Sayfalar

HOŞGELDİNİZ, ŞEREF VERDİNİZ...

23 Mayıs 2010 Pazar

Bursasporlu bir babaya mektup



Yiğiter ULUĞ / SABAH PAZAR 23.05.2010

Hatırlıyor musun babacığım, o akşam eve geldiğinde gözlerinin içi gülüyordu. "Bugün sevinmek hakkın çünkü Bursaspor gerçekten çok iyi bir takımı eledi. Yine de abartma, mahalledeki Göztepeli arkadaşlarınla alay etme sakın," demiştin. 70'lerin hemen başıydı. İzmir'de oturuyorduk ve Bursaspor, bir yıl öncenin kupa galibi Göztepe'yi yarı finalde penaltılarla elemiş, Türkiye Kupası'nın finalinde Eskişehirspor'la buluşmuştu. Hafta sonlarımız Altay'ın, Göztepe'nin, bazen de Karşıyaka'nın maçlarında geçerdi ama sen Bursaspor'u tutar, bu arada Adnan Süvari'nin Göztepesi ile Abdullah Gegiç'in Eses'ine çok özel bir hayranlık beslerdin. O takımlar modern futbolu Türkiye'ye tanıtmaya çalışan devrimcilerdi, senin gözünde... Ama Yeşil-Beyaz'ın yeri ayrıydı. 'Işıklar Askeri Lisesi'nin kalecisi' olarak tanındığın Bursa'da, sonraları da amatörce futbol oynamış, 60'ların başlarında Akınspor, Acar İdmanyurdu, Demirçelikspor, İstiklâlspor ve Pınarspor adlı beş amatör kulübün bir araya gelerek oluşturduğu Bursaspor'un ilk heveskârları arasında Pınarspor'da yer almıştın. Sonradan okuyup öğrenince anladım ki, o devir, yani sizin Bursa'yı futbol alanında temsil edecek birliği kurduğunuz günler, bambaşka günlermiş. Hem dünyada hem Türkiye'de... Bugünkü AB standartlarını ta o zamanlarda gündelik yaşamın erişilebilir çıtası haline getirmeye çalışan 61 anayasasıyla özgürlük rüzgârları esmeye koyulmuş, Anadolu'da kendini daha iyi ifade edebilme ve haritanın üzerinde bir yerlere koyma gayreti içinde olanlar, sporda, tiyatroda, müzikte, folklorde bir araya gelmeye başlamışlardı. Sen de askeri liseden sivil hayata dümen kıranlardan biri olarak, tutkunu olduğun oyunun, yaşadığın kenti anlamlandıran, aidiyet duygusunu güçlendiren bir şey olmasını arzuluyordun. 'Şehirli' ve 'sporcu' bir gençlik ateşiymiş sizinki...

ÜÇ BÜYÜKLERE İÇERLERDİN
Kurulmasının ardından, Bursaspor'un ikinci ligde geçirdiği sezonların sayısı bir elin parmaklarını bile bulmadı zaten... Mesut'lu, Ersel'li, Ahmet Tuna'lı ve çubuklu formalı takım kısa sürede birinci ligin de renkli ekiplerinden biri oluverdi. Sen en çok Mesut'a hayrandın, Mesut Şen'e... Onun çizgi üzerinde attığı çalımlara, yürür gibi adam geçişine, kalenin içine falsolu gönderdiği toplara... Milli Takım'ın bir İrlanda deplasmanında Mesut'un, bozuk parayı önce kösele ayakkabısının üzerinde sektirip, sonra da cebine sokması ve adamların aklını başından alması, en favori öykülerinden biriydi. Onun, futbol yaşamının sonbaharında Beşiktaş'a transfer olması, nasıl da üzmüştü seni, hatırlıyor musun? Üç Büyükler'in hemen hiç oyuncu yetiştirmeden, büyük bir açgözlülükle genç yetenekleri Anadolu kulüplerinin elinden koparıp almasına, sonra da onları büyük hoyratlıkla futbol tarihimizin çöp tenekesine göndermesine müthiş içerlerdin. Yetiştirenlere, kendi toprağından fışkıranlara, kısıtlı olanaklara karşın derleyip, toparlayıp takım edebilmişlere büyük saygın vardı. Bunun içindir ki Trabzonspor, şampiyonluk kupasını ilk kez İstanbul dışına kaçırdığında pek keyiflenmiştin. Ve durup durup, "Bir gün Trabzon'un arkasından başkaları da gelecek," derdin. Kimi kastettiğini anlar ama pek üstüne varmaz, ağzından Bursa'nın B'sini bile almaya çalışmazdım. İddialı bir adam değildin çünkü...

