Sayfalar

HOŞGELDİNİZ, ŞEREF VERDİNİZ...

21 Mart 2011 Pazartesi

Bir kürdün şöhretle imtihanı



Muhsin KIZILKAYA / STAR 20.03.2011

14 yaşına kadar nüfus cüzdanı olmadı. Bir mağarada dünyaya geldiğini söyledi. Sekiz kardeştiler, dördü kız... 60’a yakın yeğeni var, babası Urfa’da ciğercilik yapardı. ‘Cigerci Ehmo’nun oğlu olarak bilindi. Pavyonlarda başladı türkü söylemeye. Düğünlerde Kürtçe söyledi. Sonra İstanbul’a ‘Ayağımda Kundura’yla geldi ve meşhur oldu. Urfa’da yoksul bir türkücüyken filmlerde görüp hayran kaldığı birçok kadınla İstanbul’da beraber oldu, onlardan çocuk yaptı; onları dövdü, Cemal Süreya’nın deyimiyle kadınlara “kümes hayvanı” muamelesi yaptı; hayatına giren hiçbir kadına sadık kalamadı. Film çevirdi, ilk filminde kendi sesini kullandı. Sonra şivesinden utandı, dublaj yaptırdı, aradan yıllar geçti, özüne döndü, vuruluncaya kadar kendi şivesini, ondan hiç utanmadan her yerde kullandı. Hatta onu kullanırken, kendi kendisinin taklidini bile yapıtı.

Türkücülük monoton bir iştir. Skandalı yoktur, başı sonu bellidir, salon işidir, efendilik gerektirir. Sezgileri kuvvetli olduğu için, türküye anarşist arabeski karıştırdı, ikisini barıştırdı, hareket getirdi, türküleri yoldan çıkardı. Yarattığı sentezle arabeski sosyete evlerine bile soktu. Sonra oturdu, bunun keyfini sürmeye başladı. Yeni konumu artık hem skandala, hem sürprize açıktı. Böylece otuz beş yıllık şöhret tarihinde, üst üste bir sürü skandala imza attı. Biri ona mal edilen, öteki ise ona ait iki söz kadar onu bütünüyle anlatan başkaca bir metin bulmak zor. Bu iki söz, en az onun kadar meşhurdur. “Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık?” sözünü herkes onun sanıyor. Aslında bu sözü o söylemedi, ama her vesileyle bu söze sahip çıktı. Bir süre sonra bu sözün kendisine ait olduğuna inanacak kadar ona yabancılaştı.

Aslında bu söz, Gani Müjde’nin, 90’lı yılların başında, o zaman yeni parlamaya başlayan Uğur Yücel’in tek kişilik sahne gösterisi için yazdığı İbrahim Tatlıses skecinden alınmadır. Sözün içindeki Demirelvari (petrol vardı da biz mi içtik?) tınıya dikkat edin, bir mizahçının kaleminden çıktığı her halinden belli. Ancak bu sözün Gani Müjde tarafından mı yazıldığı, Uğur Yücel tarafından mı meşhur edildiği, Tatlıses tarafından mı söylediğinin şimdi önemi yok. Bu sözün asıl önemi; “okumadı, yaptığı her şeyi kendi aklıyla yaptı, aslında okumuş olmak da pek matah bir şey değil” fikrine gerekçe yapılması ve bir sürü cahilliği “mubah” gösterme aracı olarak kullanılması... Vuruluncaya kadar bu sözü sık sık kullandı ve böylece birçok “kusurunu” örttüğünü sandı.

Kürtçe konuşmazsa dili şişerdi

“Günde bir kez Kürtçe konuşmasam dilim şişer,” sözü ise bütünüyle ona aittir ve yıllar önce Cumhuriyet için bir söyleşi yapan Mert Ali Başarır’a söylenmiştir. Her hakkı onundur ve ondan başkası kolay kolay söyleyemez. Çünkü anadiliyle ilişkisini ancak dost meclislerinde kurabilen, (Kürtçe serbestisinden sonra Beyto Can’ın Rinda Min (güzelim) şarkısı, Beyto’dan sonra ancak böyle bir sese yakışırdı; her yerde o kadar çok söyledi ki bu türküyü, vaktiyle Mehmet Ağar’ın bile Batman’da okumasına vesile oldu) onunla kendini ifade etme imkanından yoksun, yabancı bir dille milyonlarca insana ‘dert anlatmak’ zorunda kalmış, yepyeni bir arenaya, tam anlamıyla vakıf olmadığı bir dille çıkmak zorunda kalmış bir insan ancak, kendi durumunu bu kadar özlü, net ve kısa ifade edebilir. Peki dil nasıl şişer? Haydi, günde bir kez olsun kendi anadilinizi kullanmayın, bakın bakalım şişiyor mu şişmiyor mu? İsteyen denesin! Birinci sözde ne kadar cahilliği örtme çabası varsa, ikincisinde o kadar aidiyetini yüksek sesle ifade etme var. Birinci söz, ne kadar uydurulmuş, kurgulanmış ise ikincisi o kadar hakikidir. Kendini, ‘yabancı bir dille’ ifade etmek zorunda kalmış, sahneye çıktığı zaman gırtlağının ele verdiği, konuşmaya başladığı zaman şivesinden kaçamayan, köyünde kalsa dengbêj adayı olacak, şehirde şöhret olmuş Kürt türkücülerin içinde şöhreti en uzun taşıyanlardan biri oldu İbrahim Tatlıses. Diyarbakırlı Celal Güzelses’ten tutun da, Nuri Sesigüzel, İzzet Altınmeşe, Burhan Çaçan, Selahattin Subaşı, Mahmut Tuncer, Mahsun Kırmızıgül’e kadar, hiçbir türkücü onun ulaştığı “mertebeye” ulaşamadı. İbrahim Tatlıses ise arabeske türkü kıvamını getirdi. Altınmeşe’nin kendini bildi bileli söylediği “Fırat” türküsü, ancak İbrahim Tatlıses söylenince herkes tarafından bilindi. Türkü piyasasında Kürt icracıların hakimiyetini anlamak için, Şivan Perwer’i bilmek gerekiyor. Şivan Perwer’i bilmeden, yukarıda adını saydığım türkücülerin, neden bütün zamanların starı olduklarını, Türk halk müziğinde neden “Kürdi sesin” baskın olduğunu anlamak güçleşir. Şivan sesini bir saksafon gibi kullanıyor ve gırtlağıyla kendini ele veriyor. Türkü piyasasında Kürtleri star yapan gırtlaklarıdır ve yeryüzünde İbrahim Tatlıses’in kıskandığı tek bir ses varsa, o da Şivan Perwer’in sesidir; yine dost meclislerinde bunu kendisi söylerdi.

Efsaneyi kendi yıktı

Bu böyle olduğu için, Şivan Perwer’in yeni yetmeliğinden beri söylediği “Canê Canê” stıranına Türkçe sözler yazdı, söyledi, türkü bir anda meşhur oldu, şimdi futbol maçlarında tezahürat aracı olarak kullanılıyor. Oysa türkü bir direniş türküsüydü.

Onun portresini yazan Cemal Süreya, şu saptamayı yapıyor: “Skandal, olay, yankı, Tatlıses’te önceden tasarlanmaz. Her şey olup bittikten sonra doğal şeylermiş gibi algılar onları. Adam kaldırma, kadın dövme, Kürtçe şarkı söyleme de öyle...” Bu böyle olduğu için, 1991 Nisan’ında Kürtçenin üzerindeki yasağın kalkmasıyla yeni kaseti “Vur Gitsin, Yemin Ettim”e iki Kürtçe parça okuyarak bu alanda bir öncülük yapmaya kalkıştı. Madem böyle bir dil vardı, İbo da o dili biliyordu, o vakit o dilden türkü okumak kadar ‘doğal bir şey’ olamazdı. Yakın dostu, sesine hayran Turgut Özal’dan da izin almıştı. Gelin görün ki, kaseti çıktı, birkaç gün sonra birileri kulağını çekmiş olacak ki, dağıtılan kasetleri piyasadan topladı, o iki Kürtçe türkünün yerine iki Türkçe türkü okudu. Hatta birisinin makamını bile değiştirmedi, aynı makamın üstüne Türkçe sözler okuyarak durumu kurtardı. (12 Eylül darbesine karşı Ertuğrul Özkök’ün bile imzalamadığı meşhur Aydınlar Dilekçesi’ni de imzaladı. Mahkemeye çıkınca, “Ben kooperatif için imza topluyorlar sandım, onun için imzaladım” dedi.) İşte o günlerde Cumhuriyet gazetesine verdiği bir demeçte, “Kürtçe bir kaset yaparsam, kesin 3 milyon satar” dedi. Aradan yıllar geçti, hep 3 milyon satacağı kasetin düşünü kurdu ve bir türlü o gün gelmedi. Kürt açılımı başladığında yaptığı albümüne “Ridma Min”ı alarak, “İbo Show”da arada bir aynı türküyü söyleyerek dilini şişmekten kurtarmakla yetindi.

Efsanesi olmadı. Yükselişini anlatmak için uydurulan hiçbir efsane de tutmadı. Hiçbir şey, filmlerinde anlattığı gibi olmadı, inşaatta türkü söylerken keşif edilmedi, bu efsaneyi de kendisi yıktı.

Bilgisizliğinden utanmadı, arada bir cahilliğini kalkan olarak kullandı, ancak bu cahilliği anlatırken bile, “ben cahil başımla sizden daha becerikliyim” duygusunu yaşattı karşısındakine. Cüretini hiç saklamadı, “cahil cesaretidir, ne yapsa yeridir”e bağladı. Bir doğrusu olduysa, mutlaka iki yanlışı oldu. Bir doğru adım attığı zaman, mutlaka iki yanlış adım atacağı hep bilindi, her zaman yaptığı işleri karıştırdı. Asıl işinin ses sanatçılığı olduğunu idrak etmedi. Zaman zaman kendisini bu mertebeye ulaştıran türkülere, şarkılara ihanet etti. Akla hayale gelebilecek her işe girişti. Acılı dondurma bile yaptı. Yaptığı hiçbir işte başarılı olamadı, başı sıkıştıkça yine sesi imdadına yetişti. Şarkılarına güvenmedi. “Ya beni de götür ya sen de gitme,” mısrasındaki derinliğin, Tanrı vergisi bir sesle dillendirildiğinde nelere muktedir olduğunu, kuracağı hiçbir cümlenin ayrılığı bundan daha güzel anlatamayacağının farkına varmadı. İlle de bir yoruma ihtiyaç duydu. Konuşurken, Türkçesinin yetmediği zamanlarda İngilizce kelimelere başvurup “balckboord” gibi abuk sabuk laflar çıktı ağzından. Yetinmedi arada bir, “te go, çi go” (sen dedin, ne dedin) gibi hiçbir anlamaya gelmeyecek Kürtçe kelimeler kullandı. Bu alışkanlığı, anadiline karşı duyduğu özlemin bir göstergesiydi.

Bir gün ani bir karar aldı, bütün cesaretini topladı, 2005’te Diyarbakır’da görkemli Newroz kutlamalarına katıldı. Kalabalığı yaramadılar platforma çıkarmak için, omuzlara bindi, kafalara basa basa yetişti sahneye, yukarı çektiler; sahneye çıkar çıkmaz Kürtçe seslendi kalabalığa, “Cejna we ya baharê newroz pîroz be” (Bahar bayramınız Newroz kutlu olsun) dedi. “Newroz” diyerek Kürtlere göz kırptı, “bahar bayramı” diyerek zevatı kurtardı. Sezgileri çok kuvvetliydi. Ve şimdiye kadar yaptığı her şeyi savunurken veya kendini anlatırken, diline bir dobralık egemen oldu. Yine Cemal Süreya, “Onun için müzik bir dövüştür,” dedi. Sanki müzik yapmıyor da cephede savaşıyormuş gibi davrandı. Şöhretini korumak, malını çoğaltmak, servetine halel getirmemek için giriştiği savaşı, yaptığı sanatla eşdeğer tuttu. İşletmecilikle sanatçılığı birbirine karıştırdı. Lahmacunculuk, isotçuluk, otobüsçülük, televizyonculuk, dergicilik, radyoculuk, otelcilik mi, yoksa sanatçılık mı diye sorsaydınız, “Benim yanımda 600 kişi ekmek yiyor,” cevabını alırdınız. Becerebildiği tek iş olan türkücülüğü bırakacağı günü dört gözle bekledi. Beceremediği bütün işlerde başarılı olmuş gibi davrandı. Kazandığı parayla edindiği sınıfsal konumu, üzerinde hep emanet bir ceket gibi taşıdı. Söylediği bütün türküler aslında tek türküydü: “Ben buralara ait değilim, bir rüyadayım” dedi. Rüyadan uyanacağı günün tedirginliğiyle yaşadı. Bu yazı yazılırken, bir hastane odasında uyuyordu. Zaten “tahayyül bile edemeyeceği” yere gelmiş olmanın bedeliydi bu uyku.

O hastaneden çıkıp bize tekrar türkü söylemesini ne çok istiyorum şimdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder