Sayfalar

HOŞGELDİNİZ, ŞEREF VERDİNİZ...

30 Nisan 2010 Cuma

Şimdi umudumuz ‘nöbetçi hâkim’de mi?

Mehmet ALTAN / STAR 30.04.2010


3. Köprü’nün yerinden Merkez Bankası’nın enflasyon öngörüsüne...Otuz yıl sonra da olsa darbecilerin yargılanmasına izin veren anayasa değişikliğinin ilk oylamasından 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama iznine...

Hala ses seda çıkmayan OYAK Güvenlik Şirketi’nden son anayasa değişim taslağına yeşil ışık yakan Venedik Komisyonu’na...

Meclis’in son oturumunda olağanüstü güzel iki konuşma yapan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’dan TBMM Anayasa Komisyonu sözcüsü AK Parti İstanbul Milletvekili Ayşe Nur Bahçekapılı’ya notlarımı almış, tüm hazırlıklarımı yapmış, yazının başına çökecektim ki telefon çaldı.

Dursun Çiçek için “yakalama emri” çıkarılmıştı... Kanallar acele yorum peşinde koşturmaktaydılar...

***

“Ne oluyor” derken, “İrtica ile Mücadele Eylem Planı” iddialarına ilişkin soruşturma kapsamında yedi şüpheli hakkında hazırlanan iddianamenin, Ergenekon Davası’na da bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildiğini...

Davanın ilk duruşmasının 28 Haziran’da yapılmasına karar veren mahkeme heyetinin Albay Dursun Çiçek hakkında oy çokluğuyla yakalama emri çıkardığını öğrendim.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, iddianame üzerinde yaptığı inceleme ve tensip işlemi sırasında, heyetin iki üyesinin oyuyla Albay Dursun Çiçek hakkında yakalama emri çıkarılması kararına, Heyet Başkanı Köksal Şengün karşı oy kullanmıştı...

***

Albay Dursun Çiçek için yakalama emri “İrtica ile Mücadele Eylem Planı” iddianamesi nedeniyle çıkarılmıştı ama...

Kamuoyu Deniz Kurmay Albay Dursun Çiçek ismini ilk kez Haziran 2008’de Taraf Gazetesi’nde yayınlanan “Lahika 1” başlığını taşıyan “Bilgi Destek Planı ve Faaliyet Çizelgesi” belgesiyle nedeniyle duymuştu.

Hatırlayacaksınız, Genelkurmay Harekât Başkanlığı tarafından hazırlandığı iddia edilen 2006 tarihli belgede, TOBB, TÜSİAD ve TESEV gibi sivil toplum örgütlerine yönelik suçlamalar vardı ve belgenin Kurmay Albay Dursun Çiçek tarafından hazırlandığı söylenmekteydi...

“Lahika 1” için adli bir süreç işlememiş ama Albay Dursun Çiçek “ıslak imza” konusuyla ilgili daha önce iki kere tutuklanmış ve serbest bırakılmıştı.

Serbest bırakılmalarından biri Çankaya’da, Milli Güvenlik Kurulu ertesinde sınırlı bir “acele zirve” ertesine rastlamış...

Diğerinde “nöbetçi hâkim” etkili olmuştu.

Zaten ardından da aynı “nöbetçi hâkim” tahliye kararlarıyla ünlenmişti...

O nedenle, son gelişmelere sükûnetle yaklaştım...

Zaten, 12 Eylül Cuntası’nı yargılama imkânının doğması için otuz yıl, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak için de gene otuz küsur yıl bekleyen bizim gibi demokrasisi çok gecikmiş bir ülkede, iki küsur yıldır “ıslak imza” muharebesi yapıyor olması da maalesef çok şaşırtıcı değil...

***

Dursun Çiçek’i bugün tartışmaların odağına yerleştiren görevi ise 2004 yılında başladı.

Çünkü bu tarihte Genelkurmay Harekât Başkanlığı’na bağlı Bilgi Destek Daire Başkanlığı’na atandı.

Sorumlu addedileceği her gelişmenin Karargâh’ı da kapsayacağından mıdır nedir, askeriye “hukuktan” yana hareket etmek yerine, bu konuda direnmeyi tercih ediyordu...

Son zamanlarda bu direnç, içinde Dursun Çiçek’in de bulunduğu kimileri için mi, başkaları için mi kondu, bunu tam kestirmek mümkün değil...

Ancak, ne direnç olursa olsun, Ergenekon sürecinin bitmeyeceğini algılayarak, hukukun gereğini yapmakta herkes için fayda var, başta askeriyenin tabii...

***

Demin, son zamanlarda bu direnç, içinde Dursun Çiçek’in de bulunduğu kimileri için mi, başkaları için mi kondu, bunu tam kestirmek mümkün değil, dedim ya...

Yeniden, “tahliyesi” bol kepçe, herhangi bir “nöbetçi hâkim” aranmaya acilen başlanır ise, durumu da kestirmiş olacağız. Karargâhın hala savunmada olduğunu anlayacağız...

Yok, aranmıyor ise rahat bırakılmış “yargısal süreç” hükmünü yeni bir engele kadar icra edecek...

28 Nisan 2010 Çarşamba

PKK' nın borsa değeri

Ahmet Turan ALKAN / ZAMAN 28.04.2010


Çeyrek yüzyıldan beri bitirilemeyen ve bizim öteden beri kabaca PKK'ya ihale ettiğimiz terör eylemlerini durduramamak, Danıştay'a saldırı olacağı gün her nedense bozuluveren güvenlik kameralarının başına gelen talihsizlikle aynı kategoride mütalaa edilebilir mi?
O kameralar ki, kurulduğu günden beri, dijital şahadette bulunması gereken en kritik anlarda "bozuluveriyor". En mütevazı kuyumcu dükkânında, hatta bakkallarda, büfelerde bile şakır şakır çalışan kayıt sisteminin tam da o esnada devredışı kalması nasıl izah edilir?

Başa dönelim; yıllardan beri gündemin ortasında durduğu halde cevabını bilemediğimiz, daha doğrusu usûlünce soramadığımız o can yakıcı soruya dönelim: PKK terörü veya güneydoğu kaynaklı terör niçin bitirilemiyor? Çeyrek asırdan beri emniyetimiz, askerimiz, istihbaratçılarımız terörü niçin durduramadı?

12 Eylül öncesindeki şahlanan ideolojik terörü bir düdük sesiyle durduran devlet, Güneydoğu'daki cinayetleri, saldırıları, faili meçhulleri ve terörü nasıl oldu da bir türlü engelleyemedi? Mamak zindanlarında "karıştır-barıştır" gibi dâhiyâne bir akılla iç huzuru ve kardeşliği inşâ eden askerî basiret, niçin korumakla mükellef olduğu toplumu ve devleti, silahlı terörden mâsun kılamadı?

"İç düşman konsepti"ne fazlaca yoğunlaşmaktan mıdır, nedir?

28 Şubat'ın kostümlü aktörleri bir üflemeyle ortalıktan kayboluverdiler. Ayakkabı boyasıyla siyaha boyanmış tahta tüfeklerle bir geceliğine kiralanmış düğün salonlarında hilâfet devleti kurmaya kalkışanlar ânında derdest ediliverdi halbuki...

Dört gün önce Mardin Kızıltepe'de Cumhuriyet Polis Merkezi'nin önündeki emniyet aracına yapılan saldırıda bir polisimiz şehit oldu. Ondan birkaç gün önce Samsun Ladik'te bir polis aracına uzun namlulu silahlarla pusu kurulup çapraz ateş açıldı, 2 polis şehidimiz var. Derken Giresun'un Dereli ilçesinden acı bir haber daha; ilçeyi Tamdere köyüne bağlayan Kanlıhan köprüsünde tam da bir askeri geçişi esnasında patlayan mayın bir astsubayın ölümüne sebep oldu. Giresun... Mayın... Neler oluyor demeyeceğiz; olup bitenler çok garip. Belki siz bu satırları okuduğunuzda bizim PKK diye bildiğimiz örgüt olayı üstlenmiş olacaktır.

PKK diye bir şey var mı gerçekten, artık şüpheliyim; örgütün bilinen şefi, on seneden beri Türkiye'nin en korunaklı hapishanesinde mahpus iken PKK logosunun marka değeri bir türlü azalmadı. Pek garip, çok tuhaf. Yap-bozun parçalarını birleştirince, sanki birilerinin PKK'nın borsa değerini düşürmemek için el altından manipülasyon çevirdiğini hisseder gibi oluyoruz. Bu markanın piyasa değerinden kim nemâlanıyor, artık bilelim... Giresun, Ladik, Reşadiye... Ondan daha önce Tokat'ın Karadeniz dağlarına yaslanan yamaçlarındaki ormanlık bölgede yıllardan beri kökü kurutulamayan taşeron terör örgütlerinin eylemleri...

Başka bir devletle harp etmiyoruz; niçin "şehit cenazeleri" diye bir kategori yerleşti sosyolojimize ve şehit cenazeleri niçin gündelik siyasetin aracı haline geldi? Yönetici ve problem çözücü aklın iflâsıyla yaşadığımız krizler arasındaki münasebeti ne zaman algılayacağız?

Bunlar anlık hadiseler değil ki, 25 yıldan beri devam ediyor; bu noktada yönetici devlet aklını sorgulamayacak mıyız? Terörle mücadele hemen bütün partiler sorumluluk üstlenerek kendilerince mücadele yürüttüler, sonuç alınamadı. Silahlı kuvvetler, devamlılık göstermesi gereken yerleşik stratejiler takip ederek ve devletin bütün imkânlarını seferber ederek meseleye eğildiler; nerede netice? Yönetici aklın "siyâsi" kanadına hesap sorabiliyoruz sandıkta, fakat askerî kanadın idâri basiretinden sual olunamıyor. Oysaki bir Milli Savunma Bakanlığımız bile var....

27 Nisan 2010 Salı

Ufak at da, inandırıcı olsun...

Taha KIVANÇ / YENİ ŞAFAK 27.04.2010


Eski alışkanlıklardan çabuk vazgeçilemiyor. Bir zamanlar kendisinden 'medyanın amiral gemisi' diye söz edilen gazeteyi 20 yıllık kaptanlığı sonrasında terke zorlanan arkadaşın yazılarını okumasam da olabilir aslında; ancak eski alışkanlıkla yazılarına göz atmadan geçemiyorum.

Gözünün bozukluğunu o sayede keşfettim. Hürriyet binasının 11. katından aşağıya bakıldığında görülen 'Ayamama Deresi'dir; hani şu birkaç ay önce bir kez daha kudurup canlar alan münasebetsiz dere... Yukarıdan baktığında gördüğü Ayamama Deresi olduğu halde, eski kaptan, nehir kenarında oturduğunu zannediyor.

O kadar mesafeden dereyi nehir olarak gördüğüne göre gözleri bozuk olmalı...

Peki ya bellek? Ondaki sapmaları neye bağlayacağız?

Yönetimdeyken yaptığı dünya turları sınırlanmışa benziyor; bu da üzerinde bayağı yoğun psikolojik etkiler uyandırmış... Yazı konuları bir başkalaştı, yazıları işleme biçimi ise bütünüyle değişti. Evvelce yoluna çıkan önemli şahsiyetlerden hareketle yazısına giriş yapması gerekirdi, şimdilerde tek malzeme kendisi...

Bu da onu kabul edilebilirliğin sınırlarını zorlamaya sevk ediyor. Artık belleği mi kendisini yanıltıyor, yoksa işine öyle geldiği için mi illâ konuyla kendisi arasında bir irtibat kurma gereğini duyuyor, bilemem. Bildiğim, kendisinden verdiği örneklerin doğru olma ihtimalinin zayıflığı...

Birkaç gün önce, Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının idam kararını veren mahkemenin başkanı Gen. Ali Elverdi'nin ölümü vesilesiyle "Gezmiş'i milli irade asmıştı" başlıklı bir yazı yazdı. Kastının ne olduğunu anlamak için başlığı yetiyor yazının; yine de bütününü okuma zahmetine katlanan çıkmış... Radikal'de yazan Tarhan Erdem yaklaşımın yanlışlığına dikkat çekme ihtiyacı duymuş...

Nâzik adam tabii, ancak yine de yazarın sorununu doğru yansıtmış; bir yerde "Yirmi yıl ülkenin başlıca halk gazetesini yönettikten sonra milli iradeyle ihtilâfa düştüğünü" tespit ediyor çünkü... Hürriyet'i yönettiği son sekiz yılda milletin yönelimiyle arasında 180 derecelik bir makasın açıldığını herkes gördü.

Hürriyet artık manşetleriyle kendisinin yaklaşımını desteklemekten vazgeçtiğinden beri yazılarındaki yaklaşım yalnızlığı okuyanı ürpertecek kadar keskin. Bu da kendisini derin yanlışlara sürüklüyor. Şahsi tarihinde bulunması imkânsız özellikleri 'varmış' gibi aktarıyor.

Deniz Gezmiş ile ilgili yazısında Paris'te öğrenciyken idamlara karşı çıkan bir bildiri dağıttığı ayrıntısına da yer vermişti. Tarhan Bey, "Dağıttığı, büyük kentlerde dağıtılan ve o günlerin bazı gazetelerinde az yer verilen bildiri ise, onu dağıtmak pek doğru bir iş değildir; o bildiri Gezmiş'in idamına karşı gibi görünen ifadelerle, gençlerin boğazına takılan ilmiğin üzerinden siyaset yapan bir belgedir" diyor yazısında...

Endişesi yersiz. Fransa'da bulunduğu tarihlerde kendisiyle aynı muhitlerden dostlarım var; 'radikal' bir tavır sergilediğini hatırlayanla şimdiye kadar hiç karşılaşmadım. Hatta Ankara'daki öğrencilik günlerinden hep 'apolitik' bir tip olarak hatırlanıyor. Paris'teki öğrenci müfettişinin radarına yakalanmama derdi var idiyse söylendiği gibi, Denizler ile ilgili bir bildiri dağıtmış olamaz zaten...

Konuları kişiselleştirme merakı gençleri siyasilere 'Naaaaah' çekmeye davet ettiği birkaç gün öncesindeki bir başka yazısına sirayet etmişti yazarın...

1960'lı yılların ortasında Radio Caroline adlı yalnızca İngiltere'ye hitap eden bir 'korsan radyo' çıkmıştı; gemiden yayın yapıyordu. Birileri geçen yıl o radyoyu eksen alan siyasi parodilerle dolu kahkaha attırmayı amaçlayan bir komedi filmi çevirdi; Hürriyet yazarı da komedi filmini belgesel sanarak orada izlediği her şeyi gerçekmiş gibi okurlarına sunuyor.

İngiliz hükümeti korsan radyoları hedef alan bir yasa çıkarmış da, Radio Caroline çalışanları verilen sürenin sonunda yayını kesmiş de, ardından hepsi 'Naaaaaah' çekerek yayına kaldığı yerden devam etmiş...

Oysa, Radio Caroline'ın yayın yaptığı gemi yasayı delebilmek için İngiliz sularını terk edip Hollanda yakınlarına demir atmıştı o gece...

Radio Caroline'nın kendi resmi internet sitesi komedi filminin gerçekleri yansıtmadığını dünyaya ilân ediyor zaten...

Komedi filmine belgesel muamelesi yaparsan böyle hatalara düşersin elbette...

En çok güldüğüm "Bütün İngiliz gençliği bu radyoları dinliyordu. / Dinleyenlerden biri de bendim. / Ankara'daki bodrum katımda, gece yarısından itibaren sabaha kadar Radio Caroline dinliyordum" iddiası...

Radyo "Bütün gün" ilânına rağmen yalnızca gündüz (06.00-18.00 arası) yayın yapıyordu ve ancak İngiltere'deki yedi milyon dinleyiciye sesini duyurabiliyordu...

Bir büyük 'Naaaaaah' benden... Kime? O kendisini bilir.

26 Nisan 2010 Pazartesi

Bedelli ve Cinayet

Ahmet ALTAN / TARAF 26.04.2010


Yalanlarla ve yasaklarla toplumun çevresine örülen kalın duvar, şimdi “gerçekler” ortaya çıktıkça orasından burasından yıkılıyor.

O “duvarda” açılan her gedik insanlara yeni yaşama ve tartışma alanları açıyor.

Hiç görülmeyenler görülüyor, hiç konuşulmayanlar konuşuluyor.

Gördükçe, konuştukça, bu ülkenin yıllarını nasıl anlamsız ve tehlikeli “tabuların” içine hapsolarak yaşadığını da daha iyi anlıyoruz.

Bu yeni açılan alanların en başında gelenlerinden biri ordu.

Ordunun içindeki sorunların, darbe hazırlıklarının, disiplinsizliklerin farkedilmesi, insanların askerlikle ilgili sorunları da rahatça tartışmaya başlamasına neden oldu.

Şimdi binlerce genç, gazeteleri ve yetkilileri e-mail bombardımanına tutarak “biz askere gitmek istemiyoruz, bedelli askerlik çıksın, hayatımız çalınmasın” diyor.

Artık bu çağda “zorunlu askerlik” kurumunun varlığını sürdürmesinin zor olduğunu biliyoruz.

Ama anlayabildiğimiz kadarıyla bizim generaller, “başörtüsüyle”, fişlemeyle, “eylem planlarıyla” o kadar meşguller ki kendi meslekleriyle ilgili ciddi çalışmaları yok.

Bugün parlamento, “zorunlu askerliği kaldırıyoruz” dese, ordunun böyle bir planı yürürlüğe koyabileceğinden, bu konuda ciddi hazırlıkları olduğundan çok kuşkuluyum.

Askerî konularda toplumun ve parlamentonun “söz hakkı” olmadığı yanılgısına öylesine kaptırmışlar ki kendilerini, toplumdaki gelişmeleri, dünyadaki değişimleri takip edebilecek hazırlıkları yapmamışlar.

Teknolojisi kuvvetli profesyonel bir ordu kurabileceğimize inanan kaç kişi var?

Bu ihtiyacın herkes farkında ama bunu yapabilecek kapasitede bir orduya sahip olduğumuzdan herkes kuşkulu.

Ordu ise kendi “hazırlıksızlığını”, askerî konulardaki “proje” eksikliğini, hep aynı mazeretin ardına saklıyor:

“Bizde terör var.”

Genç insanların, çalışmalarını, kariyerlerini, hayatlarını sürdürebilmek için güçlü bir şekilde talep ettikleri “bedelli askerlik” de aynı mazerete tosladı.

“Bizde terör var.”

Ordu, insanların hayatlarından önemli bir parçayı zorla koparmak istiyor ve “terör” mazeretinin arkasına saklanıyor.

“Terör örgütü” dedikleri PKK’nın devletin resmî açıklamalarına göre beş bin militanı bulunuyor.

PKK’nın elinde tank yok, top yok, uçak yok, gemi yok, denizaltı yok, zırhlı araç yok.

Tankı, topu, uçağı, helikopteri, gemisi olmayan “tüfekli” beş bin kişiye karşı ordunun kaç kişisi bulunuyor?

Bilinen rakamlara göre 730 bin asker.

Beş bin kişiye karşı 730 bin kişiyi yeterli bulmayan generaller daha da asker almak istiyorlar.

Bu, sizce övünülebilecek bir durum mu?

Başarılı bir yöntem mi?

Savaşın yirmi beş yıldır sürdüğüne bakılırsa “başarılı” bir yöntem değil.

Dolayısıyla geçerli bir “mazeret” de değil.

Demokratik açılımlarla durdurulması gereken savaş bir türlü durdurulamadığı, gerekli açılımlar bir türlü yapılamadığı için çocuklar kurban ediliyor.

Anlamsız bir savaşı sürdürmenin de, o anlamsız savaşta acemi gençleri kurban etmenin de mantığı yok.

Neresinden bakarsanız bakın “mantıksız” bir durumla karşı karşıyayız.

Mantıklılık bir “sistem” olduğu gibi, mantıksızlık da bir sistemdir, onun için biz bu mantıksızlığı askerle ilgili her konuda görüyoruz.

Savaşı sona erdirmemek de, siyasete karışmak da, “başörtüsünü” ordunun en önemli meselesi sanmak da, zorunlu askerliği kaldırmamak da, “bedelli” askerliği engellemek de aynı mantıksızlığın sonucu.

Mantıksızlık bu ölçülere varınca, Danıştay cinayetinin arkasından Ordu Yardımlaşma Kurumu OYAK’a ait güvenlik şirketinin çıkması da, Danıştay’ı gören Sıhhiye Orduevi’nin “kamera kayıtlarının” kaybolması da “normal” karşılanıyor.

Bedelli askerlik konusunda neredeyse hiç susmayan emekli generaller bu konuda ağızlarını bile açmıyorlar.

Topluma bir açıklama borçlu olan ordu da bu konuda susuyor.

Sanki bu ülkede bir “toplum” yok, o toplumun ihtiyaçları, istekleri yok.

Bir ordu var ve sadece onun istekleri var.

Bu durumu değiştirmeliyiz.

Bunu değiştirecek olan da generaller değil, onlar herhangi bir şeyi değiştiremezler, bunu değiştirecek olan “toplumun” sözcüsü durumunda olan siyaset.

Siyasetçilerin ödleklikten vazgeçip bu “mantıksızlığı” artık bitirmesi gerekiyor.

Toplumun siyasetçisi mi onlar yoksa ordunun siyasetçisi mi?

Bilsinler ki bu halk onlara oylarını her mantıksızlığa “evet” desinler diye vermedi.

Çocukları kurtaramadıktan sonra siyasetin bu topluma ne faydası var?

25 Nisan 2010 Pazar

Bize Buyurun Paşam !

Engin ARDIÇ / SABAH 25.04.2010


Bir emekli paşa, hanımıyla birlikte orduevine gitmiş... Yemek yemeye, belki o arada iki kadeh de içki içmeye... (Bir zamanlar devlet resepsiyonlarında "oğlum bana bir kadeh rakı getir" muhabbeti vardı, böylece "ne kadar Atatürkçü olunduğu" dosta düşmana gösterilmiş sayılıyordu...)
Paşanın adını vermiyorlar.
Fakat "AKP ve yandaşlarının demokrasi kahramanı ilan ettikleri" bir paşaymış bu...
Kim olduğu çok belli.
Hani şu, faşist gazetecilerin kendisiyle "Bey" diye dalga geçtikleri paşa. Bu bir küçümseme, belki hakaret sayılıyor: "Sivil parçası"...
Bizler de paşa olmadığımız, yalnızca bey olduğumuz için eşeğiz herhalde... Sivil demek "adam değil" demek bu ülkede... (İşin en güzel yanı, paşaya bey diyenin kendisi de sivil... En azından, beyni öyle olmasa bile medeni hali sivil...)
Orduevinde birçok emekli amiral ve general varmış... (Onlar diğer subaylardan ayrı bir bölümde otururlar, bölüm kırmızı kordonla çevrilidir.)
Fakat paşayı görünce önce derin bir sessizlik olmuş, sonra birer ikişer kalkmışlar, gitmişler. Kısa bir süre sonra paşa ve eşi, generaller bölümünde yapayalnız kalmışlar.
Bir arkadaş, "Allah kimsenin başına vermesin böyle bir şey" yazdı.
İnceden dalgasını geçiyor, "darbeye engel olur musun, işte sana böyle yaparlar, oh olsun" demeye getiriyor. "Vah paşam vah" diyerek ona acımış görünüyor ama çok sevindiği belli. (Eşek olmadığımız için, anladık.)
Versin, versin... Başına versin...
Versin de, paşa bir daha oralara gitmesin.
Halkın arasına girsin.
Bizim gibi "yalnızca beylerin" gittiği lokantalara bekleriz kendisini...
Yüksek rütbemiz yoktur ama kendi paramızla rezil de olmayız.
Gittiğimiz yerde bizi görünce kimse ayağa kalkmaz, önünü iliklemez, esas duruş göstermez, kısa künye yapmaz, ama protesto etmek için de kimse kalkıp orayı terketmez.
Çünkü bizim paramız da paradır, onun parası da paradır. Bizim gittiğimiz yerlerde her müşteri eşittir. Biz öyle garsona yirmi kuruş bahşiş de bırakmayız, sonra arkamızdan küfür eder.
Fakat bizde fiyatlar daha yüksektir maalesef, otuz beş kuruşa çorba içemeyiz, yiyip içip sekiz lira verip kalkamayız, eşlerimiz de saçlarını on liraya yaptıramıyorlar ne yazık ki...
Eh canım, koskoca emekli paşa da herhalde sivil lokantasında hesabı ödeyemeyip rehin kalacak ya da kimlik bırakacak değildir!
Darbeye engel olduğunuz için size burun kıvıranlara yüz vermeyin paşam.
Orduevine "sivil postalcılar" gitsinler, orada mutlu olurlar, kötüsü gelirse de "bir arkadaşa bakıp çıkacağım" ayağına yatarlar.
Bizim gittiğimiz yerlere bekleriz, oralarda saygı görürsünüz.
Haa, paşam, siz belki bilmezsiniz, bizim sivilde bir de "yan masadan içki gönderme" raconu vardır...
Bir kadeh rakımızı ya da bir acı kahvemizi içmeniz bize şeref verecektir.
Bizi "tepenize inecek" diye tehdit etmeye kalkan maceraperestlerin balyozunun da, nerelerine kaçtığı görülecektir.

24 Nisan 2010 Cumartesi

Danıştay Kamerası

Derya SAZAK / Milliyet 24.04.2010


Alparslan Arslan’ın işlediği Danıştay cinayetinde dört yıl sonra TÜBİTAK raporuyla gelinen aşama ‘Ergenekon’ bağlantılı kuşkulara yeni deliller sunuyor.
17 Mayıs 2006’da ‘türban’ kararı öne sürülerek gerçekleştirilen baskında Danıştay 2. Daire üyesi Yücel Özbilgin hayatını kaybetmişti. O günkü saldırıda yargıçlar toplu bir kıyıma da uğrayabilirlerdi. Çünkü Alparslan Aslan bir avukattı ve Yargıtay’a, ‘mesleği nedeniyle’ bir gün önce elini kolunu sallayarak girmiş, rahatlıkla ‘keşif’ yapabilmişti. İtirafçı tetikçi Osman Yıldırım’la birlikte cinayet silahlarını sokmakta da sıkıntı çekmemişlerdi.
Danıştay’a yönelik kanlı baskının ardından Türkiye ayağa kalktı.
Cinayet ilk anda, ‘türban’ kararıyla ilişkilendirildi ve ‘yargıçları korumadığı’ gerekçesiyle hükümetin üzerine yıkılmak istendi. Kocatepe Camii’ndeki törende bakanlar yuhalandı. Eski Başbakan Bülent Ecevit, törenden sonra beyin kanaması geçirdi ve uzun bir tedavi döneminin ardından GATA’da yaşamını yitirdi.
Ümraniye’de ele geçirilen Ergenekon sanığı Muzaffer Tekin’e ait bir evdeki el bombalarının kafile numaralarıyla Cumhuriyet’e atılan bombaların aynı seriden çıkması, Danıştay dosyasını kökten değiştirdi.
Alparslan Arslan’ın Veli Küçük ve Muzaffer Tekin’e uzanan bir faktoring şirketinin avukatı olduğu anlaşıldı.
Böylece soruşturma Ergenekon’a dayandı.
Davalar birleştirildi.
Şimdi 4 yıl sonra TÜBİTAK raporuyla, 17 Mayıs’taki cinayetten 24 saat önceki tablo biraz daha netleşiyor.
Danıştay’ın ana girişindeki kamera kayıt cihazı nedense peş peşe arızalandıktan sonra 16 Mayıs’ta OYAK Güvenlik elemanlarınca sanki ‘ertesi gün’ olacaklar biliniyormuşçasına 16 Mayıs saat 16.00’da ‘kayıt yapamaz’ hale getiriliyor. Kameranın harddiskleri ‘onarım’ gerekçesiyle alınıp götürülüyor. 17 Mayıs’taki Danıştay saldırısından görüntü yok!
Önceki görüntülerin ise ‘silindiği’ açıklanmıştı.
TÜBİTAK raporuyla şimdi bu görüntülerin de bir kısmının ‘kurtarıldığı’ ortaya çıktı.
Bu kayıtlar incelendiğinde ‘keşif günü’ne ilişkin yeni delillere ulaşılması mümkündür.
Ergenekon örgütüyle bağlantılar açısından bakıldığında ise Danıştay’ın kamera sistemini kuran OYAK Güvenlik’teki bir emekli askerin MİT’le ilişkisi sorgulanmaktadır.
Alparslan Arslan’ın cinayeti salt ‘türban’ kararına tepki olarak bireysel gerekçelerle işlemediğine ilişkin yargılar pekişmektedir. TÜBİTAK raporu, Ergenekon açısından yeni bir dönemeçtir.
2007’de işlenen Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi ‘sonradan’ ortaya dökülen bilgi ve belgeler, ‘planlı’ cinayetlerin ‘derin devlet’ bağlantısını gözler önüne sermektedir. Cinayet günü Danıştay’ın güvenlik kamerasını devreden çıkarmak herhalde örgütlü bir iştir. Ergenekon avukatları TÜBİTAK raporuna ne diyecekler?!

23 Nisan 2010 Cuma

Yılmaz Özdil, yumrukların atılacağını önceden biliyordu!


Sevilay YÜKSELİR / SABAH 23.04.2010


Diyor ki bazılarınız; "Ahmet Türk'e atılan yumruk karşısında Özdil'in insanlık ayıbı tavrına dair bir şeyler yazmayacak mısın?"
Efendim... Aslında bendeniz bu zat-ı muhteremin ne halt olduğunu ve son derece kritik bir dönemden geçen ülke halkına yazılarında nasıl gaz verdiğini yani nasıl provokatörlük yaptığını aylarrr evvel kaleme almıştım zaten!
Unuttunuz galiba... Bu adam PKK'lıların Mahmur Kampı dönüşüne tepki amacıyla kaleme aldığı bir yazısında, "Sen mesela, hacı emmi! Sen değil miydin köyün şehidi için fazladan iki rekât namaz kılan... N'olacak şimdi memleketin bu hali? Ya sen üniversiteli Şebnem. Sana ders veren hocayı sabahın köründe yatağından kaldırıp, pijamayla tutukladılar, kanser oldu adam kahrından, 'Neme lazım' dedin, zahmet edip kantindeki protestoya bile katılmaya tırstın, kenardan kenardan araziye uydun. Niye endişeliymişsin gibi yapıyorsun ki şimdi? Sen memur Hüseyin. Başındaki badem bıyıklı görecek diye, bizim yazıları bile gizli gizli okuyorsun internetten, gammazlanacaksın diye yusuf yusufsun. Zaten o nedenle katılmamıştın Cumhuriyet mitinglerine... Katılsana şimdi PKK mitingine. Sana söyleyeyim, terfi bile edersin belki! Ya sen, emekli Ahmet Bey. Kahvede başının etini yedin milletin, eczaneden nasıl bedavaya ilaç aldığını anlata anlata bitiremedin, 20 tane reyin olsa, 20'sini de vereceğini söylüyordun. Nasılsın şimdi? Memleketi iki tane aspirine satmış gibi hissediyor musun kendini?" dememiş miydi bir yazısında?
Aleni bir şekilde Türkiye'nin amiral gemisi olduğu iddia edilen Hürriyet'in 3. sayfasından Demokratik Açılım'a karşı seferberlik ilan etmemiş miydi?
Ben de bunun üzerine; "Birileri, 'Yıllardır akan bu kan dursun, Türk ve Kürt halkı yeniden huzur içinde yaşamaya devam etsin' niyetiyle yola çıkıyor, adım atıyor ve o adımlar karşılık buluyor. Bu adımlardan rahatsız olan birileri ise sinsice ve de haince bu süreci baltalamaya çalışıyor.
Ve ne yazık ki bu sinsi ve pis niyetli insanların ülkeyi ne kadar büyük bir tehlikeyle karşı karşıya getirdiği birçok insan tarafından fark edilemiyor.
Alkışlanıyorlar ayakta. Methiyeler düzülüyor onlara. Ne kadar korkunç. Ne kadar ürkütücü bir durum bu" yorumunu kaleme almamış mıydım? (http://www.sabah. com.tr/Yazarlar/yukselir/2 009/10/23/provokatorlere_iki_ cift_lafim_var)
Eee şimdi tehlikeyi aylar evvel fark etmiş olan Sevilay, bu muhterem kalemin binbir çaba sarf ederek ektiklerini tek tek toplaması karşısında ne desin daha?
"Valla hocam helal olsun sana. Tebrik ederim. Didindin, çırpındın sonunda hem çaycı İsmail'e, hem de Şahin Hoca'ya o yumrukları attırdın!" mı desin?
Ne desin?
Hele siz söyleyin bana... Ne desin?
Kaldı ki denilen denilmiş. Bu memleketin demokrat ve sağduyulu bütün kalemleri yazı üzerine yazı döşenmişler, yumruk kafalı bu herife?
Salladı mı hiçbirini? Aldırış etti mi hiç? Utandı mı o insanlık ayıbı yazılarının bir tekinden?
Yooooo!!!!
Tam aksine... Ününe ün kattı... Şiştikçe şişti... Adamda ego tavan yaptı! Sanmayın ki siz bu yumruk kafalı adamın yazdıklarından dolayı sadece tepki aldığını!
Vallahi billahi yanılıyorsunuz! Çünkü o ne kadar yumruk kafalıysa, onun bin katı bidon kafalı zevat bu memleketin dört bir yanından ona alkış tutuyor!
Telefon ve telgraflarla kimlerden tebrik aldığını, muhteremin adı sonsuza değin yaşasın diye nasıl çalışmalar yapıldığını bilmiyorsunuz siz!
Yalan ya da doğru... Mesela duydum ki hemşehrilerinden bazıları İzmir'in en önemli caddelerinden birinin ona atfedilmesi için önerge hazırlıyormuş!
Edilir mi bilemem. Bildiğim tek bir şey var! O da bu ırkçı ve kafatasçı adamın kendisine gösterilen tepkilerden dolayı en ufacık bir utanç duyup, çağdışı bu düşüncelerinden asla geri adım atmadığıdır! Onunla çalışanların yalancısıyım. Diyorlar ki mesela: "Özdil hayatından çokkk memnun! Öyle bir adamdır ki o, yüzüne tükürsen, 'Berekete bak be! Yine yağmur yağdırıyor yüce Rabbim!' deyip, bildiğini okumaya son sürat devam eder!"

22 Nisan 2010 Perşembe

Dört resimde “Trkcll Spr Lg”


Uğur MELEKE / MİLLİYET 22.04.2010

Fransa’nın hocası Domenech, geçenlerde bir basın toplantısında şöyle demiş: “Bir maçı kimin kazanacağını anlamam 5 dakika sürer. Dünya Kupası da aslında uzun bir maç gibidir, onun galibini de size turnuva başladıktan birkaç gün sonra söyleyebilirim”. Düşündüm de, eğer Domenech bir günlüğüne Türkiye’ye gelip, pazartesinin tek futbol müsabakası Trabzon-Kasımpaşa’yı televizyondan izleseydi, yalnızca bir maçı seyrederek bu ülke futbolunun durumunu da anlayabilir miydi? Bana sorarsanız o 90 dakikaya sığmış aşağıdaki 4 resim, Türkiye ligini de, Türk futbolunu da bir biçimde özetliyor.

1) Türk futbolcusu
Birinci resim, maçın 20’nci dakikasından... Trabzonspor forveti Umut, kaleciyle çaprazdan karşı karşıya kalıyor, topu bomboş durumdaki Teofilo’ya yuvarlamak yerine Murat Şahin’e nişanlıyor. Aradan 3-4 dakika geçiyor, yine benzer bir pozisyonda yine Umut, yine bomboş Teofilo’ya vermiyor ve yine topu kalecinin üstüne vuruyor!
Teofilo birinci pozisyondan sonra dizlerini dövüyor, isyan ediyor, ama Umut o yöne bakmayarak hadiseyi geçiştiriyor. İkinci pozisyondan sonraysa iki oyuncu yan yana geliyorlar, Teofilo üzüntüsünü Umut’a da anlatmaya çalışıyor ama büyük (!) Türk futbolcusu onu dinlemiyor, hatta yüzüne bile bakmıyor.
Bu kareleri izlerken de zihnim ister istemez bana şu soruyu sorduruyor: Eğer aynı pozisyonda Umut’un pas vermediği adam yerli bir oyuncu olsa olaylar böyle mi gelişirdi? Türkiye’de yabancı futbolcu olmak, her şeye müstahak olmak anlamına mı gelmeye başladı?
Aynı sezonda Franco’dan sonra Bobo’nun da (sadece bir penaltı kaçırdığı için) delilsiz/belgesiz şike ithamıyla karşı karşıya kalması ve bu iki futbolcunun da yabancı olması tesadüf mü?

2) Türk hakemi
İkinci resim, maçın ikinci yarısından... Bir Kasımpaşa atağı... Yerdeki oyuncu Kasımpaşalı Cenk... Fotoğrafta düdük ağzında olan hakem Özgüç Türkalp... Türkalp, pozisyonun sadece 5 metre gerisinde, önü açık, olayları net bir biçimde görüyor, düdüğü ağzına götürüyor. Ama çalmıyor.
Geçenlerde yazmıştım. MHK’nın gözdesi, 40 yaşında FIFA kokartı takılan (Sadece 5 yıllık hakemlik ömrü kaldığı için gereken basamakları çıkamayacağı da bilinen) Yıldırım, yönettiği son 90 Süper Lig maçında ortalama 30 düdükle ligin en çok faul çalan hakemi olmasına rağmen, toplam 1 penaltıyla ülkenin en az beyaz noktaya giden hakemi konumunda. Yani Yıldırım’ın bu 90 maçta gözlemlediği yaklaşık üç bin faullü hareketten yalnızca 1’i ceza alanının içine denk gelmiş!
Sonra inceledim, bu sezon bu problem hakemlerimizin geneline de sirayet etmiş durumda. 30 hafta sonunda Süper Lig’de çalınan penaltı düdüğü sayısı 42... Oysa geçen sezon aynı sürede 59 penaltı düdüğü var. 2007-08’de sayı yine 59... 2006-07’de ise 64... Yani bu sezon önceki yıllara göre kaba bir hesapla yüzde 30 daha az penaltı düdüğü çalınmış. Her geçen yıl da hakemlerin verdiği penaltı kararı sayısı azalıyor.
Hakemler rahat değil, hakemler tedirgin, hakemler mutsuz... Bu mutsuzlukta hepimizin payı var, ama en çok da üçüncü resimdeki tribünde oturanların...

3) Türk protokol tribünü
Üçüncü fotoğraf maçın sonlarına doğru görüntüye gelmiş, bir protokol tribünü karesi... Karede Trabzonspor ihtilalinin, Anadolu ihtilalinin, hatta Türk futbolu ihtilalinin iki komutanı A.Suat Özyazıcı ve Özkan Sümer var. Bir ülke futbolunun ezberlerini bozmuş, bir kulübün tarihini yeniden yazmış iki adam. Süper Lig’de üç büyükler hegemonyası dışına çıkabilmiş 6 şampiyonluğun altında da bu iki adamın imzası var.
Şöyle bir kıyas yaparsak herhalde meramımız daha iyi anlaşılır: Manchester United 2020’de bir lig maçı oynuyor ve (gökten inen!) Matt Busby ile Alex Ferguson bir arada eski takımlarının maçını izliyor. United protokolünde onlara nasıl iki koltuk tahsis edilebileceğini düşünebiliyor musunuz?
Trabzon protokolündeyse bu iki yaşayan efsane, maçı orta sıralarda, boş bir koltuğun arkasında seyrediyorlar. Özyazıcı ve Sümer’in bir sıra önündeki o boş koltuğa bir kâğıt yapıştırılmış (belli ki o kâğıt sezon boyunca o koltuğun üstünde duruyor) ve üzerinde de aynen şöyle yazıyor: “AK Parti il başkanı”...

4) Türkiye ligi
Tabii üçüncü resimdeki o tribünün sakinlerinin Türk futbolunun kaderi üstünde doğrudan söz sahibi olduğunu düşününce insan ne birinci resme, ne de ikincisine şaşırmıyor. Zaten maçın 94’üncü dakikasında yaşanan dördüncü resim de Türk futbolunun mevcut kalitesini bariz bir şekilde ortaya koyuyor:
Maçın son anları... Kasımpaşa bir beraberlik golü bulmak için kaleci Murat dahil rakip ceza alanına gitmiş, topu kazanan Trabzonlular da bomboş rakip filelere doğru hücum ediyorlar. Topu 60-70 metre süren Umut’la birlikte bir arkadaşı (Colman) 60-70 metre boyunca koşuyor ve ondan boş kaleye yuvarlamak üzere pas bekliyor. Ama Arjantinli oyuncu orta sahayı geçtiği andan itibaren sürekli ofsayt pozisyonunda! Kale önünde sadece 1 Kasımpaşalı var, kaleci yok ve Umut topu Colman’a yuvarlarsa yardımcı hakemin bayrağı havaya kalkacak!
İşte bazen 321 milyon dolar edip, bazen 321 kuruş etmeyen ülke futbolumuzun, nâm-ı diğer “Trkcll Spr Lg” in bir karelik özeti de bu...

21 Nisan 2010 Çarşamba

Aydın Doğan ve iki yanlış yakıştırma

Fehmi KORU / YENİ ŞAFAK 21.04.2010

Ortalıkta ismi dolaşan her insanın üzerine yapışmış kendisiyle ilgisiz yakıştırmalar vardır. Benimle ilgili olanlardan biri ülkemizin en büyük medya patronunu çevresinin baştan çıkardığını anlatan şu söz: "Aydın Doğan iyi, etrafı kötü..."

Böyle bir tespiti Aydın Doğan'ı hiç tanımasaydım belki yapabilirdim; ancak ülkemizin en büyük medya patronunu bugünkü konumuna kendi zekâsı ve becerisiyle geldiğini bilecek kadar tanıyorum. Sonuçta etrafını, dostlarını, mesai arkadaşlarını, yönetici ve yazarlarını seçen de kendisi.

Kötü bir çevreyi iyi bir insan oluşturur mu? İyi bir insan yakınlarını da kendisi gibi iyi insanlardan seçecektir. (Sevgili Ahmet Kekeç, ben desem desem şunu derim: "Aydın Doğan da iyi, yanındakiler de...")

Yanlışlığı durup durup bugün düzeltmek istememin sebebinin, 'büyük yazarı'nın verdiği destek sayesinde 'yumrukçu' sayısının çoğalmaya yüz tutması olduğunu sanacakları baştan uyarırım: Yanılıyorsunuz... Beni düşündüren, dün ajanslara düşen ve içinde Aydın Doğan ile ailesi fertlerinin adlarının da geçtiği bir mahkeme haberi...

Hayır, dava konusu Maliye Bakanlığı'nın vergi cezalarıyla ilgili değil; o cezalar kesinleşse bile sonuçta para olarak ödenecek; ancak dün mahkemesi görülen dava kaybedilirse, Aydın Doğan, bir kızı ve şirketlerinin iki önemli yöneticisi sekiz yıl dokuz aya kadar hapis cezasına çarptırılabilir...

Konu aslında basit, bu sebeple mahkemenin fazla uzun sürmemesi beklenir: Doğan Grubu Avrupa'da bir şirket kurup gazetelerinin kâğıt ihtiyacını o şirketten sağlamış... Kendilerine göre 'ucuza', iddialara göre ise 'pahalıya' satmış yurtdışındaki şirket kâğıdı Doğan Grubu gazetelerine... Sermaye Piyasası Kurumu (SPK), borsaya açık şirketlerin hissedarlarının bu yolla zarar ettirildiği iddiasıyla açmış davayı...

Aydın Bey mahkemeye katılamamış dün, kızı Hanzade Doğan Boyner kendini şöyle savunmuş: "Yurtdışında ekonomi eğitimi ve finans lisansı yaptım; maliyet analizlerinde hem tecrübeliyim, hem de akademik bilgiye sahibim. Bu bilgiler ışığında çok doğru bir şey yaptığımıza inanıyorum..."

Mahkeme aynı dönemde başka yayın gruplarının kâğıdı kaça mal ettiğini öğrenip yapılan işlemin hissedarları zarara uğratıp uğratmadığına karar verecektir.

Peki de, 'üçüncü sayfa güzeli' neresinde bu işin?

Şurasında: SPK tarafından mahkemeye verilen dört kişiden biri olan İmre Barmanbek, mahkemede, "Bu iddia 2001 yılında Uzanlar'ın sahibi olduğu star gazetesinde grubumuza karşı açılan bir karalama kampanyası sırasında ortaya atılmıştı" demiş...

Hani Aydın Doğan'ı Mesut Yılmaz ve eşiyle birlikte içki masasında elleriyle ritm tutarken gösteren görüntülerin star televizyonu ekranlarında yayınlandığı dönemde...

Aydın Doğan kendisini halk nezdinde kötü gösteren yayınları yapan star televizyonunu satın alarak üste çıkmış oldu. Bu bir tür 'intikam' bile sayılabilir.

Bir şey daha yaptı Aydın Bey: star TV'de Haber Bülteni'ni hazırlayıp star gazetesinde manşetleri neşelendiren 'gazeteci'yi transfer edip 'Titanik' boyutundaki gazetesinin üçüncü sayfasına yazar yaptı...

Geçmişte Aydın Doğan'ın burnuna uzaktan yumruk savuran ve haberleri yüzünden mahkum olursa sekiz yıl hapse düşebileceği kişi, şimdi kendi gazetesinde siyasilere yumruk sallayanları savunuyor.

Bana atfedilen yanlış sözlerden biri de "Yayın yönetmenini at, yerine beni getir" talebidir. Titanik'in başına star'dan aldığı kişiyi getirmesini tavsiye ederim. Uğurlu biri olduğu bir önceki patronlarının dünyanın değişik yerlerinde keyif çatmalarından belli değil mi?

Yakışır.

20 Nisan 2010 Salı

Türkiye'nin hesabını bozacak savaş yakın!

İbrahim KARAGÜL / Yeni Şafak 20.04.2010

Can alıcı soru şu: Ortadoğu'da bütün hesapları sıfırlayan yeni ve çok yakın tehdit ne olabilir? Türkiye'nin son sekiz yıldır, bazı merkez güçlerin gıpta ve veya hasetle baktığı yeni pozisyonunu kim, nasıl sabote edebilir? Yaklaşık bir yıldır, bu soruları ıslarla gündemde tutup cevabını kestirmeye çalışıyoruz. Gerek bölgesel düzeyde kendini hissettiren stres birikimi, gerek bazı merkez ülkelerin ve İsrail'in Türkiye'ye karşı tutumu, soruyu ve cevabını çok önemli hale getiriyor.

İran'ın, "Ordu Günü"nde sergilediği abartılı, çok da sağlıklı olmayan gövde gösterisi, İran liderliğinin çatışma tezlerine güç veren açıklamaları, İsrail'den daha sert tonda gelen mesajlar bölgesel bir çatışmanın fitilini ateşleyip, bütün hesapları sıfırlama tehlikesinin hiç olmadığı kadar yakın olduğunu gösteriyor. Sadece bu kadar mı?

ABD yönetimi, İran nükleer tezleri konusunda işe yaramayacağını herkesin bildiği "ağırlaştırılmış ambargo" konusunda bile dünyayı ikna edemedi. Başka da bir politika geliştirebilmiş değil. Askeri seçenek, bugünkü haliyle sadece bölgesel kaosa değil, ABD için de ciddi bir yıkıma neden olacaktır. İsrail'in bütün tahriklerine rağmen, ABD liderliği, askeri seçenek konusunda mesafeli duruşunu bu yüzden sürdürüyor. Ancak, bölgede hemen her gün, artarak devam eden gerilimli süreci dikkatle izleyenler, nasıl bir stresin biriktiğini, bunun kısa süre içinde bir yerde patlamak zorunda olacağını bilir.

İsrail'in "sorunlu" Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman; "Hizbullah balistik füze kullanırsa Suriye'ye taş devrine döndüreceğiz" açıklaması yaptı. Böyle bir tehdidin bedelini Suriye'nin ödeyeceğini, Beşşar Esad iktidarının devrileceğini, bu ülkeye çok ağır kayıplar verecek acımasız bir saldırı gerçekleştireceklerini söyledi. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu'nun, "İran ambargoyla felce uğratılmalı. Eğer İran tehdidine karşı BM bünyesinde bir karar alınamazsa, tehdidin farkında olan ülkeler arasında bir koalisyon oluşacak" türü açıklamaları Çin, Rusya, Türkiye ve Brezilya'nın "engel"ini aşamayan ambargo sonrasına ilişkin tezler hakkında ipuçları veriyor. Söz konusu açıklamalar yapılırken İsrail savaş uçaklarının Lübnan hava sahasında gezindiğini unutmayalım.

Gerilimi artıran son "bahane" Suriye'nin Hizbullah'a Scud füzeleri verdiği, İran üzerinden gelen füzeleri Hizbullah'a ulaştırdığı, Hizbullah mensuplarına bu füzeleri kullanma eğitimi verdiği iddiaları. Saddam Hüseyin'in Körfez Savaşı'nda onlarcasını İsrail'e fırlattığı bu başarısız füzeler İsrail için müthiş bir propaganda malzemesi olarak kullanılıyor.

İran'dan Akdeniz kıyılarına uzanan kuşakta Irak işgalinden sonraki en tehlikeli restleşme yaşanıyor. Nerede patlayacağını bilmek elbette mümkün değil ama bu stresin tahminlerimizden bile yakın bir zamanda bu kuşakta ağrı bir bunalıma yol açacağını söylemek abartı olmayacaktır. Gerçekten de çok tehlikeli bir oyun oynanıyor ve oyunun tarafları için manevra alanı giderek daralıyor. Daralmanın sonucu savaştır. Şu an için, İsrail'in bir savaşın fitilini ateşleyeceği apaçık ortada. Peki, böyle bir savaşın, ürkütücü sonuçlarının ötesinde bölgesel denklemi nasıl sarsacak, bunun Türkiye'ye maliyeti ne olacak?

İşte, Aralık ayından bu yana tartıştığımız konu bu. "Türkiye'yi nasıl durduracaklar" ya da "İsrail Türkiye'yi durdurabilir mi?" sorularını yüzden sorup durduk. Zira, böyle bir savaşın öncelikli sebebi İran'ı ve beraberindekileri durdurmak ise de, İsrail açısından çok önemli bir hedef daha var; Türkiye'yi durdurmak. Yüz yıl sonra oyun kurucu ülke olarak Ortadoğu'ya geri dönen, istediği karşılığı/desteği alan ve dikkat çekici biçimde güç kazanan Türkiye'nin attığı her adım öncelikle İsrail'in daha sonra bölgede nüfuzu olan güçlerin alanını daraltıyor. Belki benzetmek doğru değil ama uzun vadede İsrail için en büyük tehdit algılamasının Türkiye'nin bölgesel projelerinden geldiğini kabul etmek gerekiyor. "Hesapları bozacak gelişme" derken, İran'ın dizginlenmesi kadar, bu yüzden, Türkiye'nin de dizginlenmesi hesaplarını anlamak mümkün.

Pakistan'dan Orta Afrika'ya kadar Türkiye'ye yönelik ilgi hızla artarken, bölgesel ortaklıklar ileriye dönük daha kapsamlı birlikteliklere dönüşme eğilimine girerken, barış ve diyalog üzerinden oyun kuranlara karşı, çatışma ve kaos üzerinden oyun kuranların harekete geçtiğini, önümüzdeki günlerde bu yönde endişe verici gelişmelerin olabileceğini, "Oyun kuranlar"a karşı "oyun bozanlar"ın tehlikeli bir senaryo yazdığını söylüyoruz.

İsrail için tek bir yol var; bölgesel etkileri olacak yıkıcı bir savaş! Bu yüzden, Tel Aviv yönetiminin, dünyadan destek alamasa bile böyle bir savaşı bir bahaneyle çıkaracağına, savaş itemeyen olağan destekçilerini kendini desteklemek zorunda bırakacağına inanıyoruz. Lübnanlı yetkililer, İsrail'in Lübnan'a saldırı hazırlıkları içinde olduğunu dünyaya duyururken, İsrail Genelkurmay Başkanı Gabi Eşkinazi de her fırsatta, İsrail ordusunun Gazze'ye saldıracağını söylüyor

Bundan sonraki saldırının sebebinin Hizbullah ya da Hamas olmayacağı, siyasi anlamda tükenen, bölgesel nüfuzunu büyük oranda kaybeden, köşeye sıkışan, Türkiye'nin yapıp ettikleriyle elindeki kartları birer birer kaybeden İsrail'in, "oyun bozucu bir senaryo" ile şaşırtıcı hareketlerde bulanacağı yeni bir gerçek olarak önümüzde duruyor.

Şimdi; bütün bu olanların tek gerekçesi İran'ı durdurmak değil, Türkiye'yi de durdurmaktır. İsrail, Lübnan ve Gazze saldırıları dahil, hiçbir krize bu kadar yaklaşmamıştı. Bu sefer, doğrudan İran'a saldırı olmasa da, İsrail-İran savaşı Akdeniz kıyısında, Suriye üzerinde yaşanabilir. Yine bu sefer, Gazze ve Güney Lübnan'a saldırılardaki gibi, savaşın etkisi, o bölge ile sınırlı kalmayacak gibi...

19 Nisan 2010 Pazartesi

Oğuz Sarvan istifa!

Ahmet ÇAKAR / SABAH 19.04.2010

Son yıllarda böylesine kötü bir hakem yönetimine şahit olmadım. Sonucu etkileyecek en az 8-10 hata var. Verilmeyen penaltılar, verilen yanlış kartlarla Türk hakem tarihine tüm zamanların en kötü yönetimi olarak geçecek. Ama kabahat Hüseyin Göçek kardeşimde değil, onu bu maça veren; hem de hiçbir şey düşünmeden veren Merkez Hakem Komitesi'nde. Bu hakem daha bir ay öncesinde, İstanbul BŞB-Diyarbakır maçından sonra çok ağır bir travma geçirmiş. Üstelik devletin valisinden ciddi anlamda fırça yemiş. Ayrıca geçen hafta Beşiktaş tarafından istenmeyen hakem ilan edilmiş. Ama sen böylesine büyük psikolojik baskı altında olan bir hakemi böylesine kritik bir maça atıyorsan sen MHK falan olamazsın. Hangi birinden başlasam...Yanlış kırmızı kartlar, Beşiktaş'ın verilmeyen penaltısı, Güiza'ya, Emre'ye verilmeyen sarı kart, Selçuk'a çıkan yanlış sarı kart, Sivok'un atılmaması ve daha niceleri. İddia ediyorum bu yönetimden sonra Göçek başka bir ülkede bir yıl maç alamazdı. Ama tekrar söylüyorum kabahat onun değil. Sonunda o da duyguları, ailesi olan bir insan. Ama Oğuz Sarvan'a yazıklar olsun ki onu dün gece aslanlara yem yaptı. Hakeme, federasyona ve takımlara zarar verdiler.

HAKEMLİĞİN ÇİVİSİ ÇIKMIŞ
Yardımcı hakemler işin şovunda. İstedikleri adamı kafalarına göre attırıyorlar. Telsizle hakeme bilgi verirken bazen elleriyle ağızlarını kapatıyorlar, bazen de tribünlere oynuyorlar. Türk hakemliğinin çivisi çıkmış. Bunu da dün gece çok net gördük. İkinci devre Topuz, topa dokunmak için hamle yaptığında İbrahim Üzülmez'i de çekiyor. Pozisyonda penaltı yok. Ama Lugano topa atlarken her ne kadar sol kolu olması gerektiği yerde olsa bile bizce eliyle topu kasten kesiyor. Bilica'nın hareketine verilen penaltı ve sarı kart doğru. Ama penaltı noktasını eşeleyen, tıpkı bir boğa gibi eşeleyen, hem de gözünün önünde eşeleyen Bilica'yı ikinci sarı kartla oyundan atamıyorsan bunun adı hakemlik olamaz. Üstelik sevgili hakem kardeşime her kararından sonra iki takım oyuncuları da fırça çektiler. Eski bir hakem olarak utanç duydum. Verdiğin neredeyse 3 kırmızı kart da yanlış ama sana fırça atan birçok oyuncuya sadece bakmakla yetindin. Olmadı Hüseyin, olmadı kardeşim...

18 Nisan 2010 Pazar

Osman Can’a “suikast”...

Cengiz ÇANDAR / REFERANS 18.04.2010

Bu yazının dün yayımlanması gerekiyordu. “Ahmet Türk ve medyanın Ogün Samast’ları” başlıklı yazımın ertesi gün Hürriyet gazetesiyle ilgili bir yazı sanki Hürriyet’e karşı bir kampanya yürütüyormuşum gibi bir izlenim uyandırır düşüncesiyle erteledim. Hata etmişim.

Ertelememiymişim.
Taraf gazetesinin dünkü birinci sayfasını görünce, Ahmet Altan’ın “Aile” başlıklı şapka çıkarılacak yazısı ile Ergun Babahan’ın Star gazetesinde aynı konudaki köşesini okuduğumda geriye düşmüş olmaktan ötürü yüzüm kızardı. “Kişilik suikastı” ya da “kişilik katli”nin ne olduğunu gayet iyi bilen, buna defalarca, üstelik çoğunlukla Hürriyet gazetesinin “kalemleri” tarafından maruz kalan birisi olarak Osman Can’a yönelik “kişilik katli”ne çok daha çabuk tavır almalıydım.
Zaten 16 Nisan tarihli Hürriyet gazetesini elime aldığımda, o anda“utanç duygusu” ve öfkeyle yüzüm kızarmıştı. Hürriyet logosunun üzerinde tanıdık bir insanın fotoğrafı, Osman Can. İster istemez, göz, Osman Can fotoğrafı üzerine odaklanıyor. Fotoğrafın üzerinde ise sürmanşet: “Yargıda savaş bel altına indi”.
Sürmanşeti okuduğunuz vakit, Osman Can’ın eşiyle ilgili, hiçbir haber değeri taşımayacak ve kamuyu asla ilgilendirmeyen “belden aşağı vuruş”un Hürriyet’in birinci sayfasına taşındığını görüyorsunuz.
“Yargıda savaş bel altına” inmiş falan değil, “bel altına inen” Hürriyet gazetesinin kendisi. Demokrat Yargı Derneği’nin EşBaşkanı Doç. Dr. Osman Can’a yönelik bu “kişilik katli”ne, tam karşısında yer aldığı Yarsav bile karşı çıktı. “Yargı mensuplarına bugüne kadar yapılan tozlu mermili tehdit mektupları ve fiili tüm saldırılara karşı olduğu gibi özel yaşama ilişkin saldırıları da Yarsav olarak şiddetle kınıyoruz” diye açıklama yaptı.
Böylece Hürriyet’i “ofsayta” düşürmüş oldu.
*** *** ***
Açık söyleyeyim, Hürriyet’in 16 Nisan tarihli birinci sayfasında o fotoğrafı ve sürmanşeti görünce yüzüm kızardı, utanç duydum ama şaşırmadım. Çünkü, Hürriyet’in genlerine yerleşmiş bir şey bu. Benzer örnekleri yıllar içinde defalarca gördük.
Ve şaşırdım. Hem de çok şaşırdım. Çünkü gazetenin yeni bir genel yayın yönetmeni var. Enis Berberoğlu. Bu gibi konularda, “kişilik katli”nde onun çok titiz olacağını ve Hürriyet’in genlerindeki bu bozukluğa “radyoterapi” uygulayacağını sanmıştım.
Basireti mi bağlandı acaba?
Hadi gazetesinin köşelerindeki “Ogün Samast’ları” o yerleştirmedi; onlara ve onların “orkestra şefi”ne hükmedemiyor, künyesinde Genel Yayın Yönetmeni sıfatını taşıdığı gazetesinin birinci sayfasını da mı görmüyor; gazetenin sürmanşeti ondan habersiz mi atılıyor?
Enis Berberoğlu, Başbakan’ın dış gezilerine sürekli katılıyor. Başbakan’ın “duyarlılıkları”nı yakından seziyor olmalı. Başbakan dün edebiyat dünyasının şahsiyetleri önünde konuşurken, “Ben Orhan Pamuk’a reva görülenleri elbette unutmuyorum. İfade özgürlüğü daraltıldıkça sorunların çözüm imkanı o kadar zorlaşmıştır” dedi.
“Orhan Pamuk’a reva görülenler”???
Hürriyet gazetesinin arşivine bakın, anlarsınız.
Sadece o mu? Başbakan’ın yakın geçmişte ismini andığı Ahmet Kaya’yı “kişilik katli”ne kim, neresi hedef kıldı?
Hürriyet gazetesinin arşivine bakın, anlarsınız.
Hrant Dink’le ilgili olarak da Hürriyet arşivine bakılabilir.
Enis Berberoğlu, bu “sicili” bir nebze düzeltirsin diye umut etmiştik. Hata mı etmişiz?
Hata etmediğimizi göstermek için fırsatlar tükenmiş sayılmaz.
Hürriyet, bir kez daha “kişilik suikastı” yapmıştır. Yani bu suikast “faili meçhul” türünden değildir. Enis Berberoğlu, faili kendisi değilse –ki, sanmayız- bu son “suikast”ın failini “adalet”e bir an önce teslim etmelidir.
*** *** ***
Gelelim “kişilik suikastı”nın hedefine, Osman Can’a.
Osman Can, Anayasa Mahkemesi Raportörü. Son aylarda onu sıkça televizyon ekranlarında ve gazete sayfalarında yüksek yargının yapısı, anayasanın demokratik meşruiyeti, yargının demokratik denetimi ve işleyiş tarzı vs. gibi konularda çarpıcı görüşler ifade ederken görüyoruz. Yarsav’ın karşısında pozisyon alacak şekilde kurulan “Demokrat Yargı” adlı kuruluşun da kurucu eş başkanı.
Anayasa Hukuku doçenti. İyi yetişmiş, kendisini iyi yetiştirmiş bir hukukçu. Doktorasını Köln Üniversitesi’nde Weimar dönemi yargısı ve anayasası üzerine yapmış. O nedenle, 1920’lerin, 30’ların Almanya’sına gönderme yapılarak, Türkiye’nin bir “sivil dikta”ya yol aldığı şeklindeki safsatalara prim vermiyor, bu konularda kül yutmuyor.
Çok yakın geçmişte, onu bizim “Tecrübe Konuşuyor” adlı televizyon programında “Yeni Türkiye’nin yeni aktörlerinden biri” diye tanıtmıştım. Her yeni dönem yeni gereksinmeleri karşılayacak yeni isimler çıkartır. Osman Can da, Sabih Kanadoğlu ismiyle simgelenen köhne hukuk zihniyetine karşı yeni biçimlenen Türkiye’nin çağdaş-evrensel hukuk anlayışını bir yandan oluşturuyor, diğer yandan dillendiriyor.
O nedenle çok önemli ve değerli bir hukuk adamı. Genç. Özellikle hukuk alanında, Türkiye’nin umut veren geleceğini simgeliyor.
Yani, Osman Can “kişilik suikastı” ya da “karakter katli” için “ideal” hedefti. Olsa olsa, bugüne kadar niçin beklendi, niçin daha önce yapılmadı diye sorulabilir.
Osman Can’a önceki gün yapılan, dün Ergun Babahan’ın ifade ettiği gibi “Çeneni kapa, yoksa başka şeyler de açıklarız anlamında mesaj.” Bu, “Türkiye’nin en büyük gazetesi” sayılan kurum aracılığıyla yapılıyor ki, etkili olsun.
Ama olmuyor. Bu tür tertiplerden medet umanlar, bunca yıldır, bunca zamandır bu yolların sökmediğini, kimseyi bu yolla caydıramadıklarını, korkutamadıklarını anlayamadılar.
Belli ki Osman Can’ı da tanımıyorlar.
Oysa biz onları çok iyi tanıyoruz!

17 Nisan 2010 Cumartesi

Derhal tüy, yoksa sonun fena olur!

Hasan CEMAL / MİLLİYET 17.04.2010

Bugünlerde siyaset konuşmak yine tehlikeli bir hal almış durumda.
Anayasa değişikliği yüzünden öylesine bir kutuplaşma durumu, öylesine bir siyah beyaz zıtlaşması var ki, siyasal konularda oturup sohbet etmek ya da uygarca tartışmak gitgide imkansızlaşıyor.
Diyalog kurmak çok güç.
O yüzden ben bir süredir köşeme çekilmeyi tercih ediyorum.
Ne düşünüyorsam, buradan söyleyip pencereyi kapatıyorum.
Yoksa durum vahim.
Gerçekten öyle.
Ayaküstü bile siyaset konuşmaya kalksam zılgıt pat diye gelebiliyor.
Eğer ben de kontrolsüz kalırsam kendimi bir anda tatsız bir kavganın, ağız dalaşının eşiğinde veya içinde buluyorum.
En iyisi susmak.
Uslu çocuklar gibi önüne bakıp, ‘büyükler’in yanında hiç lafa karışmamak...
Böyle bir tutum en iyisi.
Hatta göz göze gelmekten de sakınmak lazım. Çünkü bakışlarından da mana çıkarıp yine laf çakabilirler.
Hem önüne bakacaksın, hem susma hakkını sonuna kadar kullanacaksın.
Kışkırtmaya da gelmeyeceksin.
Çünkü bütün istedikleri seni konuşturmak, arkasından da sana bir alay laf çakmak...
Ancak o zaman rahatlıyorlar.
Sivri dilleriyle beni nasıl kızdırabileceklerini elbette iyi bilenler de var o ‘cemaat’in içinde.
Nasıl bir söylemle vücut kimyamı bozabilecek olanları ben de iyi tanıyorum.
Bir yerde onları uzaktan gördüm mü, karşılaşmamak için ufak ufak tüymeye başlıyor ya da tam siper olmaya çalışıyorum.
Ama eğer onlardan biri tarafından tespit edilirsen, yandı gülüm keten helva!
Eğer salon küçükse, köşe kapmaca da oynasan, sonunda köşeye sıkışıyorsun.
O zaman çaresiz dinleyeceksin.
Hiç cevap vermeyeceksin.
Kışkırtmaya gelmeyeceksin.
Muhatabından gözlerini bile kaçıracaksın. Çünkü bakışlarından onu tiye aldığını anlarsa, dilini daha da sivriltebilir, yani seni oltaya getirebilir.
Diren ve sus!
O sana diyecek ki:
“Bu değişiklik paketinin daha hâlâ demokrasi yolunda bir adım olduğunu sanıyorsun değil mi?.. Hâlâ jeton düşmedi mi oğlum?.. Cumhuriyetin kaleleri birer birer düşüyor. Şimdi sıra yargıda! Yüksek yargı kuşatılıyor AKP tarafından. Bütün bunlar Tayyip Erdoğan’ın Putinleşme sürecindeki adımları... Ve de şu sıralar karımın gözüne de gözükme, seni mahvedebilir.”
Son olarak da o vurucu darbe:
“Sen uyumaya devam et oğlum!”
Susacaksın!
Zira susamazsan, en ufak tepki verirsen kavga çıkacak, çevreden katılanlarla da iş büyüyecek.
En iyisi ne söyleyeceksen, köşene çekilip buradan söyleyecek, sonra da pencereyi kapatacaksın.
Huzurun yolu bu mu?..
Sanmıyorum.
Huzur, iç barış kafayla ilgili bir konu. Nereye gitsen o kafa yanında...
Ama yine de bugünlerde bu vıdı vıdı ortamlarından uzak durmak en iyisi...
Sen de bu köşeden onlara seslen de ki:
“Şu demokrasiyi bir türlü öğrenemediniz.”
De ki:
“Hâlâ askeri darbelerin yargısal düzenlerini savunmaya devam ediyorsunuz, ne yazık!”
De ki:
“Bu kafa yapınız maalesef ne demokrasiye, ne çağdaş hukuk devletine sığıyor.”
De ki:
“Demokrasi kültüründen keşke bir nebzecik nasibinizi almış olsaydınız.”
De ki:
“2007 ve 2008’de yaptığınız büyük yanlışlardan hâlâ ders alamadığınız anlaşıyor, haydi hayırlısı!”
Eğer kendini tutamayıp bunları söylersen, anında bulunduğun yerden tüyeceksin, yoksa sonu fena olabilir.

15 Nisan 2010 Perşembe

Reklamcı: Yazmayan yazarı bile en çok okur!

Mutlu TÖNBEKİCİ / VATAN 15.04.2010

Reklamcılarla yapıldığı iddia edilen bir anket çalışması var.

En çok okudukları yazarlar şunlarmış:

Perihan Mağden, Emin Çölaşan, Bekir Coşkun, Yılmaz Özdil ve Yıldırım Türker...

En çok okudukları gazeteleri de sıralayalım: Hürriyet, Radikal, Milliyet, HaberTürk ve Sabah.



***


Galiba sorulması gereken daha hayati soru şu olmalıymış:

“Arkadaşlar! En son ne zaman gazete okudunuz?”

Perihan Mağden, 31 Ocak 2009’dan beri yazmıyor. Tam bir yıl, 3 aydır.

Emin Çölaşan 17 Ağustos 2007 tarihinde Hürriyet’ten ayrıldı/kovuldu (her neyse). Yeniden yazmaya iki buçuk yıl sonra, 13 Ekim 2009 tarihinde Sözcü gazetesinde başladı.

En çok okunan yazar listesinde Çölaşan’ı görüyoruz ama en çok okunan gazete listesinde Sözcü’yü görmüyoruz. Ve bildiğim kadarıyla daha doğrusu aradığım kadarıyla Sözcü gazetesinin bir web sitesi de yok.

İşin tuhaf tarafı çok istesen de (bir saattir arıyorum internette) Emin Çölaşan’nın yeni yazılarına ulaşamıyorsun. Hayranlarının kurduğu emincolasan.org sitesi bile güncellenmemiş 6 aydır. Sözcü’de yazdığını duyurmuşlar ama kimse zahmet edip Emin Bey’in yazılarını daktilo edip siteye koymamış. En çok okunuyor ama yazıları ortada yok! (Bu da ayrı bir muamma...)


***


O zaman bu reklamcılar hayli marifetli insanlar olmalı.

Gazeteyi almıyorlar, internette de yayınlanmıyor ama Emin Çölaşan’ın yazılarını okuyabiliyorlar.

Hiçbir yerde yazmadığına göre o vakit Perihan Mağden’in yazılarını da Perihan Mağden’in beynine girip okuyorlar olmalılar.

Hem de EN çok!

“Şekerim, Perihan’ın beyni çok karışıktı bugün. Beyin kıvrımları arasında yazısını bulana kadar akla karayı seçtim.”

“Ya sorma, Emin Ağbi’nin yazısını da koklaya koklaya okuyacağım diye burnum düşüyordu az daha..”

Veya biz normal insanların okumak dediği şey ile reklamcıların okumak dediği şey farklı. Aralarından biri çıkıp “ablacım bir kreatifiz, Perihan Mağden yazsaydı, şöyle yazardı muhakkak diye hayal kuruyoruz, başlığını, spotunu yazıyoruz kafada, oluyor bitiyor. Okuma dediğin işte bu...” dese çok da şaşırmam açıkçası. (Yok lan.. Şaşırırım...)


***


Reklamcı düşmanı değilim. Evde de var bir tane kıvırcık versiyonundan.. Seviyoruz, başımızın üstünde tutuyoruz. Boş vakitlerimizde beraber reklam sloganı üretiyor, olursa çocuğumuza “Tiizır” ismini bile koymayı düşünüyoruz hatta. (Ha ha ha! “Desen”, “Bemol” veya “Direnç” isminden daha kötü olduğunu iddia edemezsiniz...)

Evdeki reklamcımın okuma merakının göz yaşartıcı olduğunu söyleyemem gerçi ama bu kadar da gündemden uzak değil çok şükür. Ertuğrul Özkök’in genel yayın yönetmenliğinden ayrıldığını biliyor mesela.

Reklamcı dediğin zeki, çevik ve uyanık adam/kadın değil midir yavu?


***


Peki ne sonuç çıkaracağız bu anketten

- Reklamcılar gazete okumuyor. Kim nerede ne yazıyor (veya yazmıyor) haberleri bile yok. Şıklarda tanıdık isim görünce işaretlemişler.

- Veya anketçiler bir numara çevirdiler ve “Tadı damağınızda kalan köşe yazarı kimdir?” sorusuna verilen cevapları “Aha işte en çok okudukları yazarlar bunlarmış” diye servis ettiler.

- Veya reklamcı söz konusu iki yazara “geri dön, geri dön, ne olur geri dön” çağrısında bulunmaya çalışıyor.

- Veya kriz bitti, herkes deli gibi reklam veriyor, reklamcıların da çalışmaktan beyinleri dönmüş durumda, ne okuduklarını bırak nerede oturduklarını bile bilemez haldeler.

- Veya: Reklamcının da doktor, polis, hırdavatçı, orkestra şefi, baloncu, otelci, garson ve öğretmenden “klişe cevap verme” bakımında bir farkı yok. Ne seyrediyorsun?: Belgesel. En çok kimi okuyorsun? Çölaşanmağdencoşkunözdil. Nesin? Çağdaşdemokratiklaik. Piyangodan büyük ikramiye çıksa ne yaparsın?: Evarabaçocuklarayardım. Mutluluk hayalin: Egedebirsahilkasabasındabutikotel.

Bu arada Emin Çölaşan ve Perihan Mağden’e helal olsun demek lazım. Köşe yazarlığının jenerik ismi olmuşlar. Omo’su, Sana’sı olmuşlar. Yazmasalar da “en çok” okunmaya devam ediyorlar. Allah herkese nasip etsin ne diyeyim.

Bu arada Perihan Mağden’in yürek yakan muhteşem kitabı “Ali ve Ramazan” sadece 20 bin sattı iyi mi?

Hayretlere gark gurk.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Gidene uğurlar olsun

Engin ARDIÇ / SABAH 14.04.2010

Yanlış anlamayın efendim, sözüm "istifa sopasını" sallayanlara değil. Politikayla hiç ilgisi yok.
Eski Galatasaraylı, yeni Fenerliler'e!
Ya da yeni Galatasaraylı, eski Fenerliler'e.
"Eskiden Galatasaray'ı tutanların yüzde beşi Fenerli olmuş"... Böyle bir haber çıktı. Bunların yarım milyon kişiye yakın oldukları tahmin ediliyormuş. Dört yüz bin küsur...
Buna karşılık, eskiden Fenerli olan üç yüz bin küsur kişi de Cimbom'a geçmiş.
Haberi veren gazetenin spor servisi poposundan mu uyduruyor bilmem ama, doğruysa çok üzücü bir gelişme bu...
Hayır, Fener'in bize yüz bin kişi kadar "fark atmasından" değil.
Canı sıkılanın taraf değiştirmesinden...
Bu kadar mı kolay? Bu kadar mı "puan durumuna bakıp" zırt diye dönülüyor?
Bursaspor bu yıl şampiyonluğa oynuyor (son haftalarda halk arasında çok yaygın olan "yaparlar mı" sorusunun utancı da Federasyon'a yeter), niçin Bursaspor'a geçmiyorlar?
Şimdi kümede kalmak için çırpınan Sivasspor da geçen sene başa güreşiyordu, niçin oraya geçen olmadı?
"Aidiyet" duygusu bu kadar mı ayağa düşmeli?
Denecektir ki "bunlar lumpenlerdir, bırak gitsinler"...
Hayır. Çoğu lise mezunu. Aylık ortalama gelirleri iki bin liraya yakın.
Lumpene kurban olayım, lumpen beraber yürüyor o yollarda, beraber ıslanıyor yağmurda karda...
Bunlar "hasbelkader" taraf tutanlar.
Her şeyi anlarım, eski komünistlerin şimdi faşist kesilmelerini, demokrat geçinenlerin darbe istemelerini, 12 Eylül'den çok çekenlerin şimdi anayasa değişikliğine ve darbecilerin yargılanabilmelerini sağlayacak tasarıya hayır demelerini bile... Yıllarca "tehlikenin farkında mısınız, şeriat geliyor" çığlıkları atanların sonra zırt diye dönüp "yok yahu, şeriatın meriatın geldiği yokmuş" diye su koyuvermelerini bile...
Ama ne Galatasaray'dan Fener'e geçenleri hoş görürüm, ne de Fener'den Galatasaray'a geçenleri.
Ne oldu, Kanarya uluslararası büyük başarılara mı imza attı, yoksa Arslan dünya kupasını mı kaldırdı da döndünüz?
Ben Galatasaraylı'yım. Galatasaray şampiyon olsa da Galatasaraylı'yım, Galatasaray ikinci kümeye düşse de Galatasaraylı'yım. Kulüp yansa yıkılsa, kapatılsa bile öyleyim.
Takım iki yenildi, üç beraberlik aldı, dört puan kaybetti diye başka yere geçmek, şerefsizliktir.
Parti değiştirilir, dünya görüşü bile değiştirilir, kulüp değiştirilmez.
Lefter'in Galatasaray'da, Metin'in Fener'de oynadığını rüyanızda bile görebilir miydiniz eskiden? Hakan Şükür siyah beyazlı formayı giymiş, aklınız alır mı?
"İkinci takımım" diye de bir şey olmaz. Senin ikinci takımın milli takımdır. Cumartesi günü Trabzonsporlu, pazar günü Fenerli olunmaz. Bu hafta Eskişehirli, mevsim sonuna doğru Galatasaraylı olunmaz. Karar vereceksin, "memleketinden" İstanbul'a göç ettin mi, etmedin mi?
Siz hiç Fener'e geçen Beşiktaşlı duydunuz mu? Adama tükürürler.
Bize öyle taraftar lazım değildir. Gitsinler, bir daha da gelmesinler.
Fenerli kardeşlerimden de aynı tepkiyi beklerim. Çürükleri ayıklayalım da tatlı tatlı çekişelim...

13 Nisan 2010 Salı

Bir utanın

AHMET ALTAN / TARAF 11.04.2010

Çok sevdiğim, çok eski bir arkadaşımın hiç unutmadığım bir beğenme ve övme ölçüsü vardı, “utanmasını biliyor” derdi.

Utanmasını bilmek önemli bir şey.

Asker politikaya bulaşınca sadece disiplinini, saygısını, dürüstlüğünü değil anlaşılıyor ki utanma duygusunu da kaybediyor.

Yaklaşık on bir ay önce, ordunun kendi yerleştirdiği mayınla yedi askerimiz şehit oldu.

Ordu, bunun PKK’ya ait bir mayın olduğunu açıkladı.

Hemen operasyon başlattı, o operasyonda da bir başka askerimiz şehit düştü.

Bu çatışmalar sırasında siyasi ortam gerginleşti, “açılım” yaralandı.

Sonra, komutanların kendi aralarındaki telefon görüşmeleri düştü internete.

Anlaşıldı ki daha ilk dakikadan itibaren “gerçeği” zaten biliyorlardı.

Ama yalan söylediler.

Hem de ne yalan, bütün siyasi ortamı gerecek, insanca bir adımı engelleyecek, dostluğun gelişimini baltalayacak bir yalan.

Toplumun çekeceği acılara aldırmadılar bile.

Hem kendi “suçlarını” gizlemek hem de her zaman askerin iktidarına hizmet eden gerginliği sürdürmek için gerçekleri hiç çekinmeden sakladılar.

Medya da gerçeğin peşine düşmedi.

“Açılıma düşman” olan, bu ülkenin barışa ve demokrasiye asla kavuşmasını istemeyen medya görevlileri “açılıma” yazılarla, manşetlerle saldırdılar.

Geçen gün, Zaman gazetesi çok esaslı bir gazetecilik yaparak, o patlayan mayınla ilgili savcılığın “resmî raporunu” bulup yayımladı.

Savcılık mayının orduya ait olduğunu kesinleştiriyordu.

İnsan bir utanır, değil mi?

Kendi askerini öldürmüşsün, yalan söylemişsin, gerçekleri saptırıp operasyonlar düzenlemişsin, toplumun barışını torpillemişsin ve suçüstü yakalanmışsın.

Yoo, hiç umurlarında değil.

Dün baktım komutanlardan biri konuşuyor gene.

“Soruşturma devam ediyormuş, bu konuda yorumlar yapmamak lazımmış, beklemek gerekirmiş.”

Yahu, baştan beri bildiğiniz gerçeğin belgesi yayımlandı, ne beklemesi, ne soruşturması?

On bir aydır bir soruşturmanın sonucuna varamıyor musunuz?

On bir ay, sizin “kendi mayınınızı” tanımanıza yetmiyor.

Peki.

On bir ayda sonuçtan “emin olamıyorsunuz” da nasıl mayının patladığı günün ertesinde “PKK mayın patlattı” diye ortaya atılıp operasyon düzenliyor, bir askerin daha ölümüne sebep oluyorsunuz?

“Kendi mayınınız olup olmadığını” anlamaya on bir ay yetmiyor da “PKK’nın mayını” olduğunu anlamaya nasıl 24 saat yetiyor?

Madem hâlâ emin değilsiniz niye ertesi gün “PKK” diye çıktınız ortaya?

Hâlâ ne yüzle bizi kandırmaya, susturmaya çalışıyorsunuz?

Hiç mi utanmayacaksınız?

Darbecilikle suçlanan bir generaliniz, “komutanıyla konuşurken nezaket dışına çıkmakla” övünür, siz suçüstü yakalandıktan on bir ay sonra hâlâ “süratle soruşturuyoruz” diye kendi halkınızı kandırırsınız.

Nasıl bir ordusunuz siz?

Hiç mi doğru söylemezsiniz?

Dağlıca’da yalan söylediniz, Aktütün’de yalan söylediniz, yakalandınız, sizi yakalayanları suçladınız.

Belgeye “kâğıt parçası”, LAW’a “boru” dediniz.

Bir utanın, bir susun, bir kere de yüzünüz kızarsın.

Utanma duygusunu hissetmeden gerçek askerliğe dönemeyeceksiniz, bunu anlayamıyor musunuz?

Yaptıklarınızdan utanmazsanız bunları tekrarlarsınız, tekrarladıkça askerlikten uzaklaşırsınız.

Disiplini, saygıyı, dürüstlüğü unutursunuz.

“Askerin kışlasına dönmesini”, siyasetten çıkmasını, gerçek asker olmasını isteyenlere “ordu düşmanı” diyorsunuz, kim ordu düşmanı, bir düşünün.

Kim bu orduya, bu ordudan daha fazla zarar veriyor?

Darbe yapmadınız da “yaptınız” mı dedik, kendi geminizi batırmadınız da “batırdınız” mı dedik, daha önceden haberdar olduğunuz baskınlara önlem aldınız da “almadınız” mı dedik, ordunuzun içinden sayfalarca darbe planı çıkmadı da “çıktı” mı dedik, her kazılan yerde silahlar bulunmadı da “bulundu” mu dedik, kendi mayınınızla askerleri öldürmediniz de “öldürdünüz” mü dedik?

Bütün bunları başka bir ordunun yaptığını farz edin bir an, o ordu hakkında ne düşünürdünüz?

İşte biz de onu düşünüyoruz.

Ve, “artık biraz utanın, susun ve askerliğe geri dönün” diyoruz.

Açık konuş beyefendi, en son kaça biter bu iş?

AHMET TEZCAN / ZAMAN 13.12.2009

Oğlu şehit düşmüş, al bayrağa sarılmış tabutu hemen önünde duruyor. Az sonra toprağa verilecek can paresi. Bağırmıyor. Haykırmıyor.

Ağlamıyor. Dudaklarında titriyor yüreği belli. Tam bu sırada mikrofon uzatan televizyon muhabirinin sorusu da...

"Bir şehit babası olarak ne düşünüyorsunuz?"

Ben ağlamaya başladım verdiği cevabı duyduğumda.

Ekranın karşısında oturduğum yerde eridim.

"Bitsin artık bu mânâsız savaş!" diyordu şehit askerin babası.

"Vurulan da bu memleketin evladı" diyordu.

"Vuran da bu memleketin evladı" diyordu.

Şehit oğlunu, onu toprağa düşüren katil elden ayırmıyordu.

Ve "Bitsin artık!" diyordu.

Yeryüzünde sadece bu ülkenin insanlarında görülür böyle peygamberane feraset!

Sadece bu ülkenin insanlarında bulunur, oğlunu vuran katilin de bir oğul olduğunu düşünüp "Bitsin artık!" diyerek yavrusunun katilini ana-babasına bağışlayacak yücelikte kainata eş yürek.

Sadece bu ülkenin topraklarında açar, görünür görünmez, bilinir bilinmez bütün âlemlerin renklerini ve ıtrını sinesinde toplayan çiçek.

Televizyonda topu topu 20-30 saniyelik bir görüntü bu, size o an içinde ezel ve ebed ruhunu ve sarhoşluğunu yaşatan. İçinizdeki büyük patlama paramparça ediyor sizi ve git-gellerinizle dağlar yutan dalgalar doğuran bir okyanus fırtınası kopuveriyor.

O an içinde siz, işte bu şehit babasının yaşadığı ülkeyi yönetenler arasında, "Nil kenarında bir kurt bir kuzuyu parçalasa korkarım ki Allah bunun hesabını benden sorar." diyen Halife Ömer'i görmek istiyorsunuz.

Kendi bölgesinde yaşayan bir Yahudi kadıncağızın Muaviye terörünün kurbanları arasında olduğunu görünce, rahmani sorumluluk hissiyle minbere çıkıp "Bir insan bunun utancıyla ölürse ancak, belki o zaman kınanmayabilir" diyen İmam Ali'yi işitmek istiyorsunuz.

Fakat karşınıza çıka çıka, partisinin liderliğini, seçimde aldığı oyların cami avlularına konulan şehit tabutlarının sayısıyla doğru orantılı olmasına borçlu bulunan zatın merhamete set kuran çehresi ve haykırışı çıkıyor:

"Bu şartlar altında demokratik açılımdan söz etmek ihanettir!"

İşte o zaman kainatın tepesinden arzın en alt çukuruna muazzam bir hızla düştüğünüzü hissediyorsunuz.

Ve bağırmak istiyorsunuz:

İstediğiniz nedir? Açık söyleyin!

Düzde kaç asker ölürse siz tek başınıza iktidar olabilirsiniz?

Dağda kaç Kalaşnikoflu öldürülürse şu bölünmez vatanın gidemediğiniz bölgelerinden size oy gelir?

Güneydoğu meselesi kaç köy yakılırsa, kaç şehir boşaltılırsa, kaç aile sürgün edilirse çözüme ulaşır?

Bugüne dek 400 milyar dolar harcanmış, şehit babasının "mânâ" bulamadığı ve bulması da imkânsız görünen bu vur-kır, hır-gür için. Daha kaç milyar dolar harcanması gerekiyor söyleyin?

Cami avlusundaki her şehit ailesinin üstü başı biraz daha dökülürken, sofrasındaki ekmek, kâsesindeki yemek biraz daha azalırken birileri besleniyor bu paradan.

Birileri servetine servet katıyor.. Birileri çöpleniyor... Birileri ziftleniyor...

Birileri tabut önünde "Allahü Ekber" derken, o sabah masasına konulan son anket sonuçlarındaki oy artış oranını düşünüyor...

Bir yanda dilinde "Bitsin artık bu mânâsız savaş!" feryadı, elinde oğlunun şehadet beratı ile yüreği yangın yeri bir baba...

Öbür yanda, onun elindeki şehitlik belgesini oy pusulası olarak gören politikacı...

Cami avlularını miting alanı, al bayraklı şehit tabutlarını oy sandığına çeviren bir zihniyet!

Şehit cenazelerindeki artış ile hangi partilerin oy artışı paralellik arz ediyorsa orada yaşar bu zihniyet!

Ve yine sadece bu ülkenin siyaset meydanında görülebilir işte bu kahredici manzara!

Oy anam oy!