Sayfalar

HOŞGELDİNİZ, ŞEREF VERDİNİZ...

31 Mart 2011 Perşembe

İşin Öz’ü: Dokunan yanar



Yıldıray OĞUR / TARAF 31.03.2011

Ne Ümraniye’deki bombalar ne darbe planları…

Bundan dört yıl önce, bir savcının 33 yıl önce dokunup yandığı şeye elini uzatmaya cesaret edecek başka bir savcı aranıyordu.

Sadece bir hafta önce hükümete muhtıra çekmiş Büyükanıt’ı Dolmabahçe Sarayı’nda hayatının bundan sonraki kısmını sade bir Fenerbahçe taraftarı olarak geçirmeye ikna eden devletin kirli belgelerini teslim alacak bir savcı.

Kendini değiştirmek isteyen bir devlete yardım edecek bir savcı. Askerle, hükümetle, medyayla karşı karşıya gelmeyi kaldırabilecek bir savcı…

Bu iş için cesaretle elini uzatan savcının soyadının 33 yıl önceki savcıyla aynı olmasından itibaren küçük bir mucize gerçekleşmeye başladı.

İşin özü buydu.

Peki kimdi bu dokunulamayanlara, hatta dokunulması teklif dahi edilmeyeceklere dokunan savcı?

Daha doğrusu kimlerdendi? Bulgar göçmeni bir aileden geliyordu da esas hangi “Türk kabilesindendi?”

Solcuoğullarından mı cemaatoğullarından mı Alevioğlullarından mı?

Eşi başörtülü müydü? Oruç tutar mıydı? Gençliğinde devrimci miydi, ülkücü mü? Cemaat evinde kalmış mıydı? Odasındaki Atatürk resmi kalpaklı mıydı, sivil mi?

Ne yazdığı iddianameler ne deliler. Hakkında hüküm verirken aşiretçi Türk entelektüel dünyasının ihtiyacı olan sadece bu meşrep bilgisiydi. Ergenekon’un davadan 10 yıl önce kitabını yazmış biri puanını verdi: Sürekli tespih sallıyor…

İddianamesini bile okumaya gerek yoktu artık. İçinden devletin gizli belgeleri pis ilişkileri fışkıran iddianameler hiç okunmadı da. İddianamede deliller klasöründeki belgelerde yazanları savcıların hanesine yazacak kadar Türkiye’yi bilen İngiliz bir gazeteci neo-concu bir STK için okuyunca herkes için de okunmuş sayıldı.

Birinci İddianame çıktığında birlikte televizyona çıktığımız ünlü bir sosyalist akademisyeni gördüm geçenlerde ekranda. Nedim Şener ve Ahmet Şık için konuşuyordu. “Biz de Ergenekon denen örgütün ortaya çıkmasını istiyoruz ama” diyordu yine. Dört yıl önceki programda da aynen böyle demişti. “Destekliyoruz ama”dan sonra kurduğu tüm cümleler ise “peki o zaman neden destekliyorsun” dedirtecek cinstendi. O gün çok kötü dediği iddianame yüzünden Danıştay Davası hem de Kemalist Yargıtay tarafından Ergenekon davasıyla birleştirildi.

Savcı Zekeriya Öz’ün ikna etmesi gereken iki mahkeme oldu hep.



Biri, “Bizden onlardan” diye bölünmüş normal mahkemeler.



Diğeri her dalgadan sonra gazete ve televizyonlarda kurulan "tanırız, kesin yapmıştır/yapmamıştır" mahkemeleri.

Ergenekon davası bu aşiretçi Türk entelektüel dünyasına rağmen ilerledi. Her seferinde aynı şey oldu.

Ergenekon Ergun Poyraz’a uzandığında Başbakan aleyhinde kitap yazdığı için gözaltına alındığı iddia edildi. Adamın aylar sonra Jandarma’dan maaş bordroları çıktı.

İlhan Selçuk’un gözaltısı eleştirildi, sonra Ankara’da konuşmadığı darbeci asker kalmadığı ortaya çıktı.

Türkan Saylan’ın başında olduğu ÇYDD’nin Jandarma’daki Cumhuriyet Çalışma Grubu toplantılarına gidip geldiği, Cumhuriyet Mitingleri’nin de bu toplantılarda kotarıldığına ilişkin resmî belgeler çıktı, kimse ilgilenmedi.

Mustafa Balbay gözaltına alındığında “Muhalifler sindiriliyor, artık bu davayı biri durdursun” dendi. Birkaç hafta sonra çıkan günlüklerindeki Şener Eruygur’la istişare toplantıları sonrası herkes suspus oldu.

Soner Yalçın’ın gözaltına alınmasıyla ilgili homurtu sesi ABD Büyükelçisi’ne bile açıklama yaptırdı. ODA TV’den çıkan belgelerden sonra ise bugünlerde kimse artık onun adını anmıyor.

Ve Nedim Şener ile Ahmet Şık.

Nedim Şener’in adını da artık yüksek sesle anan yok. Ahmet Şık üzerinden karşı Ergenekon dalgası ise bize kadar ulaştı.

Daha dün aynı soruşturmada Zekeriya Beyaz ve kendileri hakkında kefil olacak sesi çok çıkan kimseleri olmayan ilahiyatçıların evleri arandığında “Masumiyet Karinesi”ni hatırlatan, “Savcılar delilleri bir an önce açıklamalı” diyen çıkmadı. Ahmet Şık kriterleri bir anda unutuldu.

Böylesine devasa bir soruşturmanın yanlışsız yürüdüğünü söylemek başka türlü bir akıl tutulmasına işaret eder.

Ama dün generallere, sevmediklerimize, kötü bildiklerimize dokunurken “cesur”, “tarihî bir iş çıkaran” “süper savcı” olan birinin, işin ucu tanıdıklarımıza, bizimkilere gelince “şüpheli”, “cemaatçi”, “intikamcı” ilan edilmesi de hiç adilane değil.

“Kazanın doğurduğuna inanıp, öldüğüne inanmamak” diye açıklamıştı bunu Sivilay Abla.

Bu paranoyakça Ergenekon septisizmi Savcı Zekeriya Öz’ün en büyük talihsizliği oldu. Herkesin desteklediği ama kimsenin okumadığı, herkesin tarihî olduğunu söylediği ama kimsenin tam olarak güvenmediği bir davaya bakmak. Her operasyonda “tarihî bir hesaplaşma mı” yoksa “muhalifleri sindirme operasyonu mu” olup olmadığı hakkında yeniden karar verilen bir davanın savcısı olmak. İktidarın da her zaman siyasi hesapları, kamuoyundaki tepkilere bakarak arkasında durduğu ya da durmadığı bir davanın savcılığını yürütmek.

Referandumda “yargı bağımsızlığı elden gidiyor”, “AKP kendi yargısını yaratıyor” diyenler muhtemelen bugün Savcı Zekeriya Öz’ün yeni HSYK tarafından soruşturmadan alınmasına bir şey demeyecek. Ergenekon davasını destekleyenler ise şimdiden “esas adam o değildi zaten” demeye başladı.

Dört yıl önce elini taşın altına sokan, böylece işini yapıp evine gitme konforunu bozan bir savcı ise tüm bunlardan daha iyi bir vedayı hak ediyordu. 33 yıl önce yapamadığımızı, 33 yıl sonra yapmayı becerebilmeliydik. Dokunanı yakan şeye elini uzatacak başka savcılar için...

30 Mart 2011 Çarşamba

Öldürtmeden rahat edemeyeceğiz



Ahmet KEKEÇ / STAR 30.03.2011

Bitmeyecek... Kendilerini “aydın” diye taltif eden taraftarların ölçüsüz saldırısı ve yargı kuşatması devam edecek... Erken günahı Türkiye’deki arızaya dikkat çekmek olan Orhan Pamuk “aman” diyinceye bu kampanya sürecek.

Hayır, benim de hoşuma gitmedi... “Şu kadar Ermeni kestik, bu kadar Kürt öldürdük” sözü hoş değildi.

Rahatsız ediciydi...

Bu sözün Nobel’e götüren süreci hızlandırdığı yorumlarına “hayır” demem... Bu konuda Hilmi Yavuz gibi düşünüyorum.

Böyledir bu işler...

Batılının oryantalist gustosunu okşadığınızda, bunun getirisinden azami ölçüde yararlanırsınız. Ödül alamazsanız da, isim yaparsınız; “ülkesiyle barışık olmayan yazarlar” sınıfına dahil edilirsiniz; kitaplarınızı yayınlamak için kuyruğa girerler; hakkınızda toplantılar, paneller, anma günleri filan düzenlerler; seyahatlerinizde istikballe karşılanırsınız.

Hepsi mümkün...

Fakat “değer” üreten biri de olmalısınız.

Bir şey yapmalısınız, ne bileyim ortaya bir ürün (ürünler) koymalısınız.

Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz, “oryantalist meraka” dönük işler yapan Orhan Pamuk, dış dünyadaki başarısını sadece belli bir merakı okşamaya değil, biraz da (hatta daha çok) “eserlerine” borçludur.

Kötü romanlar yazmadı.

Hatta, iyinin bile fevkine çıktı.

Bir proje roman olan “Masumiyet Müzesi”ni dışarıda bırakırsanız, bütün eserlerine sinmiş “edebiyat çabasını” görürsünüz. “Kara Kitap” mühim bir kitaptır mesela... Dışarıda pek ses getirmeyen “Cevdet Bey ve Oğulları” benzersiz bir çağ romanıdır... “Sessiz Ev” okunasıdır...

İyidir yani

Fakat bu “iyi oryantalist romancımızın” nedir ülkesinden çektiği?
Kemalistler sevmez.

Ulusalcılar sevmez.

Merkez medyanın Beyaz Türkleri sevmez.

Milliyetçiler sevmez.

Bir kısım muhafazakârlar sevmez.

Sevilmemek sorun değil... Sorun, “sevmeme” hakkını” kullananların sergiledikleri ölçüsüz şiddette... Bu şiddetin nerelere vardığına, Hrant Dink davasında “azmettirici” olarak yargılanan Yasin Hayal’in ağzından tanık olmuştuk: “Akıllı ol Orhan Pamuk...”

Bu, “salt uyarı”nın da ötesine geçen özel bir husumetin dışa vurumuydu ve sevmeme hakkını kullananların (Orhan Pamuk’a yönelik) “kolektif bilinçaltını” yansıtıyordu (ele veriyordu).

Şiddet doğurgandır. Bir başka şiddeti üretir.

Nitekim, merkez medyanın Beyaz Türkleri, sık sık, “akıllı ol” anlamına gelebilecek haberler yaptılar. (Hürriyet gazetesinin “çıktı haberlerini” hatırlayalım...)

Kerinçli kerinçsiz birtakım zevat soluğu mahkemede aldı.

Mahkeme önü nümayişçileri “kana kan” istedi.

Kemalist sanatçılarımız bildiri üstüne bildiri yayınladı.

Küçük çaplı yürüyüşler düzenlendi.

Şehit aileleri ayaklandırıldı.

Şiddet büyüdü, büyüdü ve kısa sürede ulusal bir hüviyete büründü.

Şimdi öğreniyoruz ki, Kemal Kerinçsiz’in açtığı yoldan ilerleyen 5 bin Türk, yazardan tazminat alabilecek. Yargı bunu uygun görmüş...

Çünkü, “Pamuk’un sözleri Türklüğüme halel getirdi, gururum incindi” diyen herkes dava açabiliyor.

Diyorum ki, Nedim ve Ahmet’ten başımızı alıp, biraz da buraya, yani Pamuk’a reva görülenlere baksak...

Herhalde öldürtmeden rahat edemeyeceğiz.

Belki de öldürttükten sonra, Pamuk’a yapılanları “özgürlüklerle” ilişkilendirmeyi akledebileceğiz.

26 Mart 2011 Cumartesi

Anladın, anladın!



M. Nedim HAZAR / ZAMAN 26.03.2011

İsterseniz yumrukları sıkılı, hiddetli, önlerine gelene yumurta çalan, kendilerinin istediğinden başka özgürlüğü 'tanımayan' gençliği 'özgürlükçü' olarak niteleyen cenahtan olun, ister bulunduğunuz konum ne olursa olsun; avukat, hâkim, savcı, gazeteci, öğretim üyesi ya da sıradan militan.

Şunu kabul etmek gerekiyor ki Genç Siviller denen oluşum bu ülkeye 'zekâ bazlı' eylemleri artık kabul ettirdi ve şiddet içeren ilkel protestolardan çok daha etkili olabileceğini gösterdi.

Bu nedenle yaptıkları son eylem yani, "Anlarsın ya baro!" pankartı bu kadar etkili oldu. Çünkü bağcıyı da, dağcıyı da, Ergenekoncuyu da 'dövmek' değil niyetleri özgürlük üzümünü yemek. Eylem sonrası verilen tepkilere bakılırsa, muhatabın pek de anlayışlı olmadığı bir yana, anlamak istemediği de ortada.

Hakikaten anlar mısın baro?

Esasen baro bir örnek özne. Yoksa değiştirebiliriz de. Misal "Anlar mısın Ergenekonsever medya?" da diyebiliriz, aynı zihniyetteki siyasetçi de, akademisyen de...

Misal altında kocaman Genç Siviller sembolü ayakkabı olan ve sahibini artık sağır sultanın bile bildiği bir pankarta 'imzasız alçaklar' diye bağıran Bedri Baykam. Hani geçtim, hangi hukukçu yönüyle avukatların yürüyüşüne katılmaktadır, kısmını, Genç Siviller yazısını imza olarak kabul etmeyen Bedri Beyciğimin hangi özgürlük söylemine inanmamızı beklerler?

Allah'tan Genç Siviller denen organizasyon 'zekâ ile' eylem yapmayı tercih ediyor. Ya, Allah muhafaza, militer hazcıların pek hoşlandığı tarz olan 'yumurta atma' yöntemini tercih etselerdi? İstiklal Caddesi'ndeki o eylemden kaç cenaze çıkardı acaba?

Bu satırları kaleme alırken olabildiğince dikkat etmeye çalışıyorum. Zira "Cüppe" (cübbe değil) ile otel lobisi basmak gibi bir alışkanlıkları olduğu için, biraz da çekiniyorum. En basit demokratik bir protesto hakkını bile 'alçaklıkla' suçlayan zihniyetin işin sonunu nereye getireceğini tahmin edemiyorum açıkçası...

Açılan pankarta gösterilen tepkilere bakılırsa, verdiği mesaj amacına ulaşmış sanırım. Yani muhatapları meseleyi çok iyi 'anlamış'. Ancak bunu pek de çaktırmamaya çalıştıkları da bir gerçek. Bedri Baykam'ın 'imzasız alçaklar' diye canhıraş şekilde saldırdığı Genç Siviller'e bugün kızanlar yarın bu ülke tarihi kaleme alındığında epey utanacaklardır diye düşünmekteyim. Anayasa referandumundan, bu memleketin çarpık yargı anlayışını ortalık yere dökmeye, cuntacı zihniyetin 'özgürlük' ambalajıyla paketleyip bize sunmaya kalkıştığı ikiyüzlülüklerinden, vesayetçi bakış açısının kırılması yolunda yaptıkları mütevazı ancak zekâ düzeyi yüksek eylemleri hayli önemli bulmaktayım.

Birileri bu memlekette sadece cuntacı zihniyete haksızlık yapıldığına inandığı an yürüyorsa, başka birileri de bu anlayışa ayna tutma hakkına sahip olsa gerek. Birileri, işin ucu sadece kendi zihniyetlerine dokunduğunda 'Masumiyet karinesi' diye bağırıp, ortalığı birbirine katıyorsa, başka birilerinin de bu karinenin her daim var olduğunu onlara hatırlatması mühim olsa gerek. Keza birileri 'uzun tutukluluk süresi' diye (haklı ya da haksız) itiraz sesleri yükseltiyorsa, başka birilerinin de onlara 'iyi de bu ülkede onlarca yıl tutuklu kalıp da sesinizin çıkmadığı insanlar ne olacak?' diye sorma hakkı var sanırım.

İster 'alçaklar' diye bağırın, ister eylemlerinizde sevabına 'cüppe' dağıtıp, onları giyerek otel lobisi basın, ister otel odasına çıkıp pankartçı eylemcileri bir güzel benzetin... Eylem amacına ulaşmıştır.

Birkaç yıl öncenin klişesiyle son noktayı koyayım: Anladın sen onu!

25 Mart 2011 Cuma

CHP yüzde 25’i geçemez.. Çünkü..



Hikmet GENÇ / STAR 25.03.2011

‘Benim adım Kemal, parayı da bulurum..’ dediğinde pek ciddiye almadık...

‘Kurultay’ın cûşuhuruşuyla gaza gelmiştir, ağzından kaçmıştır..’ dedik...

Zira aklı başında hiç bir siyasetçi; ‘benim adımda keramet var, bana oy verin!..’ demez..

Üstelik, vakti zamanında yokluktan, parasızlıktan vatandaşa ekmeği dahi karneyle dağıtmış bir partinin lideri bunu söyleyecek?!..

‘Yok canım, ‘ironi’ yapmıştır!..’ dedik...

Yanılmışız...

Kılıçdaroğlu’nun önceki gün vatandaşa söylediğine bakın;

‘İktidar olduğumuzda bunları yapacağız diyoruz.. Kimin sözü bu?.. Unutmasınlar Kemal’in sözü bu..’

İşte bu kadar.. Onun adı Kemal, parayı da bulur, sözünü de tutar!...

Klasik ‘Gandi Gafları’dan biri değil bu.. Adam ciddi ciddi böyle söylüyor vatandaşa hitap ederken...

Sizin kabahatiniz kardeşim...

Adamı pohpohlayalım, köpürtelim, cilalayalım derken öylesine abarttınız ki!...

Buyurun bakalım, söylediklerinize kendisi de inanmaya başladı..

Bütün vaatleri ‘benim adım Kemal’ temeline dayanıyor..

Yerseniz!..

Adı Kemal olduğu için ne kadar para bulabilir, ya da ‘Kemal sözü’ ne kadar güvenilir bilemem.. Lakin ‘Kemal’in ‘ekonomi vizyonu’na referans olacak iki Kemal biliyorum..

Bir, kârla devraldığı SSK’yı zararla teslim eden Kemal..

İki, aylık taksitleri ödeyecek parayı bulamadığı için ‘halk tipi havuzlu villa’sını satmak zorunda kaldığını itiraf eden Kemal...

Ha, bizim hiç mi kabahatimiz yok?..

Var tabii..

‘Öyle vatandaşa dokunan Kemal, yumuşak huylu Kemal, dürüst Kemal, dingin Kemal..vs, demekle olmaz..’ dedik..

‘Yeni CHP, çizgilerini belirlesin, projelerini görelim hele..’ diyerek çok sıkıştırdık Kemal’i..

Sabredemedik.. Halbuki bekleseydik iktidara gelince görecektik zaten!..

Herneyse bizim de biraz iteklememizle seçimlere çeyrek kala, CHP mecbur kaldı ve alelacele projeler üretti!...

Bedelsiz(!) ‘bedelli askerlik’...,

6 aya kadar indirilecek askerlik...,

Yaz tatilinde askerlik ( hele bir de Ege, Akdeniz sahillerinde olacak var ya!..)

(Bu arada geçen sene ‘bedelli askerlik’ meselesi gündeme gelince CHP’li vekillerin nasıl şarladıklarını hatırlatırım..)

Her aileye 600, gerekirse 1200 TL. .. ( Kömüre, makarnaya oyunu satan bidon kafalıları kafalayacaklar ya!... N’oldu?.. Hani balık vermek yerine balık tutmayı öğreteceklerdi!.. Yoksa bu verecekleri para olta ve yem parası mı?!!..)

Tam bu satırları yazarken internet sitelerine yeni bir CHP projesi haberi düştü..

Akif Hamzeçebi açıklamış; ‘CHP İktidara gelirlerse 2-B yasasını çıkartacaklarmış..’

Yanlış anlamadınız.. 2-B Yasası...

Hani şu orman arazisi vasfını kaybetmiş yerlerin satışına ilişkin olarak AK Parti’nin Meclis’ten geçirdiği yasa...

Hani ‘orman arazileri peşkeş çekiliyor’ diye CHP’nin 2 sene önce Anayasa Mahkemesi’ne götürdüğü yasa!...

Şimdi de CHP’nin vaadi olmuş işte o yasa!...

( Kesin bunun da seçimlerle bir alakası yoktur!.. 2 sene önce orman arazisi vasfını kaybetmiş bir yer yoktu bu ülkede!..)

Velhasıl CHP’nin kaynak sorunu yok.. Onun adı Kemal olduğu için parayı bulabiliyor!..

Üstelik seçim vaatleri de güvence altında!.. Zira, ‘unutmasınlar Kemal’in sözü bu..’ diyor CHP lideri...

Peki bunlar CHP iktidarı için yeterli olur mu?..

Olmaz...

Siz göbeğini kaşıyan bidon kafalıları aptal mı sandınız?!..

Aha da yazıyorum buraya; CHP yüzde 25’i geçemez..

Nereden mi biliyorum..

Ee, benim adım Hikmet..

İsmimden menkûldür Hikmet’im, ben bilirim!...

23 Mart 2011 Çarşamba

Askerlik



Bejan MATUR / ZAMAN 23.03.2011

CHP'nin bedelli askerlik çıkışı, tepetaklak düşerken paraşüt açmaya benziyor.

Son anda akıl edilen, hayat kurtarıcı bir jest. Hayat kurtarıcı zira konu fazlasıyla gerçek. Askerlik konusunda muzdarip olan milyonlarca insan uzun zamandır bu konuda oluşacak mutabakatı bekliyordu. Gel görelim ki muhalefetini hep eksik bulduğumuz CHP, yeni ve ufuk açıcı şeyler söylerken, iktidar partisi tavrını net olarak göstermeyerek statükoya yakın durmayı tercih ediyor.

Siyasetin keyif veren yanı da bu ayna hali; zihniyetin nasıl dönüştüğünü, iktidar olgusunun her şeyi nasıl belirlediğini çok çıplak biçimde yansıtıyor. Gerçeği bu kadar net yansıtan bir aynada kendimize bakmaya cesaret etmek kolay değil elbet ama zorunlu.

İktidar partisi şu ana kadarki açıklamalarında CHP'nin askerlik konusundaki çıkışını samimi bulmadığını söylüyor. Belki de başörtüsü konusunda MHP'nin eliyle düştüğü tuzağı hatırlıyor. Askerlik gibi statükoyu doğrudan ilgilendiren bir konuda seçim öncesi risk almayı istemiyor.

Tamam da bütün bunlardan bize ne! Devletin sivilleşmesini isteyen, devletin küçülmesi gerektiğini düşünen, askerî vesayeti sorun yapan demokrat insanlar açısından durum gayet net.

AKP kurmayları açıklamanın zamanlamasına dikkat çekiyor. Statükonun ilanihaye sürmesinin şık bir kılıfı olan 'birlik ve beraberliğe en fazla ihtiyaç duyduğumuz bu zamanda!' düşüncesinden farkı olmayan bahaneler ileri sürüyorlar. Herhalde şunu artık en sıradan insan bile görüyor; demokratikleşme konusunda yapılması gerekenlerin yine demokrasinin aracı olan seçimler bahane edilerek ertelenmesi artık işe yaramıyor. Seçim takvimi ise neredeyse kendi yavrusunu yiyen bir canavara dönüştü; referandum var sus! yerel seçimler yaklaşıyor sesini çıkarma, genel seçim zamanı doğru olmaz, cumhurbaşkanlığı seçimi var, ortamı germeyelim... Bu takvimlere dair hassasiyetin bir katresi somut, hayati talepler konusunda da gösterilebilse keşke.

İler tutar tarafı olmayan bu statükocu yaklaşımın CHP'nin tavrında samimiyet araması da yetersiz bir çaba. Bir siyasi partinin hedefi her seçim öncesinde mümkün olan en yüksek oyu almaktır. Buna araç kıldığı konuların ne olduğunu ise toplumun hassasiyetleri belirler. Bana göre CHP askerlik çıkışıyla uzun yıllardır süren apolitik tavrından ilk defa uzaklaşıp politika üretiyor.

Çünkü konu çok geniş bir kesimi ilgilendiriyor. Ekonomiden demokrasimizin kalitesine her şeyi belirliyor. Bu konuda uzun zamandır süren ciddi bir tartışma var toplumda. Vicdani retten, askerî mantığın dönüştürülmesine kadar etkisi geniş olan bir tartışma bu.

Çünkü şuna herkes inanıyor, dünyanın en büyük, en hantal ordularından olan Türk ordusunun yapısının değişmesi, sadece entelektüellerin değil, halkın ve askerlerin de sorunu.

Bugüne kadar bedelli askerlik konusu her gündeme geldiğinde, parası olanlara bir ayrıcalık gibi sunuluyordu. Büyük bir riya içeren bu tez atılacak adımların da önünü kesiyordu. Zorunlu askerlik dayatması sonucu değişmiyordu çünkü. Güneydoğudaki çatışmalara gönderilenler yine yoksullardı. Anadolu'nun hemen her köşesinden feryat figan şehidine ağlayan annelerin başörtüleri, yoksul halleri gösteriyordu cepheye kimlerin sürüldüğünü. Varlıklı, nüfuz sahibi olanların her nedense efsunlu olduğu, asker ocağından gelen kara haberlerden anlaşılıyordu.

Güzel bir tabir vardır 'sefalette eşitlik olmaz' diye. Tıpkı eşitlik iddiasında olanların, sadece sefalette eşitlik önermesi gibi, zorunlu askerliğin kaldırılmasını konjonktürü bahane ederek erteleyenler de sözüm ona ölümde eşitliği savunuyorlar. Halbuki başvurdukları argümanların çoktan yıkıldığını, kralın artık çıplak olduğunu kendileri görmüyor. Sadece yoksulların öldürüldüğü o eşitlik iddiasına artık halk bile inanmıyor. Yoksulların, sessizlerin, muhafazakârların yani bu toplumun çoğunluğunu oluşturan kesimin iktidarını temsil ettiğini iddia eden AKP'nin askerlik konusunda statükoya düşmesi yapmak istediği her şeye gölge düşürecek güçte.

Çünkü bütün ertelemelerin sebebi olan seçim yaklaşıyor. Yani milletin huzuruna çıkmak için gün sayılıyor. O halde şöyle soralım soruyu; 'devlet dersinde sınıfta kalan çocuk' olmayı tercih etmeyen bir parti, milletin yapacağı sınavda nasıl ayakta kalacak? Statükoyu ve askeri kollayarak mı?

22 Mart 2011 Salı

Ananı Türk televizyonlarında görmüşler



Cüneyt ÖZDEMİR / RADİKAL 22.03.2011

Güney sınırımızın ötesine çıktığınızda duyulan bir küfür bu. Özellikle Arap dünyasında yayımlanan bizim bol entrikalı dizilerdeki kadın imajının ‘Arap sokağı’na yansıması da diyebiliriz. İlk duyduğumda şaşırmıştım, sonra biraz düşününce “Yakışıksız bir yakıştırma olmuş” dedim, üzerinde durmayıp geçtim. Bunun yeni bir versiyonu şu sıralar Taraf’ın yayımladığı WikiLeaks belgelerinde yaşanıyor. Pek çok kişi ABD’li büyükelçilerin kimi zaman resmi, kimi zaman dedikodulu telgraflarında tanıdık isimlerin adını görebiliyor.

Her gün yeni bir olay

Telgraflara bakarsanız bir gün Veli Küçük, Sabancı’nın katili çıkıyor, ertesi gün Gülen cemaatinin ABD’li diplomatlar üzerindeki algısı konuşuluyor, ertesi gün derin devlet içinde laf taşıyan gazetecilerin adları sansürlenmeden yayımlanıyor. Manşetler büyük ve sarsıcı… O kadar sarsıcı ki bazı haberlerde kıyametin kopması, üzerine uzun uzun konuşmamız hatta doğru ise ceza davası, yalan ise iftira davası açmak gerekiyor. Oysa hiçbir şey olmuyor. Birkaç gündür bu “Hiçbir şey olmuyor” efektinin üzerine kafa yoruyorum.

Cevabını arayan soru

“Yayımlanan kimi WikiLeaks belgeleri Arap dünyasında diktatörleri yıkacak kadar önemsenirken bizde neden bir günlük ömrü oluyor ve okunup geçiliyor” sorusunun cevabını bulmaya çalışıyorum. Mesela Veli Küçük’ün Mustafa Duyar cinayetindeki rolü bugüne kadar hep konuşuluyordu ama Sabancı suikastındaki rolü ilk kez böylesine aleni manşetlere çekiliyor. Sıradan bir iddiadan değil Türkiye’nin son yıllardaki en kanlı ve en büyük suikastından bahsediyoruz. Yine dün yayımlanan Sedat Ergin ile Fatih Altaylı’nın adının anıldığı telgraflardaki iddiaları da bu kapsamda ele alabiliriz. Taraf bu iddiaları gazetecilerin ya da Veli Küçük bile olsa tutuklu bir generalin isminin üzerini kapatmaya ihtiyaç duymadan yayımladığına göre bu iddiaların doğru olduğunu kabul ediyor. Eğer bu iddialar doğruysa hani belgesi nerede? Bu belgeleri de araştırıp ortaya koymak gerekmiyor mu?

Ben WikiLeaks belgeleri ilk yayımlandığı gece sabaha kadar bu bilgilerin şehvetine kapılıp çeviriler yaparak, yayımladığım için gönül rahatlığı ile bu soruları soruyorum. Zira WikiLeaks’te yayımlanan kimi bilgilerin önemli olduğu kesin ancak kimi bilgilerin de kulaktan dolma dedikodularla yazıldığı kesin. Arasında hepimizin duyduğu bildiği ama bugüne kadar belgesi olmadığı ya da sağlamasını bir iki kaynaktan yapamadığımız için ‘haber’ olarak yayımlayamadığımız bilgiler mevcut. Bu bilgilerin sadece ABD’li diplomatların ağzından çıkıyor olması doğrulandığı anlamına gelmiyor. Taraf, Türkiye’de önemli bir misyonu yüklenip WikiLeaks belgelerini yayımlamaya başlamışken bu önemli bilgilerin belgesizlikten değerini yitireceğinden korkuyorum.

Yasemin Çongar t24 sitesinden Selin Ongun’a dün verdiği röportajda ellerinde belgeler de olduğunu vurgulamış. Bence o belgeleri de yayımlamak gerekiyor. Yoksa böyle giderse işin ciddiyeti kaybolacak sabah uyanıp birbirimize “Adını WikiLeaks belgelerinde görmüşler” deyip gülüp geçebiliriz ki, gülmemeliyiz, geçmemeliyiz.

21 Mart 2011 Pazartesi

Bir kürdün şöhretle imtihanı



Muhsin KIZILKAYA / STAR 20.03.2011

14 yaşına kadar nüfus cüzdanı olmadı. Bir mağarada dünyaya geldiğini söyledi. Sekiz kardeştiler, dördü kız... 60’a yakın yeğeni var, babası Urfa’da ciğercilik yapardı. ‘Cigerci Ehmo’nun oğlu olarak bilindi. Pavyonlarda başladı türkü söylemeye. Düğünlerde Kürtçe söyledi. Sonra İstanbul’a ‘Ayağımda Kundura’yla geldi ve meşhur oldu. Urfa’da yoksul bir türkücüyken filmlerde görüp hayran kaldığı birçok kadınla İstanbul’da beraber oldu, onlardan çocuk yaptı; onları dövdü, Cemal Süreya’nın deyimiyle kadınlara “kümes hayvanı” muamelesi yaptı; hayatına giren hiçbir kadına sadık kalamadı. Film çevirdi, ilk filminde kendi sesini kullandı. Sonra şivesinden utandı, dublaj yaptırdı, aradan yıllar geçti, özüne döndü, vuruluncaya kadar kendi şivesini, ondan hiç utanmadan her yerde kullandı. Hatta onu kullanırken, kendi kendisinin taklidini bile yapıtı.

Türkücülük monoton bir iştir. Skandalı yoktur, başı sonu bellidir, salon işidir, efendilik gerektirir. Sezgileri kuvvetli olduğu için, türküye anarşist arabeski karıştırdı, ikisini barıştırdı, hareket getirdi, türküleri yoldan çıkardı. Yarattığı sentezle arabeski sosyete evlerine bile soktu. Sonra oturdu, bunun keyfini sürmeye başladı. Yeni konumu artık hem skandala, hem sürprize açıktı. Böylece otuz beş yıllık şöhret tarihinde, üst üste bir sürü skandala imza attı. Biri ona mal edilen, öteki ise ona ait iki söz kadar onu bütünüyle anlatan başkaca bir metin bulmak zor. Bu iki söz, en az onun kadar meşhurdur. “Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık?” sözünü herkes onun sanıyor. Aslında bu sözü o söylemedi, ama her vesileyle bu söze sahip çıktı. Bir süre sonra bu sözün kendisine ait olduğuna inanacak kadar ona yabancılaştı.

Aslında bu söz, Gani Müjde’nin, 90’lı yılların başında, o zaman yeni parlamaya başlayan Uğur Yücel’in tek kişilik sahne gösterisi için yazdığı İbrahim Tatlıses skecinden alınmadır. Sözün içindeki Demirelvari (petrol vardı da biz mi içtik?) tınıya dikkat edin, bir mizahçının kaleminden çıktığı her halinden belli. Ancak bu sözün Gani Müjde tarafından mı yazıldığı, Uğur Yücel tarafından mı meşhur edildiği, Tatlıses tarafından mı söylediğinin şimdi önemi yok. Bu sözün asıl önemi; “okumadı, yaptığı her şeyi kendi aklıyla yaptı, aslında okumuş olmak da pek matah bir şey değil” fikrine gerekçe yapılması ve bir sürü cahilliği “mubah” gösterme aracı olarak kullanılması... Vuruluncaya kadar bu sözü sık sık kullandı ve böylece birçok “kusurunu” örttüğünü sandı.

Kürtçe konuşmazsa dili şişerdi

“Günde bir kez Kürtçe konuşmasam dilim şişer,” sözü ise bütünüyle ona aittir ve yıllar önce Cumhuriyet için bir söyleşi yapan Mert Ali Başarır’a söylenmiştir. Her hakkı onundur ve ondan başkası kolay kolay söyleyemez. Çünkü anadiliyle ilişkisini ancak dost meclislerinde kurabilen, (Kürtçe serbestisinden sonra Beyto Can’ın Rinda Min (güzelim) şarkısı, Beyto’dan sonra ancak böyle bir sese yakışırdı; her yerde o kadar çok söyledi ki bu türküyü, vaktiyle Mehmet Ağar’ın bile Batman’da okumasına vesile oldu) onunla kendini ifade etme imkanından yoksun, yabancı bir dille milyonlarca insana ‘dert anlatmak’ zorunda kalmış, yepyeni bir arenaya, tam anlamıyla vakıf olmadığı bir dille çıkmak zorunda kalmış bir insan ancak, kendi durumunu bu kadar özlü, net ve kısa ifade edebilir. Peki dil nasıl şişer? Haydi, günde bir kez olsun kendi anadilinizi kullanmayın, bakın bakalım şişiyor mu şişmiyor mu? İsteyen denesin! Birinci sözde ne kadar cahilliği örtme çabası varsa, ikincisinde o kadar aidiyetini yüksek sesle ifade etme var. Birinci söz, ne kadar uydurulmuş, kurgulanmış ise ikincisi o kadar hakikidir. Kendini, ‘yabancı bir dille’ ifade etmek zorunda kalmış, sahneye çıktığı zaman gırtlağının ele verdiği, konuşmaya başladığı zaman şivesinden kaçamayan, köyünde kalsa dengbêj adayı olacak, şehirde şöhret olmuş Kürt türkücülerin içinde şöhreti en uzun taşıyanlardan biri oldu İbrahim Tatlıses. Diyarbakırlı Celal Güzelses’ten tutun da, Nuri Sesigüzel, İzzet Altınmeşe, Burhan Çaçan, Selahattin Subaşı, Mahmut Tuncer, Mahsun Kırmızıgül’e kadar, hiçbir türkücü onun ulaştığı “mertebeye” ulaşamadı. İbrahim Tatlıses ise arabeske türkü kıvamını getirdi. Altınmeşe’nin kendini bildi bileli söylediği “Fırat” türküsü, ancak İbrahim Tatlıses söylenince herkes tarafından bilindi. Türkü piyasasında Kürt icracıların hakimiyetini anlamak için, Şivan Perwer’i bilmek gerekiyor. Şivan Perwer’i bilmeden, yukarıda adını saydığım türkücülerin, neden bütün zamanların starı olduklarını, Türk halk müziğinde neden “Kürdi sesin” baskın olduğunu anlamak güçleşir. Şivan sesini bir saksafon gibi kullanıyor ve gırtlağıyla kendini ele veriyor. Türkü piyasasında Kürtleri star yapan gırtlaklarıdır ve yeryüzünde İbrahim Tatlıses’in kıskandığı tek bir ses varsa, o da Şivan Perwer’in sesidir; yine dost meclislerinde bunu kendisi söylerdi.

Efsaneyi kendi yıktı

Bu böyle olduğu için, Şivan Perwer’in yeni yetmeliğinden beri söylediği “Canê Canê” stıranına Türkçe sözler yazdı, söyledi, türkü bir anda meşhur oldu, şimdi futbol maçlarında tezahürat aracı olarak kullanılıyor. Oysa türkü bir direniş türküsüydü.

Onun portresini yazan Cemal Süreya, şu saptamayı yapıyor: “Skandal, olay, yankı, Tatlıses’te önceden tasarlanmaz. Her şey olup bittikten sonra doğal şeylermiş gibi algılar onları. Adam kaldırma, kadın dövme, Kürtçe şarkı söyleme de öyle...” Bu böyle olduğu için, 1991 Nisan’ında Kürtçenin üzerindeki yasağın kalkmasıyla yeni kaseti “Vur Gitsin, Yemin Ettim”e iki Kürtçe parça okuyarak bu alanda bir öncülük yapmaya kalkıştı. Madem böyle bir dil vardı, İbo da o dili biliyordu, o vakit o dilden türkü okumak kadar ‘doğal bir şey’ olamazdı. Yakın dostu, sesine hayran Turgut Özal’dan da izin almıştı. Gelin görün ki, kaseti çıktı, birkaç gün sonra birileri kulağını çekmiş olacak ki, dağıtılan kasetleri piyasadan topladı, o iki Kürtçe türkünün yerine iki Türkçe türkü okudu. Hatta birisinin makamını bile değiştirmedi, aynı makamın üstüne Türkçe sözler okuyarak durumu kurtardı. (12 Eylül darbesine karşı Ertuğrul Özkök’ün bile imzalamadığı meşhur Aydınlar Dilekçesi’ni de imzaladı. Mahkemeye çıkınca, “Ben kooperatif için imza topluyorlar sandım, onun için imzaladım” dedi.) İşte o günlerde Cumhuriyet gazetesine verdiği bir demeçte, “Kürtçe bir kaset yaparsam, kesin 3 milyon satar” dedi. Aradan yıllar geçti, hep 3 milyon satacağı kasetin düşünü kurdu ve bir türlü o gün gelmedi. Kürt açılımı başladığında yaptığı albümüne “Ridma Min”ı alarak, “İbo Show”da arada bir aynı türküyü söyleyerek dilini şişmekten kurtarmakla yetindi.

Efsanesi olmadı. Yükselişini anlatmak için uydurulan hiçbir efsane de tutmadı. Hiçbir şey, filmlerinde anlattığı gibi olmadı, inşaatta türkü söylerken keşif edilmedi, bu efsaneyi de kendisi yıktı.

Bilgisizliğinden utanmadı, arada bir cahilliğini kalkan olarak kullandı, ancak bu cahilliği anlatırken bile, “ben cahil başımla sizden daha becerikliyim” duygusunu yaşattı karşısındakine. Cüretini hiç saklamadı, “cahil cesaretidir, ne yapsa yeridir”e bağladı. Bir doğrusu olduysa, mutlaka iki yanlışı oldu. Bir doğru adım attığı zaman, mutlaka iki yanlış adım atacağı hep bilindi, her zaman yaptığı işleri karıştırdı. Asıl işinin ses sanatçılığı olduğunu idrak etmedi. Zaman zaman kendisini bu mertebeye ulaştıran türkülere, şarkılara ihanet etti. Akla hayale gelebilecek her işe girişti. Acılı dondurma bile yaptı. Yaptığı hiçbir işte başarılı olamadı, başı sıkıştıkça yine sesi imdadına yetişti. Şarkılarına güvenmedi. “Ya beni de götür ya sen de gitme,” mısrasındaki derinliğin, Tanrı vergisi bir sesle dillendirildiğinde nelere muktedir olduğunu, kuracağı hiçbir cümlenin ayrılığı bundan daha güzel anlatamayacağının farkına varmadı. İlle de bir yoruma ihtiyaç duydu. Konuşurken, Türkçesinin yetmediği zamanlarda İngilizce kelimelere başvurup “balckboord” gibi abuk sabuk laflar çıktı ağzından. Yetinmedi arada bir, “te go, çi go” (sen dedin, ne dedin) gibi hiçbir anlamaya gelmeyecek Kürtçe kelimeler kullandı. Bu alışkanlığı, anadiline karşı duyduğu özlemin bir göstergesiydi.

Bir gün ani bir karar aldı, bütün cesaretini topladı, 2005’te Diyarbakır’da görkemli Newroz kutlamalarına katıldı. Kalabalığı yaramadılar platforma çıkarmak için, omuzlara bindi, kafalara basa basa yetişti sahneye, yukarı çektiler; sahneye çıkar çıkmaz Kürtçe seslendi kalabalığa, “Cejna we ya baharê newroz pîroz be” (Bahar bayramınız Newroz kutlu olsun) dedi. “Newroz” diyerek Kürtlere göz kırptı, “bahar bayramı” diyerek zevatı kurtardı. Sezgileri çok kuvvetliydi. Ve şimdiye kadar yaptığı her şeyi savunurken veya kendini anlatırken, diline bir dobralık egemen oldu. Yine Cemal Süreya, “Onun için müzik bir dövüştür,” dedi. Sanki müzik yapmıyor da cephede savaşıyormuş gibi davrandı. Şöhretini korumak, malını çoğaltmak, servetine halel getirmemek için giriştiği savaşı, yaptığı sanatla eşdeğer tuttu. İşletmecilikle sanatçılığı birbirine karıştırdı. Lahmacunculuk, isotçuluk, otobüsçülük, televizyonculuk, dergicilik, radyoculuk, otelcilik mi, yoksa sanatçılık mı diye sorsaydınız, “Benim yanımda 600 kişi ekmek yiyor,” cevabını alırdınız. Becerebildiği tek iş olan türkücülüğü bırakacağı günü dört gözle bekledi. Beceremediği bütün işlerde başarılı olmuş gibi davrandı. Kazandığı parayla edindiği sınıfsal konumu, üzerinde hep emanet bir ceket gibi taşıdı. Söylediği bütün türküler aslında tek türküydü: “Ben buralara ait değilim, bir rüyadayım” dedi. Rüyadan uyanacağı günün tedirginliğiyle yaşadı. Bu yazı yazılırken, bir hastane odasında uyuyordu. Zaten “tahayyül bile edemeyeceği” yere gelmiş olmanın bedeliydi bu uyku.

O hastaneden çıkıp bize tekrar türkü söylemesini ne çok istiyorum şimdi.

20 Mart 2011 Pazar

Libya'da olanın anlamı



Fehmi KORU / ZAMAN 19.03.2011

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) önceki akşam Libya'ya müdahale kararı aldı. GK üyesi birkaç ülkenin (Çin, Rusya, Almanya, Hindistan ve Brezilya) katılmadığı, buna karşılık Arap Birliği ile Körfez İşbirliği Örgütü'nün zorladığı kararla, Libya üzerindeki uçuşlara yasak getirilmiş oldu. Kaddafi yönetimi BMGK kararına uyacağını açıklamış olsa da, Libya'ya derhal müdahale taraflısı ülkeler kararın uygulanabilmesi için askerî uçaklarını bölgeye gönderme hazırlığında...
Türkiye de kararı destekleyeceğini son dakikada bildirdi.

Kısaca özetlediğim gelişme aslında olanı açıklamaya yetmiyor. Ülkede tam 41 yıl önce gerçekleşmiş askerî darbeyle iktidarı eline geçirmiş bir diktatörün, yerinde kalabilmek için iç savaşı zorlayıp kan dökmekten medet umabileceği belliydi; ancak yine de iktidar hırsının 'elde zulmedecek ahali kalmayana kadar' sürebileceğini akıl kabul etmiyordu. Özellikle bugünün dünyasında...

O da oldu. Yaklaşık bir ay süren çatışmalardan sonra, Libya, devlet olarak varlığını kaybetmenin eşiğinde. 1950'lerin başında, Sirenayka (doğu), Fizan (güneybatı) ve Trablusgarb (geniş çevresiyle birlikte Trablus kenti) bölgeleri birleşerek oluşturmuşlardı Libya devletini; Kaddafi'nin iktidar hırsı, bu üç bölgeyi dikiş tutmayacak biçimde birbirinden çözdü.

Libya'nın bundan böyle tek parça halinde varlığını sürdürmesi hayli zor görünüyor.

Halk hareketlenmesinin başlarında, Kaddafi ve onunla birlikte hareket edenler, yalnızca Trablus kentini elde tutmakla yetinecek görüntüsü verdi. Kaybettiği kentleri geri almak için aşırı güç kullanımına başvurması, muhaliflerin üzerine uçaklarla ölüm yağdırması, dostlarından gelen "Uygun birini yerine getir, sen kenara çekil" tavsiyesini dinlememesi, karşısındaki cepheyi genişletti.

Uluslararası ajanslar, dün bile, muhaliflerin elindeki kentlerde operasyonların sürdüğünü haber veriyordu. Karara uyduğunu açıklamasına rağmen şiddet kullanmaktan vazgeçmezse Kaddafi, BMGK kararı bir doğrudan müdahale için kullanılır mı? ABD ve müttefikleri Saddam Hüseyin'i devirmek için Irak'a doğrudan askerî müdahalede bulundu; Libya'da da rejimi değiştirmek için benzer bir topyekün savaş söz konusu olabilir mi?

ABD'de hava yeni bir cephe açmak için çok müsait değil; Barack Obama'nın Amerikalılardan yeniden fedakârlık istemesi de, istediği desteği bulması da hayli zor. Eğer Libya'ya karşı bir kara savaşı başlarsa, Fransa ve İngiltere başı çekmek için olağanüstü istekli görünüyor. Bu iki ülke, daha şimdiden, maceralarında kendilerine ortaklık edecek Arap ülkesi arayışına girdi.

Halkın zorlamasıyla rejimlerin değiştiği yeni bir döneme girilmiş, meydanlar demokrasiye beşiklik etmeye başlamıştı; Kaddafi'nin inadı, artık kapandı gözüyle bakılan eski yöntemle sonuç almayı yeniden gündeme taşıdı. Bu hayırlı bir gelişme değil; tam tersine, bölgeyi karıştıracak, halkı sindirecek ve 'istikrar' görüntülü kaotik ortamları zorlayacak bir gelişme...

Irak'a askerî müdahalenin yol açtığı sorunlar aradan geçen bunca zamana rağmen azalmamış iken, bölgede yeni Irak'lar çıkmasına kapı aralanıyor.

Ne tesadüf, Libya da, tıpkı Irak gibi, petrol ve doğalgaz zengini Müslüman bir ülke. Kaddafi paralı askerlerini sokağa salmış kan dökerken, askerî müdahaleyle sonuç alma hazırlığına giren Batılı ülkeler Libya'nın geleceğinde kim(ler)in söz sahibi olacağının pazarlığını yaptılarsa, hiç şaşırmamak gerekir.

14 Mart 2011 Pazartesi

Felaket !



M.Nedim HAZAR / ZAMAN 14.03.2011

Ne zaman bir deprem olsa benim aklıma kutsal kitabımızdan ayetler gelir.

Elbette Kur'an-ı Kerim'de bizzat zelzele ile ilgili sûre var biliyorum ama aklıma ilk gelenler Rahman ve Gaşiye sûreledir. Ve Rahman Sûresi denilince de hemen Ömer Muhtar filminin o muhteşem eğitim sahnesi gelir. Hani şu Anthony Quinn'in çocukları karşısına alıp Rahman Sûresi'ni okuduğu sahne. Şöyle soruyor bir noktasında: "Allah niye denge dedi?" Cevabı da kendisi veriyor: "Çünkü denge olmadan her şey dağılır!"

Hikmet ve basiret vizörüyle bakıldığında esasen evrenin dağılması değil, dağılmaması, hercümerc olmaması mucizedir. Eğer bu mutlak dengeleyiciden habersizseniz bu kadar ince hesabın, trilyon kere trilyon adedince çarkların birbirini etkileyerek kusursuz işlemesi mümkün olmasa gerek.

Şöyle buyuruluyor Rahman Sûresi'nin 5. ayetinde: "Güneş ve ayın hareketleri bir hesaba göredir." Ki bilim adamları depremler ile Ay hareketi arasında ciddi bağlantı olduğunu düşünür hep. Ne ki kutsal metinlerde de yaratılış anlatılırken 'yer ile gök' hep beraber anılır. Bakara, 117: "Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah'tır. O, bir işin olmasını dilerse, ona ancak 'ol' der ve olur." "Kün feyekün"; işin künhü burada sanırım... İnsanoğlunun, dolayısıyla bilimin yapabileceği tek şey, var olanı fark etmektir aslında. Newton'a atfettiğimiz 'Yerçekimi kanunu' bir fark ediş ve formülize ediştir. Yoksa elma Newton'dan önce de yere düşüyordu emin olun. Bilim adamları, Ay'ın son 18 yılın en yakın geçişini yapacağını ve bu durumun Dünya üzerinde sıradışı etkileri olabileceğini söylemiş bir süre önce ve buna 'Süpermoon' adını koymuşlar. Bazı medya organları başlık atmış: Depreme neden Süpermoon mu?

Sanki olacak olana sebep yok!

Rahman-7: "Göğü Allah yükseltti ve mîzanı (dengeyi) O koydu." Başka bir sûrede ise tamamlayıcı bir tablo vardır adeta: "Ey insanoğlu! Her şeyi kaplayacak kıyametin haberi sana gelmedi mi?" (Gaşiye-1) Hemen ilerisinde ise yine tanıdık bir uyarı var: "Göğe bakmazlar mı, nasıl yükseltilmiştir? Dağlara bakmazlar mı, nasıl dikilmişlerdir? Ve yeryüzüne bakmazlar mı, nasıl düzleştirilmiştir?" (Gaşiye- 18/20) Ve hemen akabinde yapılması gerekeni söylüyor: "Öğüt ver, sen ancak öğüt verirsin!" Zilzal Sûresi'ni hepimiz biliyoruz zaten. Yeryüzünün içindekileri dışarı fışkırttığında, insanoğlunun 'Neler oluyor?' sorusuyla şaşkınlığa uğrayacağını belirtiyor. Japonya'da yaşanan son deprem felaketinin görüntüleri, hele bizim gibi deprem kuşağındaki bir toplum için şüphesiz çok büyük bir etki yaptı. Ve elbette derin düşüncelere itti. Lakin insanoğlu nisyan ile malul sevgili dostlar. Japonya'dan gelen ilk haberler sevindiriciydi ancak ne yazık ki tablo giderek kötüleşti. Şimdi on binden fazla ölümden bahsediyor uluslararası ajanslar. On binlerce kayıp dahil değil bu listeye...

Deprem ve sonrasında tsunami... Kibirli insanlığa verilen bir ders mahiyetinde sanki. Koca koca binalar, son model arabalar, yılan gibi kıvrılan yollar... Şimdi bir de nükleer felaketten korkuluyormuş... Görünen o ki insanoğlunun açgözlülüğü, hep bir şeyleri talep etmesi ve çok şeyi tahrip etmesi felaketin boyutunu büyütüyor. Şehirlerde hayvan kalmamış ki, yaşanacak olan felaketi önceden hissedip kendi lisan-ı haliyle uyarsın. Karınca, böcek bilmem ne haşere şirketleri vasıtasıyla yok ediliyor. Kuşlar uğramıyor kirlilikten ve gürültüden. Sokak hayvanları telef ediliyor habire... Ve biz orijinal halini bozdukça, her fabrika ayarına dönüş canımızı yakıyor, acıları büyütüyor. Suçu toprağa, yer altı gazlarına, denizlere atarak en büyük sorumlu olan bizleri unutturmaya çabalıyoruz sanki. Oysa önce şunu kabul edip bakmalıyız olaylara: "Rabb'im isterse sular büklüm büklüm burulur..."

Ki ben bizzat bir din büyüğümden dinlemişimdir: "Gaz Allah'ın gazıdır, ister tek seferde bırakır hepsini, ister parçalara böler..."

Hakikat budur...

'Ya dize gel, ya kudur!'

11 Mart 2011 Cuma

Benden söylemesi (7)



Yılmaz ÖZDİL / HÜRRİYET 11.03.2011

Genel seçime günler kalmıştı...

“4 trilyon liralık hisse senedi var, mal beyanında göstermedi” dediler. Basın toplantısı yaptı, belgeleri gösterdi, 4 trilyon filan olmadığını, bugünkü parayla 4 bin lira olduğunu kanıtladı. Yalan haberi manşet yapanlar pişkin pişkin sırıtıp “pardon” dediler, “hesaplarken sıfır hatası yapmışız!”
*
CHP kurultayına günler kalmıştı...
“İsviçre’de kızının adına gizli hesabı var, en son 7 milyon dolar yatırıldı” dediler. Dava açtı. Adalet Bakanlığı İsviçre’ye sordu. İsviçre devleti “haber yalan, bütün kayıtları inceledik, böyle bir hesap yok” dedi.
*
Aynı kurultaya günler kalmıştı...
Bülent Ersoy çıktı, “sahne yasağımı kaldırmak için bugünün parasıyla 1 trilyon lira istedi” dedi. Görüşmeye mafyacı İnci Baba’nın aracılık ettiği yazıldı. Hatta “sahne yasağını rüşvet dağıtarak kaldıracağı” iddia edildi. Dava açtı.Hepsi palavra çıktı. Bülent Ersoy tazminat ödemeye mahkûm edildi.
*
Belediye seçimine günler kalmıştı...
“Ankara’da oturduğu villa kaçak” dediler. Tapuyu gösterdi. “Antalya’da arazi aldı, CHP’li belediyeye imarı değiştirtti” dediler. Araziyi taa 1987’de, CHP’nin kapalı olduğu dönemde aldığı, bölgede yapılan imar değişikliklerinin de CHP’yle alakasının olmadığı ortaya çıktı.
*
Aynı seçime günler kalmıştı...
Ergenekon’un kilit ismi ilan edilen ve Kanada’da yaşayan sahte hahamı TRT’de canlı yayına çıkardılar, “Deniz Baykal MİT ajanıdır” dedi. “CHP’nin başına derin devlet operasyonuyla geçirildiğini” iddia etti. Dava açtı. TRT, tarihinin en büyük tazminatını ödemek zorunda kaldı... Yalandı.
*
CHP kurultayına günler kalmıştı...
Kaset komplosu patladı.
*
N’oluyor demeye kalmadı...
“340 bin dolara yat aldı” dediler.
O da yalan çıktı.
*
Referanduma günler kalmıştı...
“Twitter’den mesaj verdi, CHP’nin yeni yönetimini ağır şekilde eleştirdi” dediler. Twitter mwitter hesabı olmadığı, hatta, söz konusu twitter hesabının evet’çi bir gruba ait olduğu ortaya çıktı.
*
Genel seçime günler kaldı...
Kılıçdaroğlu’nun kankası olan muhabir kız çıktı, “Meclis’teki odasında beni taciz etti” dedi.
*
(Bu son çirkin iftirayı... Geçen hafta durup dururken bizzat Kemal Kılıçdaroğlu tarafından dile getirilen “Anket yaptırdık, oyumuz bir tek Antalya’da artmıyor” açıklamasıyla beraber okumak lazım.)
*
Medyadaki Truva atlarının goygoyuyla şuurunu yitiren; Baykal giderse yüzde 1500 oy alacağını zanneden CHP’liler ne kadar farkında bilmiyorum ama... Silivri’ye gönderilemediği için evine gönderilen Baykal, aday gösterilmesin, milletvekili olmasın isteniyor... Bitirici amaç bu.

7 Mart 2011 Pazartesi

Ergenekon’da neler oluyor?



Şamil TAYYAR / STAR 07.03.2011

Ergenekon davası 4 yaşına girdi, yazının üzerinden 2 yıl geçti. El yordamıyla rakamlara göz attığımızda şunu görüyoruz: Sanık sayısı 500’ü, iddianame sayfası 8 bini aştı, klasör sayısı 2 bine ulaştı.
İtalya’daki Gladyo temizliği emsal kabul edilirse, bu rakamlar, “devede kulak” bile sayılmaz. İtalya’da 7 bini aşkın kişiyi yargı önüne çıkardılar.

Ama izledikleri yöntem farklıydı. Hücre tipi örgütlenen gizli yapıları, hücrelere bölerek hesabını sordular. Her hücrenin “1 Numara”sını kulağından tutup deşifre ettiler, adliye koridoruna taşıdılar.

İçlerinde cumhurbaşkanlığı veya başbakanlık yapmış çok önemli isimler vardı. Asker vardı, yargıç vardı, gazeteci vardı...

Derin yapıların siyaseti, toplumu ve devleti biçimlendirme fonksiyonları göz önüne alındığında; nüfuz ve etkileme gücü olan her birimden yararlanmak istemesi kaçınılmaz bir gerçektir, aksi halde güç tesis edemez.

Bizden farklı oldukları bir husus daha vardı ki, çok hayatidir. Yargı, ordu ve istihbarat birimleri dahil devlet tüm arşivini soruşturmayı yürüten savcılara açtı veya açmak zorunda kaldı. Kamuoyu sürecin arkasındaydı.

Ya bizde?

Devlet, tüm kapıları kapattı. Yargı ve medya, savunma hattı oluşturdu.

Ergenekon’un üzerine gazeteciler kuşatma altına alındı; 5 bin civarında soruşturma ve dava açıldı, binlerce yıl hapis cezaları istendi, mahkumiyet kararları otomatiğe bağlandı, Ergenekon’u sulandıranlar ödüllendirildi.

Bu gerçeklik karşısında şaşırdığımı söyleyemem. Çünkü bu cumhuriyet ve kurumları, entrikalarla biçimlenmiş Osmanlı derin devletinin ürünüdür. Darbeci iklimde yeşermiş, filizlenmiş ve dal budak sarmış bu ruhun, ordu, yargı ve medya gibi kurumları nasıl esir aldığını biliyoruz.

27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta, Balyoz’da ve Sarıkız’da el ele hortladılar, kimi zaman başardılar kimi zaman hüsrana uğradılar. Silahları bazen tank, top, tüfek oldu, bazen kağıt, kalem...

Dümene bazen silahlı kuvvetler geçti, bazen silahsız kuvvetler...

Gazete ve televizyon gibi kitle iletişim araçları, darbe senaryolarının en önemli unsurlarıdır. Darbe ortamının hazırlanması, darbe yönetiminin pazarlanması ve darbe sonrası gelecek planlaması, medyayla yapılır.

Bunun için silaha gerek yoktur, kimi zaman kalem, silah gibi kullanılır.

Şükürler olsun, Türkiye’yi karanlığa mahkum eden 200 yıllık bu köhnemiş ve kokuşmuş pis gelenekler bertaraf ediliyor. Türkiye hızla değişiyor, değiştikçe dönüşüyor, demokratik ve şeffaf bir yapı inşa ediliyor.

Elbette, bu kutsal doğum, sancılı olacaktır. Milli iradenin yetkilerini gasp edip milletin arazisine gecekondu inşa edenler, demokratik dönüşüm projesine karşı direnecektir. O nedenle, mücadelede kararlılık esastır.

Ancak...

Halis duygular, intikam hevesine bulaştırılmamalıdır. Oda TV platformunu hiçbir zaman gazetecilik mecrası olarak görmedim, faaliyetlerini de bu bağlamda değerlendirmedim. Ancak, bağlantılı operasyonlarda kuşkulara yol açan bazı gelişmeler var, izaha muhtaçtır.

Nedim Şener örneğinde olduğu gibi...

Bu konuda kamuoyu ikna edilemezse, Ergenekon’un hukuk davası olmaktan çıkarılıp intikam davasına dönüştürüldüğü algısı oluşabilir.

Bakın, Cumhurbaşkanı Gül’ün bile kafası karışık. Milliyet’e ayrı Zaman’a ayrı konuşmuş, duyduğum kadarıyla iki konuşma arasında geçen sürede ilave bilgilere sahip oldukça kanaati değişmiş.

Milliyet’e “kaygı duyuyorum” açıklamasını yapan cumhurbaşkanı, Zaman’a şöyle diyebiliyor: “Umarım, hiçbir gazeteci mesleğini başka bir amaç için kullanmaz.”

Eğer bu dava, hukuk davası olmaktan çıkarılır, intikam davasına dönüştürülürse, bilinsin ki, niyet farklı olsa dahi Ergenekon’un değirmenine su taşınmış olur.

Daha tehlikelisi, Yeni Türkiye Projesi akamete uğrayabilir, bu milletin aydınlık gelecek beklentisi yeniden karanlığa gömülebilir.

Hiç kuşku yok, kendi iradesi dışında olsa bile siyasi faturayı da iktidar öder. Siyasi iktidara düşen temel görev, süreci yakından takip edip hukuk dışı zorlamalar varsa gereğini yapmasıdır.

Gazeteciler ve meslek örgütleri de süreci iyi okumalıdır. Ergenekon’un üzerine giden gazetecilere “yaratık” muamelesi yapıp haklarındaki cezalar karşısında el ovuştururken, iftiracılara ödül dağıtırken, İşçi Partisi’nin forse ettiği gösterilerde ağızları bantlamanın toplumsal karşılığı olmaz.

Onlar da Ergenekon’un dümen suyunda neden kulaç attıklarını, öyle değilse muhalefet/örgüt üyeliği arasındaki ince çizginin nerede başlayıp nerede sonlandığı konusunda kamuoyunu ikna edici argümanları ortaya koymalıdır.

Suçlananları tenzih ederim, darbecilik, basın özgürlüğünün kapsama alanında değildir. 9 Mart cuntasının neredeyse yarısının gazeteci olduğunu, her darbede aktif rol oynadıklarını hatırlayacak olursak, sicili bozuk bu sektörün kendisini aklama zamanı geldi, geçiyor.

Şimdi ders zamanı...

4 Mart 2011 Cuma

1 Mart operasyonu



Şamil TAYYAR / STAR 04.03.2011

Seçim kararı dün meclisten geçti ve artık geri sayım başladı. Bu seçimin önemine dair söylenecek çok söz var, zira sorun basit bir yaklaşımla, AK Parti iktidarının devamı veya diğer partilerin iş başına gelme ihtimali değildir.

Sandıktan çıkacak sonuca bağlı olarak cevabını bulmamız gereken kritik soru şudur: Cumhuriyetin halk tabanına oturtulmasını öngören demokratik dönüşüm projeleri kesintiye uğrayacak mı veya Yeni Türkiye’nin inşası duracak mı?

Bu topraklarda yaşayan her yurttaş gibi bu temel kaygıyı yaşarken, son olarak Müslüman/Arap coğrafyasında küresel oyunu yeniden kurgulamak isteyen uluslararası güç odaklarının “Türkiye hesabı” yabana atılmamalıdır.

Çünkü: Türkiye artık, bölgesel güç ve küresel oyuncu olmanın ötesinde, üzerinde rahatça oyun kurgulanan, yönlendirilen, sevk edilen ve iliştirilen bir ülke değildir. Böyle bir ülke, ne Amerika’ya ne uzantılarına ne de küresel rakiplerine sempatik gelmez.

Bu bölgesel büyük oyunun bir parçası olarak, 2012 veya 2014 yılında halkın oy kullanacağı cumhurbaşkanlığı seçimini de gözardı etmeden bir değerlendirme yapacak olursak, seçim sürecinin kolay geçmeyeceğini biliyorduk, biliyordunuz.

Bu bağlamda; PKK’nın 1 Mart’ta eylemsizlik kararını sonlandırması, Kürt meselesinin çözüm çabasından öte iktidar denklemini değiştirmeye yönelik uluslararası bir operasyonun parçasıdır.

Reşadiye gibi, İskenderun gibi

PKK ve BDP dahil herkes biliyor ki, seçime 3 ay kala öne sürülen şartların yerine getirilmesi asla mümkün değildir, hiçbir siyasi irade bu faturayı üstlenemez.

Neydi onlar, kısaca hatırlayalım...

Askeri ve siyasi tüm operasyonlar durdurulsun, KCK sanıkları serbest bırakılsın, Devlet İmralı’yı muhatap alıp görüşmeler müzakere düzeyine çıkarılsın, Abdullah Öcalan’a ev hapsi verilsin, Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulsun, yüzde 10 seçim barajı düşürülsün.

Anlaşılan maksat, üzüm yemek değil bağcıyı dövmek.

Kaldı ki, Öcalan, 24 Kasım/31 Aralık 2010 tarihlerinde yaptığı iki görüşmede şöyle demişti: “Bölgede BDP dışındaki diğer siyasi partilerin yüzde 50 değil yüzde 5 oy oranına dahi ulaşamamaları gerekir.”

Buradaki hedefin AK Parti olduğu aşikar, zira bölgede BDP’ye rakip AK Parti dışında başka bir parti yoktur.

Sakın ola, kimse şöyle bir yanılgıya kapılmasın; Öcalan, BDP’nin oy oranını arttırmak için manevra yapıyor!

Böyle bir öngörü, büyük hesabın küçük parçası olabilir. Eylemsiz kararı sonrası provokatif eylemlerin yoğunluk kazanması, sadece BDP’ye yönelik değil genel siyaseti etkileyecek sonuçlar doğurur.

Sözgelimi MHP yelkenlerinin daha fazla rüzgar alması gibi...

Şehit cenazelerinin peş peşe ana yüreğini dağladığı, baba ocağına kor gibi düştüğü, kan ve şiddetin egemen olduğu atmosferde BDP ve MHP oylarının tırmanışa geçmesi yüksek ihtimaldir.

Böyle bir sonuç, akla şu soruyu getiriyor: Eğer BDP, Kürt meselesinin çözümünde samimiyse MHP’li iktidar denkleminden ne gibi yarar umabilir?

Zaten sorunun nirengi noktası da tam burasıdır.

Bitmedi

KCK Yürütme Konseyi, 28 Şubat günü yaptığı açıklamada, eylemsizlik kararını sonlandırdıklarını söylüyor ama “etkili savunma yapacağız” diyor. Yani sözün özü şu: “Saldırmayacağız, meşru müdafaa hakkımızı kullanacağız” demeye getiriyorlar.

Bu lafı geçin, işin hikayesi bu...

Ancak, burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Ergenekon ve Balyoz zihniyetinin TSK içindeki uzantıları yangına körükle gitmek isteyebilir mi?

Veya haksızlık etmeyim, sorumu şöyle düzelteyim: Yanlış askeri operasyonlarla PKK’nın ekmeğine yağ çalınabilir mi?

Mesela atıyorum; ciddi istihbarat ağı kurulmadan, sadece geçmiş dönemdeki eski bilgilere dayanarak Şırnak bölgesindeki mayınlı arazilerde büyük askeri operasyonlar yapılır mı?

Ya da çevre bölgelerde...

O nedenle, 12 Haziran’a doğru iktidar denklemini değiştirmeye yönelik her türlü kara senaryonun yaşama geçirilmek isteneceğini bilmeliyiz, yetinmeyip tuzağa düşmemeliyiz.

Önümüzdeki birkaç günü bir de bu perspektiften dikkatle izleyelim, yorumlarımıza kaldığımız yerden devam ederiz.

2 Mart 2011 Çarşamba

Fatih Camii



Yılmaz ÖZDİL / HÜRRİYET 02.03.2011

Fatih Camii’nin avlusunda mahşeri kalabalık var.

Canlı yayında seyrediyorum, musallanın başında siyasiler, askerler, tarikatçılar, işadamları, gazeteciler itiş kakış.

*
Ve, orada cansız bedeniyle uzanmış... Oradakileri seyreden “devlet adamı”nı düşünüyorum...

*
Büyük entelektüeldi. Arapça ve Farsça’nın yanı sıra, o tarafı pek bilinmez, İtalyanca ve Rumca bilirdi. Felsefeye meraklıydı. Milattan önceye ait Yunanca elyazmaları okurdu. Filozofları etrafına toplar, Peripatosçuların, Stoacıların ilkelerini, Platon’u, Aristoteles’i tartışırdı. Coğrafyaya düşkündü. Batlamyus olarak tanınan Claudios Ptolemaios’un Geographia’sını incelerdi. Geographia’da bölük pörçük yer alan haritaları bütün haline getirtip yayınlattı. Akdeniz, Ege ve Adriyatik’in girintilerini çıkıntılarını, derinliklerini adalarını, adeta avucunun içi gibi bilirdi. Astronomiyle ilgiliydi. Özellikle, Almagest’in Latince çevirisine... Efsane astronom Ali Kuşçu’nun taa 1438’de hazırladığı yıldız kataloglarını, matematik teorilerini yutardı. Bizans’a ait kitapların koleksiyonunu yapardı. Ayasofya’ya dair neredeyse yazılmış tüm orijinal eserleri biriktirmişti. İstanbul’un Konstantinopolis dönemine ait en eski şehir haritası, ondaydı. Büyük İskender’in biyografisi Anabasis’in kopyası kütüphanesindeydi. Ve, Homeros’un İlyada’sı... Hatta, İlyada’dan o kadar etkilendi ki, kalkıp Truva’ya gitti. Kalıntıları gezdi. Akhileus’un ve Hektor’un mezarları hakkında bilgi aldı. Kahramanlıklarını saygıyla andı. Truva’nın konumunu, denizle-karayla ilişkisinin stratejik yararını inceledi. İstanbul’un fethini Truva’nın rövanşı olarak görürdü. Tıpkı, Mustafa Kemal gibi... Atatürk de, 9 Eylül’de “Hektor’un öcünü aldık” demişti. Neyse... Hobileri vardı. Denizi çok severdi. Balıkçılık üzerine yazılmış belki de en eski kitap, Halieutika’yı okurdu. Hipokrat’ı, lir sanatını, hayvanların özelliklerini, değerli taşlar üzerine derlemeleri elinden düşürmezdi. Kültür adamıydı. Sanatçı hamisiydi. Edebiyatçılara kol kanat gererdi, ödüllendirirdi. Şairdi. Takma isimle şiirler yazardı. Mimariyi önemserdi. Evlerini Alla Turchesca, İran, Karaman, Alla Greca tarzında inşa ettirmişti. Din, millet ayırmazdı. Galata’daki San Pietro kilisesine gidip, ayin bile izlerdi. Yahudi, Rum fark etmez, ustalıklarıyla dostluk kurardı. İtalyan ekolünü beğenirdi. Portresini de İtalyan ressama yaptırdı zaten... Hatta biz sahip çıkmadığımız için, en ünlü portresi şu anda, Londra’da Victoria Albert Müzesi’nde sergileniyor. Aslında, National Gallery’de olduğunu yazarlar ama, değil... Üzerinde resmi bulunan madalyonlarla beraber sergilensin diye, Victoria Albert’e getirildi.

*
Evet, Fatih o...
Fatih Sultan Mehmet.
Fatih Camii’nde yatıyor.

*

Binbir dolap çeviren, insanları senden-benden diye ayıran politikacıları, tarih-kültür cahillerini, bilim-sanat düşmanlarını, cukkacıları, peşkeşçileri, bi yandan höt-zöt yapıp, beri yandan saf tutan askerleri, toplumunu din-iman’la dolandıran bezirganları, yüz kere ders almayıp bezirganlara kananları, ikiyüzlülüğü, yalaka gazetecileri görünce... Devlet denilen kavram en üst düzeyde oradayken, bi tane bile Türk bayrağı görmeyince, ne düşünmüştür acaba?

1 Mart 2011 Salı

Hoca ve 28 Şubat'ın cenazesi



Cengiz ÇANDAR / RADİKAL 01.03.2011

Necmettin Erbakan, bugün, onu başbakanlıktan indiren 28 Şubat’ın ertesi günü toprağa veriliyor. Hayatında en sevdiği, oğluna verdiği ismi taşıyan camiden.
Hoca’yı (ya da Erbakan Hoca’yı, o hiçbir vakit ‘Sayın Başbakan’ olmamıştı zaten; hep Erbakan Hoca kaldı) önce öğrencilerinden dinlemiştim. Benim kuşakdaşlardan, İTÜ Makine Fakültesi’ndeki öğrencilerinden. ‘Deha zekâsı’na sahip ve öğretim yeteneği bakımından eşsiz bir ‘hoca’ olduklarını anlatırlardı. Uzun yıllar sonra kendisini yakından tanımaya başladığım dönemin hemen ardından Başbakan sıfatını elde etti. Her şey mümkün olabilirdi Türkiye’de ama bu, olamazdı. Erbakan Hoca’ya Başbakanlık verilemezdi. Ama, o, bir ‘imkânsız’ı başarabilmişti.

İran, Pakistan, Singapur, Malezya ve Endonezya’yı kapsayan ve Başbakan sıfatıyla yaptığı ilk ve hayli uzun yurtdışı seyahatine katılmıştım. (Zaten topu topu iki kez yurtdışı seyahati yapabildi.) Erbakan Hoca’yı o uzun seyahatte daha da yakından tanıdım.

D-8’in babası

Bugünün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, o seyahatte ‘resmi heyet’in iki numaralı ismiydi. Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı’ydı yanlış hatırlamıyorsam. O seyahat, Erbakan’ın büyük iddialarından biri olan Türkiye’nin İslam âleminin önderliğini yaparak bir ‘uluslararası güç merkezi’ meydana getirme hedefinin ürünü olan ‘D-8’i sahneye çıkartmıştı.

Sekiz büyük ve gelişen (developing’in D’si) İslam ülkesinden oluşan ve tümüyle Erbakan’ın hafsalasından çıkan bir uluslararası kuruluş. Ama Erbakan Hoca o ‘d’ harfinin ‘dev’ olarak yorumlanmasına eğilimliydi. ‘Dev’ İslam ülkelerinin Batı’ya karşı varoluşu. Rakamı ‘8’ olarak belirlemesinin de rastlantı ya da büyük ve güçlü İslam ülkelerinin sayısının 8 olmasıyla ilgili olmadığını sanıyorum.

Hayalci, inatçı, demokratik

O sırada bugünün ‘G-20’si, ‘G-7’ idi. Uluslararası düzene kendi üslubunca başkaldırmayı seçen Erbakan Hoca, Batı Dünyası’na “Bizim D-8’imiz sizin G-7’nizden büyüktür” demekten özel bir haz duymak istiyordu, besbelli.
Politikada hayaller gerçeklerin yerini alamaz elbette, ama hayaller olmadan hiçbir yeni gerçek de ortaya çıkamaz.

Erbakan Hoca, hayalci ve daha da öteye hayallerinde inatçıydı.
Belki de, Türkiye’nin siyaset sahnesinde son 40 yıla iz bırakırken, başarısının da, başarısızlıklarının da sırrı bu özelliğinde yatmaktaydı. Ömrümde tanıdığım en zarif, en kibar ve öylesine beyefendiliğiyle karşısındakini silahsızlandıran pek az insan tanıdım, Necmettin Erbakan kadar.
Taha Akyol’un kendisine ilişkin şu tespitinde, bu çarpıcı kişilik özelliğinin, muhtemelen, büyük payı vardır:
“Erbakan’ın siyasi tarihimizdeki olumlu bir mirası, yükselen İslamcılığı demokratik parlamenter sistem içinde tutmuş ve uzlaştırmış olmasıdır. İslam dünyasında İslamcı akımların yükselişi aynı zamanda radikalleşme anlamına gelirken, Türkiye’de Milli Görüş demokrasiden ayrılmamıştır.”
Türkiye’de uluslararası İslamcı kabarışa paralel bir biçimde yeni kuşakların ortaya çıktığı ve Pakistan’dan Ebulala Mevdudi’nin, Mısır’dan Seyyid Kutb’un referans alınmaya pek uygun olduğu bir dönemde, Erbakan Hoca, Türkiye İslamcılığını disiplin içine alabilmiş ve demokrasi sahnesine yerleştirmeyi bilmiştir.
Seçimle gelip seçimle gitmeyi kabulün, İslamcılar için bir siyaset kuralı olarak yerleşmesinde önemli payı vardır.
Pakistan ve Mısır’daki Mevdudi ve Seyyid Kutb gibi referans noktaları, halka halka Taliban ve El Kaide’ye doğru yol alırken, Erbakan Hoca’nın siyasi rahle-i tedrisinden geçenlerin önemli bölümü Ak Parti’ye evrilmişlerdir.

Tarihimizin en kalleş askeri darbesi

Erbakan Hoca’ya en zalim haksızlık, 28 Şubat’ta yapıldı. 14 yıl önce.
28 Şubat, askeri darbeler ve müdahaleler tarihimizin en kalleşçesiydi. Elindeki silahlı birliklerle, Ankara ve İstanbul’da radyoevine el koyan, Cumhurbaşkanı Köşkü’nü kuşatan ya da siyasi parti liderlerini ve mensuplarını evlerinden toplayan eski darbecilerden farklıydı 28 Şubat’ın darbecileri.
Medyanın neredeyse tümünü, yazılı basın ve televizyon kanallarıyla birlikte ele geçirmişlerdi. İnanılmaz bir ‘beyin yıkama’ faaliyetiyle aylarca ‘psikolojik harekat’ yaparak, kamuoyunun beynini zehirlediler. Meslek kuruluşlarını enfekte ettiler, kirlettiler. Toplumun dokularına nüfuz ederek, ‘Postmodern Darbe’ yaptılar.
Daha önceki darbeciler, üniformalarıyla seçilebiliyorlardı. 28 Şubatçı üniformalıların önünde gözleri örten, zihinleri saptıran ‘içimizdekiler’, ‘bizim mahalledekiler’mebzul miktardaydı.

Bunların bir bölümü, ‘darbe notları’ ve ‘Ergenekon iddianamesi’yle, ‘Balyoz Planları’ ile ortaya saçıldı. Yine de 28 Şubat’ın “vurucu gücü” medyada cirit atmaya devam edenleri var, hem birçok kişiyi akıl tutulmasına uğratarak ve yollarını saptırtarak. 2007’deki ‘Cumhuriyet mitingleri’nden beri bunlarla sık sık karşılaşıyoruz.
Çok kalleş, zamana yayılan bir darbe türüydü 28 Şubat. Öncekilere hiç benzemiyordu, o nedenle ‘1000 yıl süreceği’nden söz eden Genelkurmay başkanlarını işittik. ‘Postmodern Darbe’ idi o.
‘Postmodern Darbe’nin ‘konjonktürel siyasi hedefi’, Başbakan Necmettin Erbakan idi ama toplumumuzun tümüydü, hepimizdik.

28 Şubat ne zaman bitti?

Necmettin Erbakan’ın 28 Şubat’tan bir gün önce vefat etmesi ve bir gün sonra toprağa verilecek olmasını, kimileri, “28 Şubat’ın noktalanması” olarak yorumladılar, Genelkurmay Başkanı’nın efendice başsağlığı açıklamasına gönderme yaparak.
Hayır. 28 Şubat, birçoğu başta genel başkan Tayyip Erdoğan olmak üzere, 28 Şubat 1997’de Erbakan Hoca ile aynı siyasi saflarda bulunan Ak Parti’nin Kasım 2002’de iktidara gelmesiyle ölümcül darbeyi yedi.

Abdullah Gül’ün Ağustos 2007’de Cumhurbaşkanı seçilmesiyle tabuta kondu.
Erbakan Hoca, öyle bir ‘yıldönümü’nde son nefesini vererek ve bugün çok büyük olması kaçınılmaz olan cenaze töreniyle, ‘28 Şubat tabutu’nun kapağını örttü.
28 Şubat’ın cenazesi kalkabilir artık.

28 Şubat döneminin o karanlık günlerini hiç unutmamış ve demokrasi ilkesi adına aynı siperde bulunmuş birisi olarak biliyorum:
Erbakan Hoca’nın ruhu şad oldu!