KAZANMAK DEĞİL, ADAM GİBİ OYNAMAK ÖNEMLİYDİ
Herkes doğup büyüdüğü toprağın takımını tutmalı, sokağından, mahallesinden çıkan adamları gidip alkışlamalıydı sana göre... Kazanmak değil, oynamak, ama adam gibi oynamak önemliydi. Ter dökmek, bedenin sınırlarını, dayanışmanın insana getirdiği olanakları sonuna kadar zorlamak ve tüm bunlara rağmen yine de başaramıyorsa kendisinden daha üstün olanın elini sıkmak, sporun alfabesinde ilk harfti. Senden hiçbir şeyi öğrenemediysem de, bunu öğrendim babacığım; yenilmeyi... Her seferinde daha iyi, daha güzel yenilip, yendiğim gün yenilenin halinden anlamayı... Senin ve 1971'de İzmir'de yapılan Akdeniz Oyunları'nın sayesinde sporun sadece futbol olmadığını çok erken bir yaşta öğrendim. Beni elimden tutup voleybol, basketbol maçlarına, atletizm yarışmalarına götürmüştün. Tabii bir de kule ve tramplen atlamaya... Klaus Dibiasi'yi gösterip, "Bak, bu adama dikkat et. Olimpiyat şampiyonu. Sırf o başarılı olabilsin, olimpiyatlarda madalya alabilsin diye İtalyan hükümeti onun yaşadığı küçük kasabaya kapalı yüzme ve atlama havuzu yapmış," diye çocukluk yıllarımın inci tanesi öykülerinden birini bir çırpıda anlatıvermiştin bana... İtalya'da Bolzano diye bir yer olduğunu ve oradan çıkan Dibiasi'nin, 1968'den 76'ya kadar olimpiyatlardan zengin bir madalya koleksiyonu yaptığını böyle öğrenmiştim. Onun heykelsi vücudunu, kuleden atlayıp bir zıpkın gibi suya gömülüşünü hayretle izlerken... Belki de bu yüzden, mıh gibi kaldı aklımda...

FUTBOLUN KISIR GÜNLERİ
Bursaspor'un Avrupa Kupaları'ndaki ilk ve en unutulmaz macerayı yaşadığı 1974-75 sezonunda, memleketi Kıbrıs'ta esir düşen kaleci Osman Uçaner'in yerine oynayan Rasim Kara ile yarattığı küçük çaplı mucizeler, koskoca Andy Gray'in takımı Dundee United'ı Deli Vahit'in inanılmaz füzesiyle geçmesi, ardından dönemin bileği bükülmez markası Dinamo Kiev karşısında ezilmeden top oynaması, 'İngiliz' diye bilinen Kemal'in döktürdüğü Avrupa Kupa Galipleri maçları, "İşte bak oldu. Bizim temelini attığımız takım, çıktı Türkiye'yi dışarıda temsil etti. Turlar geçti, devlerle başa baş oynadı," dedirtti sana... Sonra Sedat III ile kıvanç duydun, İzmir Atatürk Stadı'nın milli maçlara ev sahipliği yaptığı dönemde, Bursa'dan milli takıma çağrılan her futbolcuyla birlikte heyecanlanıp, kafanda "Acaba Coşkun Özarı falancayı oynatacak mı?" sorusuyla tribünlere koştun... Türk futbolunun kısır günleriydi. Sevinecek, gururlanacak pek az şey vardı. Bursaspor da ligde başaltı takım sayılmanın dışında bir şey üretemiyordu. O yüzden seninle şöyle doyasıya sevindiğimiz, havalara uçtuğumuz bir kare bulamıyorum. Bir Büyük Mehmet'in son dakikalarda gelen golüyle İzmir'de İsviçre'yi devirişimiz var, o kadar... 'Yemyeşil' kente Nejat Biyediç'in getirdiği heyecana, Musisi'nin başlattığı timsah yürüyüşüne, toprağı bol olsun, Macar Tulipan'ın golüyle kazanılan kupaya tanık olamadın. Ne tuhaf, ben çocukluk sevgilim Bursaspor'u tam da o kupayı kaldırdığı gün bıraktım babacığım, biliyor musun? Kupanın finali tarafsız bir saha yerine Bursa'da oynanınca... Seyirci avantajı yetmezmiş gibi, o dönemin başkanı Cavit Çağlar maçı acayip bir şova çevirince... Başlama vuruşundan önce sahanın ortasına helikopterle Bursalı maliye bakanı inince... Ruhumun kirlendiğini hissettim ve "Babam olsa o da bunları kaldıramazdı," dedim. Dört yıl kadar önce bir gün hasbelkader Saracoğlu Stadı'nda bir locadan maç izledim. Fenerbahçe ağırlıklı bir gruptu haliyle... Bir sezon önce Denizli'de, son maçta kaçan şampiyonluğu tartışıyorlardı. Memleketin anlı şanlı, çok saygın, artık usta mertebesine erişmiş reklamcılarından biri, purosunun dumanını savurarak "Onu bunu anlamam arkadaş," dedi: "Suç bizimkilerde. Maç 16 dakika uzatılmış, o arada o maçı satın alamayan yönetime ben yönetim demem."

BİLİRSİN HİÇ İÇMEM ASLINDA...
"Peki öyle alınmış maça, öyle kazanılmış şampiyonluğa utanmadan sevinebilecek miydiniz?" diye sormadım. Bana kulak vermeyeceği besbelliydi. İnsanların, hatta takımların dakikalar içinde kiloyla alınıp satıldığı bir dünyadan geliyordu üstat... Ve onun gözünde sahada canını dişine takarak ter dökenlerin birer böcekten farkı yoktu aslında... Ağzında purolarla localarda oturanları eğlendiren, onları muktedir kılan zavallı gladyatörler... Sen bana böyle anlatmamıştın babacığım... Muhtemelen senin arkadaşların da böyle anlatmadılar çocuklarına... Onun için Bülent Ortaçgil'in dediği gibi "Biz hiç kaybetmedik desem yalan..." Ama güzel kaybettik be babacığım, adam gibi kaybettik. Sonunda geçen pazar, 16 Mayıs gecesi, ruhun yukarıda, bulutların üzerinde bir yerlerde bayram ederken, belki de çok sevdiğin Vedat Okyar'la kadeh tokuştururken, sessiz bir çığlıkla sevindim ben de... Senin Bursaspor'un, Trabzon'dan sonra -ama çeyrek asır sonra- şampiyonluğu İstanbul'dan kapan Anadolu takımı olarak tarihe geçmişti artık. Etrafımdaki Fenerli dostları, en çok da saf bir sarı-lacivert aşkı babasından miras almış yol arkadaşımı üzmemek için, bağırmadan, çağırmadan, abartmadan bir selam göndermek istedim sana... Vaktin gece yarısını geçtiği dakikalarda, el ayak çekilince bir kadeh şarabın yanında bir sigara yaktım -bilirsin hiç içmem aslında. Günün anlam ve önemine uysun diye bir Bafra bulabilseydim keşke... Yoktu. Filtresiz bulmak çok zor artık. Derin bir nefesle kutladım seni babacığım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder