöyle tanımlıyordum:
Genelkurmay açıklaması, “AB istikametinde sistemi tümüyle dönüştürmeyip, siyasal çıkarlara göre orta sahada top döndürüp, eski güç dengeleriyle birlikte mevzuatı da olduğu gibi korumanın, bizi geriye doğru hangi noktalara kadar götürebileceğinin de güzel bir örneğini verdi…”
Türkiye’nin “yeni” mi, “eski” mi olduğunu en iyi olarak, artık siyasal iktidarın dönüp bakmadığı “İlerleme Raporu” anlatıyor…
“Türkiye 2010 Yılı İlerleme Raporu”ndan şu satırları birlikte okuyalım:
“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görevlerini tanımlayan ve askerlere siyasete müdahil olacak şekilde geniş bir hareket alanı sağlayan bir madde içeren Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nda değişiklik yapılmamıştır. Milli Güvenlik Kurulu Kanunu ise, yoruma bağlı olarak neredeyse tüm politika alanlarını kapsayacak şekilde geniş bir ‘güvenlik’ kavramı içermektedir.”
“Silahlı Kuvvetlerin kıdemli mensupları, özellikle yargı ile ilgili konularda olmak üzere, sorumluluk alanlarının dışında bir dizi açıklama yapmışlardır. TBMM’nin bütçe dışı askeri fonlar üzerindeki denetimi konusunda ilerleme kaydedilmemiştir.”
Referandum sonrası 29 Ekim Resepsiyonu’na gitmeyi reddeden askerlerden başlayarak, AB uyum yasaları çerçevesinde çıkarıldığı söylenmesine rağmen askeri teçhizatın yerinde denetlenmesine imkân tanımayan Sayıştay Yasası’nı, Omsbudman Yasası’nı, gene dünkü yazımda anımsattığım askeri yargıya ait anayasal değişikliği hayata geçirecek olan uyum yasasının ertelenmesini de birlikte değerlendirince, “Yeni Türkiye” ve “ileri demokrasi” laflarını garipsiyorum…
Askerler de garipsiyor ki muhtıralarla tekzip etmekten çekinmiyorlar…
* * *
Çırpınıp dursak da siyaset bildiğini okuyor…
AB’nin demokratikleşme reçetelerini yırtıp atınca, olacağı, askeri vesayetin her defasında hortlamasıdır…
Önceki gün olan da bu…
Çok olumlu adımlar atılsa da bu köklü ve sistematik bir demokratik düzen değişimine dönüşmeyince, “eski vesayet” her daim kapıda hazır bekler…
Turgut Özal döneminden 28 Şubat’a, 27 Nisan’a böyle gerilemedik mi?
İnsanın avaz avaza bağırası geliyor:
“Gerçekleri görmüyor musunuz?”
7 Nisan 2011 Perşembe
Daha zenginler, ama...
Fehmi KORU / ZAMAN 07.04.2011
Herhalde başka bir ülkede yaşıyor olsaydım, en büyük sanayi kuruluşunun patron ve yöneticilerinin Amerikalı diplomatlara çizdikleri karamsar tabloyu okuyunca çok şaşırırdım; ama burası Türkiye ve söz konusu da Koç Grubu olunca fazla şaşırmadım.
Ak Parti hükümetleri sekiz yıl boyunca ülkeyi sürekli büyüttü; bunun doğal sonucu tüketimin artması ve sanayicinin kasasının dolmasıdır. Aynı süre içerisinde ihracat rakamları da aldı başını gitti; bu da sanayicinin yüzünü güldüren bir başka güzellik... Nitekim, Koç Grubu da büyüyen Türkiye'de daha gürbüzleşti, dünya devleriyle yarış eder hale geldi, patronları zenginleşti.
Enflasyonun yüzde 4'e düştüğü, büyüme oranının yüzde 10 çizgisini zorladığı bir ülkede siyasi istikrarın varlığı, sanayicinin önünü görmesini de sağlıyor. Hükümet, ithal girdilere muhtaç sanayiciyi, cari açığın artmasına rağmen, korumayı sürdürüyor.
Koç Grubu yine de mutlu değil... Görüştükleri Amerikalı diplomatlara, "IMF'yle anlaşmazsa Türkiye, mutlaka batar" demiş ve umutlarını ilk genel seçimde sandıktan bir koalisyon hükümeti çıkmasına bağladıklarını söylemiş Koç'un patronları ve yöneticileri... Belli ki, 2002 yılına kadar sürmüş olan parça-bölük hükümetlere özlem duyuyorlar; aksi halde "İster AKP-MHP, ister CHP-MHP olsun, yeter ki koalisyon hükümeti olsun" derler miydi?
Dün Taraf'ta yayımlanan 2009 yılına ait Wikileaks belgesinden öğrendiğimiz bu 'gerçek' TÜSİAD'ın 40. yıldönümü vesilesiyle kamuoyuna tanıtılan daha demokrat ve daha özgürlükçü 'yeni anayasa' çalışmasının öksüz çocuk gibi ortalıkta bırakılmasının sebebini de açıklıyor. TÜSİAD demek Koç Holding demek ve Amerikalı diplomatlara 'karamsar tablolar' çizenler, TÜSİAD'ta balans ayarı çekebilecek etkinliğe sahip...
Hükümet Anadolu girişimcisinin önünü açacak politikalar uyguladı, ama bunu İstanbul sermayesinin aleyhine olacak yöntemlerle yapmadı. TÜSİAD'ta temsil edilen 300 kadar ailenin serveti, son sekiz yıl içerisinde, herhalde birkaç misline çıkmıştır. Bu dönemde İstanbul patronlarını rahatsız eden tek şey, politikalarını belirler ve uygularken Ak Parti'nin patronların etkilemesine kendisini kapatması olabilir ancak...
Vaktiyle, siyasetin de patronu olan bir avuç zengin Ankara'ya gidip değişik kapıları çaldıklarında üst perdeden konuşabiliyor, dedikleri dinlenmezse hükümetleri devirebiliyordu; şimdi sivillerden ricada bulunmak ağırlarına gidiyor olmalı...
Patronlar da iktidarın bir parçasıydı Türkiye'de, Ak Parti hükümetlerine kadar... Siyasi denklemden çıkarılmaları onları yeniden parça-bölük iktidar formülleri için dua edecek noktaya getirmiş besbelli. 12 Haziran'da yapılacak seçimde sandıktan koalisyon çıkması duasına...
Ülke yeniden IMF'nin ayağına gidip on yılını bağlayan anlaşmaların altına imza atsın, büyüme tersine dönsün, ihracat azalsın, bütçe disiplini kaybolsun, istikrar yok olsun, fakirleşelim razılar; yeter ki, ülkede onların borusu ötsün...
Ne yalan söyleyeyim, eski kuşakların hâlâ bu düşüncede olduğunu seziyordum da, yeni kuşak patron ve yöneticilerin biraz farklı olacağına dair umudum vardı; yayımlanan belgede sergilenen 'köhne' anlayışın nispeten genç kuşağın ağzından çıkmasıdır biraz da olsun beni şaşırtan...
6 Nisan 2011 Çarşamba
Yavşaklar ordusu!
Salih TUNA / YENİ ŞAFAK 06.04.2011
Peygamberimize saygısızlık yapmayı marifet haline getiren "yavşaklar" tarih boyunca hep olagelmiştir.
Bunda da şaşacak bir şey yok!
Yavşaklık illeti zaten böyle bir şeydir; eremediğine yanacağına bühtan eder.
Son zamanlarda "modern yavşaklar" sahne almaya başladı.
Hollanda Meclisi'nde 24 temsilcisi bulunan "Özgürlük Partisi" lideri Geert Wilders bunlardan biri.
Rahmet Peygamberi'ne (S.A.V) karşı saygısızlık yapmayı hayatının gayesi haline getirmiş nerdeyse.
Bu uğurda yapmayacağı şey yok.
Senaryosunu yazdığı adı lazım değil film hakkında, "Akıl hastası olan Muhammed yüzünden yaşanan barbarca hayat konu ediliyor. Film 2012'de gösterime girecek. Temennim, bu film sayesinde Muhammed tartışmaya açılır..." diyor!
Aynı alçak, Hollanda kültürünün İslam kültüründen üstün olduğunu, "göçmenlerin" Kuran-ı Kerim'den uzaklaştırılması gerektiğini söylemişti.
Münferit bir yavşaklık değil bu!
"Modern Haçlılar" ifadesiyle tartışma yaratan Fransa İçişleri Bakanı Claude Gueant de namaz kılmanın Fransız toplumunda sorunlara neden olduğunu geçen gün ihsas etti.
Daha evvel Amerikalı Rahip Terry Jones kameraların önünde Kuran yırtmıştı. Bir başka rahip Bob Old da Kuran yakacak kadar alçalabilmişti.
Peki...
Bu haysiyetsizliğe karşı herkesten önce rahipler ayağa kalkmalı değil miydi?
Yazık ki yazık, Kazancakis'in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan "Günaha Son Çağrı" adlı filme gösterilen tepkinin milyonda biri bile gösterilmedi.
Üstelik mezkur roman İsa'ya hakaret etmek şöyle dursun sahtekarlığa, mürailiğe, riyaya karşı (kendince) sahici İsa'yı, sahici Hıristiyanlığı savunuyordu.
Müslümanların arasından bir dallama çıksa, İncil'i yakıp, İsa peygambere (haşa) "akıl hastası" dese, Müslümanlar bu kadar sessiz kalabilir mi?
Dahası, İsa peygambere saygısızlık yapana Müslüman denir mi?
Gelgelelim kitabımızı yakan, peygamberimize saygısızlık yapan bu haysiyetsizler için hiçbir dini sembol veya kavramı kurban edemeyiz.
Bunlar sadece ve sadece yavşaklardır.
Yavşak da sözlük anlamıyla "bit yavrusu" demektir.
Burada soru şudur: Kuran yakan yavşaklar hangi bitin yavrularıdır?
Haçlı seferlerinin mi?
Yoksa 1933'te Berlin'de kitap yakan Nazilerin mi?
"Alman olmayan ruha karşı" yürüyerek "Alman olmayan bütün kitapları" yakmışlardı hani.
O yıllarda topladıkları yüz binlerce kitabı yakanlar daha sonra insanları Buchenwald, Belsen, Treblinka ve Auschwitz'te toplayıp "yakmadılar" mı?
Yeri gelmişken şunu belirtelim: "İsrail terör devletini" sonuna kadar eleştirdim / eleştirelim.
Ama...
İnanç toplumunun üyeleri olan "Yahudileri" incitebilecek sözlerden de kaçınalım.
"Faşizmin çirkin yüzünü" bütün dünyaya gösteren, toplama kamplarında yok edilen 6 milyon Yahudi'nin hatırasına saygı duyalım.
Peygamberimize "akıl hastası" şeklinde saygısızlık yapanlar da, Kuran yakanlar da işte bu çirkin yüzün yansımalarıdır.
Bu çirkin yüz dün "Alman olmayan kitapları" yaktıktan sonra, "Alman olmayan Yahudileri" de yakmıştı.
İmdi, daha evvel bu köşede sorduğumuzu tekrar soralım:
Müslümanların kutsal kitabını yakanların ellerine fırsat geçtiğinde Müslümanları yakmayacaklarının teminatı nedir?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)